Bir ülkenin dış politikası ekonomik çıkarlarının aleyhine olur mu? Olurmuş. Anlaşılıyor ki, biz bunu başarmışız.Turizmle ilgili kesin ve resmi rakamlar açıklanırken gelen bilgi endişe verici. Geçen yılın ilk beş ayında Antalya bölgesine 500 bin Rus turist gelmiş, bu yılın aynı döneminde ise sadece 21 bin.Kaba bir hesapla kayıp 5 milyar doları, yıl sonuna kadar 10 milyar doları geçecek. Bu sadece Antalya bölgesinin hesabı.Sadece turizme bakılınca, Doğu ve Güneydoğu’ya iç ve dış turizmin sıfırlandığı da bellidir. Bunun hesabını uzmanlar yapıyordur, bize de söylerler.Turizmciler Batı ve Güney’e gelen Alman ve İngiliz turist sayısında da ciddi azalmalar olduğunu söylüyorlar. Bunların hesabı da yıl sonunda çıkar.Rusya’nın ambargosu dolayısıyla ortada bazı rakamlar dolaşıyor, ama resmi bir bilgi çıkmıyor. Türkiye’nin ihracatıyla ilgili rakamlar da yakında ortaya çıkar.Ortadoğu’ya dönük hemen bütün ihracat kapılarının kapanmış olmasına Rusya pazarı da eklendiği zaman toplam ihracat kaybını da öğreneceğiz.Bunların hepsi Suriye meselesiyle başladı. Mısır tuzu biberi oldu. Rusya da en ağır darbeleri vurdu.Suriye’nin kaçınılmaz faturalarının en büyüklerinden biri de mülteciler olarak sırtımızda duruyor.Avrupa’nın vereceği mali desteğin son durumunu da henüz bilmiyoruz. Ama son gelişmeler göz önüne alındığında bu meseleyi de bir şekilde yoluna koyma fırsatını kaçırdık gibi görünüyor.Ekonomik açıdