Bugünün gerçeklerinden biri, gazetelerin ve gazetecilerin, siyasetin ve siyasi çatışmaların aktarıcıları değil, temel “aygıt”ları ve aktörleri haline gelmiş olmasıdır.Sadece büyük siyasi gelişmelerde değil, Özgecan cinayeti, iki gün önceki Savcı cinayeti gibi insani yanı ağır basan olaylarda bile gazeteler ve gazeteciler “taraf” olarak ayrışmaktadır.Gazetelerin temel bir tavrı olması, gazetecilerin siyasi ve toplumsal meselelerde kanaatlerinin olmasından çok öteye geçmiş olan bugünkü durumda çatışmaların birçoğu gazeteler ve gazeteciler üzerinden yürümektedir.Bunun gazetelere ve gazetecilere toplumun güveni açısından yarattığı genel yıpranmanın çok açık olmasının yanında gazetelerin ve gazetecilerin gerilimleri artıracak pozisyonlar almaları da toplumdaki kutuplaşmaları artırmaktadır.Bu güvensizliğin en somut ve açık göstergesi tirajlardır, toplum gazetelerden haber, bilgi alma, yorumlardan fikir edinmekle ilgili taleplerinden vazgeçmiş, çatışmaları izlemekle yetinir bir havaya girmiştir. En sert yazıları yazanların, en ağır lafları edenlerin en fazla taraf olanların en çok ilgiyi gördükleri de ortadadır.Bu kadar keskin bir farklılık 1960 öncesinde Demokrat Partili ve Halk Partili basın arasında yaşanmıştır. 1970’lerde en sert kavgalar Adalet Partili Tercüman ile CHP’ye yakın Cumhuriyet arasında olmuştur. Bu ayrışma 80 sonrasında askeri yönetimi destekleyenler ve desteklemeyenler arasında devam etmiştir.Son olarak Savcı Kiraz’ın iki terörist tarafından rehin alınması ve öldürülmesi de bir gazetecilik tartışması ve kavgasına yol açmıştır.Savcıyı rehin alan teröristlerin vermek istedikleri görüntünün yayılmasının gazetecilik açısından savunulur bir yanı yoktur. Sadece bunun değil bu olay ve benzeri olaylarla ilgili birçok yayın tarzının da savunulur yanı yoktur.Fransa’da Charlie Hebdo kıyımının ardından tek bir basın yayın organında hayatını kaybedenlerin fotoğrafları, ambulansta yaralı insan fotoğrafları, acılı yakınların iç parçalayıcı görüntüleri yer almamıştır. Fransız kanunlarında olmasına rağmen herhangi bir yayın yasağına da ihtiyaç duyulmamıştır, çünkü hiçbir basın yayın organı şu ya da bu nedenle önemli bir gazetecilik etik kuralını çiğnemeye kalkmamıştır. Bu olayı izleyenler başka uyarıcı ayrıntıları da görebilirler.Gazetecilik gazeteciler eliyle hırpalandıkça, gazeteciliğin zayıflama, etkisini kaybetme süreci hızlanacaktır.Amerikalı senatörler veya Avrupa siyasetçi veya gazetecilerin, olayın çok küçük bir kısmına bakarak verdikleri fetvaların da gazeteciliğe bir yardımı olamaz. Meselenin bir kısmını görürken, gazeteciliğe, sabah kalkınca “bugün iktidara nasıl çakarız” diye başlayanları görmemekteki ısrar edenlerin, Amerika ve Avrupa’dan Türk basınına ayar vermek isteyenlerle ilgili ciddi kuşkular yarattığını önce kendileri görmelidir.
Terör, 60’lı 70’li yıllarda bir siyasi mücadele yöntemi olarak, dünyanın görmediği bazı haksızlıklara, zulümlere dikkat çekme yöntemi olarak çok kullanıldı.Gelişmiş Batı ülkelerinde de, gelişmiş demokrasi koşullarında da terör bazı radikal sol hareketlerin “devleti zayıflatma ve zayıf gösterme” stratejisi oldu.Sonra bunların çoğu bitti. Ama Ortadoğu’nun bitmez savaşları içinde yaşamaya devam ediyor. Terörün bir siyasi mücadele yöntemi olarak yaşadığı alanın İslam coğrafyasının büyük bir kesimi olduğu bugünün gereklerinden biridir.Son kanlı terör eylemine imza atan DHKP-C adlı örgüt, 70’lerin sonunda radikal sola hakim olan Devrimci Yol hareketinin bölünmesiyle Devrimci Sol olarak ortaya çıkmıştı. 1980 öncesinde birçok terör eylemi bu örgütün imzasını taşıyordu.Bu örgütün uzun analizlerine girmenin bir anlamı yok. Ancak hatırlanması gereken bazı olaylar var. DHKP-C 90’lara gelirken uyuşturucu kaçakçılığı ile anılmaya başlanmıştı. Nitekim Susurluk sonrasında, devletin içindeki bir grubun uyuşturucu olayını kontrol etmek için bu örgütten yararlandığı soruşturmalarda ortaya çıkmıştı.Sabancı suikastının faillerinden biri Suriye’de yakalandı, hapse girdi ve hiç konuşmadan orada öldürüldü. Cinayeti işleyen “devlet görevi yaptık” dedi.Faillerden bir diğeri bir türlü Belçika’dan getirtilemedi. Getirilmek istenmediği iddiaları sürekli devlet tarafından yalanlandı, ama o kişi getirilemedi. Belçika o şahsı vermedi ve Belçika devleti ve istihbaratının bu işlerle ne ilgisi olduğu sorusu da cevapsız kaldı. Sonuçta kalan tek cevap Belçika devletinin birilerine bir borç ödemek ve hatırını kırmamak adına Fehriye’yi iade etmediği cevabı kaldı.Son yıllarda bu örgütün adı yeniden duyulmaya başladı. Herhangi bir kitle tabanı bulunmayan bu örgütün nasıl ve neden canlandığını, son birkaç yıldır birçok şiddet olayında isminin ve izlerinin bulunmasının cevabını bilenler herhalde vardır.Tükiye’de terörün kitlesel desteğe sahip tek örgüt olan PKK’nın, “terörle ilerleme sağlamak artık mümkün değildir” diyerek silah bırakma aşamasına geldiği bir dönemde, otuz yıl öncesinin mantığıyla terör eylemleri yapan bir örgütün tekrar ortaya çıkmasının bir nedeni vardır.Bir neden vardır, bir de ip vardır, bir de ipin ucundakiler vardır.
Ak Parti’nin seçim beyannamesine başkanlık sisteminin girdiği açıklandı. Böylece bu öneri, sözlerin ötesinde resmiyet ve temel siyasi hedef haline gelmiş olacak.Başkanlık sistemiyle ilgili olarak bugüne kadar çok kalem oynatıldı. Bir kısım sadece Tayyip Erdoğan istiyor diye şiddetle karşı çıktı, bir kısım da yine Erdoğan istiyor diye hemen taraftar oldu.Bugüne kadar daha çok ABD ve Fransa’daki başkanlık sistemler üzerinden yapılan tartışmalara da son günlerde Meksika eklendi.Meksika’nın eklenmesinin nedeni, bu ülkedeki başkanlık sisteminin ABD ve Fransa’ya göre daha “kuvvetli” olduğunun anlaşılmasından kaynaklanıyor.ABD ve Fransa’ya kıyasla, Meksika’daki başkanlık sistemi, doğrudan ve açık olarak bütün yetkilerin başkanda toplanmasına dayanıyor.ABD’de başkan, iki meclisli bir parlamento tarafından dengeleniyor. Parti disiplininin zayıflığıyla birlikte başkan sürekli bir “fren” tehdidi altında çalışıyor.Fransız sisteminde yine iki meclis, parlamento ve senato ile birlikte başbakan ve hükümet ile bölüşülmüş yetkiler söz konusu. Başkan’ın başbakan ve bakanları tayin etme ve azletme yetkisinin sağladığı kuvvete karşılık iki meclis de başkana her an fren koyabiliyor.Başkanın kuvveti üzerinden bir kıyaslama yapıldığında, anlaşılıyor ki Meksika başkanı bu frenleri atlatabilecek yetki ve mekanizmalara sahiptir.Siyaset bilimciler bize bunların tam kıyaslamasını anlatacaklardır. Ama bizdeki tartışma esasen cumhurbaşkanı ve başbakanın yetkilerinin tek kişide, başkanda toplanması üzerinden yürümektedir.Başkanın, başbakan ve hükümet üyelerini meclis dışından ataması ve istediği zaman görevden alması bu sistemin kilit noktalarından biridir. Bu durumda Meclis de Başkan’a karşı sorumludur, Başkan da istediği zaman seçimleri yenileme yetkisiyle Meclis’i tam olarak kontrol edebilmektedir.Şu andaki tartışmalar da halen kişi üzerinden, Tayyip Erdoğan üzerinden yapıldığı için sistemin fayda ve zararlarını tam olarak tartışamıyoruz. Önümüzdeki iki ayda ve seçim sonrasında kişilerden bağımsız olarak tartışma imkanı olmasını temenni ederiz.Şu anda başkanlık sisteminin seçim beyannamesine girmiş olması hem büyük bir siyasi hedef belirlenmesi anlamına gelmektedir, seçmen açısından da bir taahhüt niteliğindedir.Ak Parti’nin bunu gerçekleştirebilecek bir Meclis çoğunluğuna yaklaşması da seçim başarısı ve başarısızlığının ölçütü olacaktır.
Genel başkan Kılıçdaroğlu, partisinin seçim hedefini yüzde 35’lik oy oranı olarak açıkladı ve pek net olmayan kelimelerle, buna ulaşılamaması halinde görevi bırakacağını söyledi.Yüzde 35 oy oranı demek, oy kullanan her üç seçmenden birinin oyunu almak demek. CHP’nin son yıllardaki seçim performanslarına bakıldığında bu oran bir hayli yüksek bir çıtayı ifade ediyor.Kılıçdaroğlu dışında yüzde 35 rakamını ifade eden bir CHP sözcüsü olmadığına göre, bu hedefin parti tarafından henüz “hazım” aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.CHP genel başkanı çıtayı yüzde 35’e koyarken, MHP çok net olmasa da yüzde 18 gibi bir orandan söz ediyor. HDP de son rüzgarın etkisiyle yüzde 11-12, bazen de daha üstü bir oran dile getiriyor.Üç muhalefet partisinin hedef oyları toplandığında ortaya çıkan rakam yüzde 65’tir. Bu da Ak Parti’ye sadece yüzde 35 bırakmaktadır.Halen seçim araştırmaları Ak Parti oylarını yüzde 50 bandında göstermektedir. Oy kullanan her iki seçmenden biri Ak Parti’ye oy verdiği zaman zaten üç muhalefet partisine yüzde 50 kalmaktadır.MHP’nin tabanının yüzde 15, HDP’nin tabanının da yüzde 9-10 olduğu göz önüne alınırsa da CHP’ye kalan oy yine yüzde 25’tir. Ve CHP’nin oyunu yüzde 35’e çıkarması için kendi hanesine 4 milyon seçmen eklemesi gerekmektedir.Bu hesaplardan açıkça şu çıkar: CHP’nin yüzde 35’lik oy oranına ulaşması ciddi bir hayaldir.Seçime iki ay kala CHP yine kendi siyaset alanını Tayyip Erdoğan’la kısıtlamıştır ve önümüzdeki iki ay boyunca CHP’nin seçim kampanyasının tek konusu “başkanlık sistemine geçit vermeyiz”den ibaret kalacaktır.Cumhurbaşkanı seçiminde, Erdoğan’ı seçtirmemek için en geniş koalisyonu kuran CHP yine de Erdoğan’ın seçilmesini engelleyememiştir.Siyaset alanı, başkanlık sistemine direnişe sıkışmış bir siyasi partinin halka söyleyebileceği her şey buharlaşırken, buradan yüzde 35’lik oy umut etmek de insanların aklına hakaretten başka bir şey değildir.7 Haziran sonrası CHP’nin gündemi yine genel başkan ve yönetim değişikliğidir.
HDP’nin durumu, yüzde 10 seçim barajını aşıp aşamayacağı herkesin birinci veya ikinci derdi olmaya devam ediyor. Kamuoyu araştırmaları halen HDP’yi yüzde 10’un sınırında gösteriyor. Ama basit sokak gözlemleri bile HDP’ye doğru önemli bir hareket olduğunu tespit etmeye imkan vermektedir.HDP yüzde 10 barajını aşarsa ne olur? Bu sorunun cevabı bellidir. Kuvvetli bir muhalefet partisi olur, barış süreci de demokrasi talepleri de güç kazanır. Kürt siyasetiyle birlikte radikal sol da ilk kez ülke kaderini ve geleceğini etkilemekte çok kuvvetli söz sahibi olur.HDP’nin seçim barajını bağımsız adaylarla aşması siyaseti başarılı olmuş, partiye büyük güven kazandırmıştır. Cumhurbaşkanı seçimi de HDP’nin daha geniş kesimlere açılma potansiyelinin bulunduğunun işareti olmuştur.Ancak hâlâ cevabı açık olmayan bir soru vardır: HDP yüzde 10 barajını aşamaz ve Meclis dışında kalırsa ne olur? Bunun ilk makul cevabı olarak “kıyamet kopmaz” cümlesi ortaya çıkıyor.Kıyamet kopmaz, ama toplumda, HDP’nin Meclis dışı kalması halinde sokak hareketlerinin tırmanacağına ilişkin bir tedirginlik de bulunmaktadır.HDP baraj altında kalırsa, bunun birinci siyasi sonucu yüzde 10 barajını kaldırmamış olan siyasi iktidar ve iktidarların suçlanması olacaktır. HDP kendi seçmenine ve halkına mazeretini böyle açıklayacak ve bu da duygusal tepki ve dalgalanmaların yolunu açabilecektir.Kürtlerin algısı, “müesses nizam bizim yasal siyaset yapmamızı istemiyor” duygusunun kuvvetlenmesi şeklinde oluşursa da bunun bazı sonuçları olacaktır.HDP’nin dört yıl Meclis dışında kalmasının, barış sürecinin en kırılgan unsurlarından biri olan “güven” meselesine de olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır.Son olarak Başbakan Yardımcısı Akdoğan’ın söylediği, HDP yüzde 10 barajını aşamazsa “kıyamet kopmaz” cümlesi, belli bir siyasi olgunluk varsayımına dayanan bir kanaattir.Bu kanaatin arkasından gelecek “ama”lar epeyce fazla olsa da bunların tümünün aşılabilmesi için yine HDP’nin barajı aşması en güvenli yoldur.
Her seçimin bir “ana konusu” vardır. Bizde hep öyle olmuştur. Halk, gündelik hayatla ilgili sorunları için oy verirken, bir de “ana konu”yu oylar. Bu ikisinden biri biraz daha yukarı çıkabilir, ama ikili oylama her zaman geçerlidir.Ak Parti’nin kazandığı seçimlerin her birinde birer “ana konu” vardı. Askeri vesayetin reddi, barış süreci, yeni anayasa ve yine iktidarın demokrasi dışı yollarla değiştirilip değiştirilmeyeceği.Bu seçimlerin her birinde halk, “hizmet”in yanında demokrasiye oy verdi. Demokrasi dışında yollarla iktidarın değişmesine de cumhurbaşkanı seçiminde açık bir “hayır” oyu kullandı.İki referandumda, Ak Parti’nin oyunun üzerinde oy alan, birinde yüzde 68, diğerinde yüzde 58 ile demokrasi tarafında yer alan halkın önüne bir kez daha yine demokrasi algısıyla çok bağlı bir ana gündem, anayasa ve başkanlık sistemi geliyor.Yeni anayasa bir taraftan barış sürecinin tamamlanmasını sağlayacak temel araç haline gelirken, yanına başkanlık sistemi de eklenmektedir.Seçmen, cumhurbaşkanı seçiminde, Tayyip Erdoğan’a yüzde 52 oranında oy verirken, başkanlık sisteminin ilk aşamasını da onaylamıştır.7 Haziran’da ortaya gelecek sandığın içinde en net haliyle başkanlık sisteminin yer alacağına bir kuşku kalmamıştır.Kamuoyu araştırmalarını bu tarafından okursak, halkın, seçmenin de bu konuyu tartıştığını görebiliriz. Ak Parti’ye oy veren veya vermeyi düşünen seçmendeki kararsızlık oranlarının yüksekliği tartışmanın bitmediğini göstermektedir.Seçmenin 7 Haziran gününe kadar bu tartışmayı sürdürmesi ve o gün noktayı koyması, şu andaki verilere göre en muhtemel durumdur.Aslında seçmenin başkanlık sistemine onay vermesinin oy oranı da, 400 milletvekili gibi bayağı yüksek çıta ve hedefler değil, yüzde 50 ve üzeridir.Ak Parti son genel seçimde yüzde 50’ye çok yaklaşmıştır ve en makul hedefi de bu seçimde yüzde 50’yi aşmaktır.Bu oy oranı, Meclis matematiğine anayasayı tek başına değiştirme çoğunluğu olarak yansımayacaktır. Ama siyasi anlamı “bu yolda devam et” işaretidir ve Ak Parti’nin bunun için matematik olmasa da siyasi gücünün tescilidir.
Ak Parti’nin siyasi geleneğinde, dışarıya açık tartışma ve açık siyasi yarış bulunmuyor. Bütün kongreler tek adayla yapılıyor, delegeler bu adaya oy veriyor.Bir siyasi partinin, Türkiye’de önemli bir siyasi partinin içinde tartışma olmaması, farklı görüş olmaması mümkün değil, ama bunlar varsa da kamuya yansımıyor.“Mazlum” tarafta yer alan siyasi hareketlerin, bir anlamda içine kapanıklığı, “kol kırılır yen içinde” ruhuyla hareketi zayıflatacak hiçbir şeye izin vermeme geleneği oldukça kuvvetlidir.Ak Parti’de bu gelenek ilk kez ve bayağı sert şekilde bozuldu. Ak Parti’nin halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı, partinin kurucularından başbakan yardımcısı ve partinin üç dönemdir Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen mensubunun bir arada sahnenin önüne çıkmaları kuşkusuz bir günün olayı değildir.Ak Parti’de “üç dönem kuralı”nın sarsıntısı yeni ortaya çıkmaktadır. Parti’nin kuruluşundaki yapısı, baştan aşağı değişecektir ve bu değişim Erdoğan’ın cumhurbaşkanı, Davutoğlu’nun başbakan olmasıyla başlamıştır.Ak Parti’de Gülen Cemaatiyle çatışmanın da alttan alta etkilerinin varlığı sezilmektedir.Gülen Cemaati, 2002’den itibaren Ak Parti ile tamamen aynı frekansta yer almıştır, bunun da tabanda önemli etkileşim alanları yaratması doğaldır.2010 - 2011’de, Kürt meselesindeki tavrı tamamen devlet hattında ve bazen ırkçılığa kadar varabilecek sertliklere ulaşan Gülen Cemaatinin, barış süreciyle birlikte giriştiği kalkışma ve devam eden çatışmanın Ak Parti tabanında etkisi olmaması da mümkün değildir.Ak Parti, mazlumların siyasi hareketi olarak gelişirken Gülen Cemaati de mazlumlar arasında sayılıyor, buna göre de sempati ve destek görüyordu.2011’den itibaren de “devlet unsuru” veya “devletleşme” sürecinin çatışmanın önemli bir ağırlığı olarak ortaya çıkması Ak Parti’nin siyasi terminolojisinde “paralel devlet - paralel yapı” kavramını da öne çıkardı.Ak Parti’nin siyasi tercihi, “mazlumların siyasi hareketi” yerine “devletçi merkez partisi” olmak şeklinde tecelli ederse, bunu ilk hissedecek olan da “mazlumlar”dır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Davutoğlu hükümetinin barış sürecini yönetmesiyle ilgili eleştirilerini kamuoyu önünde dile getirmesine karşılık Başbakan yardımcısı Arınç’ın cevapları bir siyasi krizdir.MİT Başkanı Hakan Fidan’la ilgili meselede olduğu gibi tartışma en şeffaf haliyle herkesin gözü önünde cereyan etmiştir.Ak Parti’nin kuruluşundan bu yana, parti ve hükümetler içinde çeşitli sancılar yaşanmış, bunların tümü halka hissettirilmeden çözülmüştür.Bu kez krizin kaynağı Kürt meselesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süredir, “Kürt meselesi yoktur” veya “kalmamıştır” şeklinde bir yaklaşımı devam ettirmektedir.Cumhurbaşkanı’nın görüşünün ne olduğu daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Erdoğan, Ak Parti hükümetlerinin yaptığı reformlarla, attığı demokratik adımlarla Kürtlerin kimlik ve özgürlük sorunlarının büyük ölçüde çözüldüğü kanaatindedir ve bundan sonra yapılması gerekenin müzakerelerin güçlendirilmesi değil, silahların bırakılması olduğunu düşünmektedir.Nevruz arifesinde İzleme Komitesine karşı çıkarken bu kanaatlere dayanan bir pozisyon almaktadır.Hükümet, son çıkan ‘barış süreci yasasıyla’ kendisine verilmiş yetki ve sorumluluk çerçevesinde “müzakere” yapabileceğini savunmaktadır. İzleme Komitesi talebini de Hükümet bu yasal yetkisine dayanarak kabul etmiştir.Ancak Erdoğan’ın Nevruz arifesindeki beyanlarının başka bir sonucu olmuştur. Bunu Bülent Arınç konuyla ilgili ilk konuşmasında dile getirmiştir ve Abdülkadir Selvi’nin dünkü Yeni Şafak’taki yazısında mesele açığa çıkmıştır.Selvi’den öğrendiğimize göre Abdullah Öcalan’ın Nevruz deklarasyonunda “silahlı mücadelenin sonlandırılacağı kongre” için 15 Nisan tarihi verilmişti, ancak Erdoğan’ın konuşmasının ardından bu bölüm çıkarılmıştı.Kriz şu anda bu aşamadadır ve hükümetin, Bülent Arınç aracılığıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan istediği, görüş ve eleştirilerini basının önünde dile getirmemesidir.Seçime iki buçuk ay kala, ortaya böyle bir sorunun çıkmasını Hükümet tarafı doğal olarak olumsuz sonuçlar çıkabileceği ve bunun da seçime yansıyabileceği değerlendirmesini yapmıştır.Cumhurbaşkanı için de Başbakan için de, bu krizi hemen gömmek ve seçim sath-ı mailinde barış sürecini tekrar öne çıkarmak dışında bir ihtimal yoktur.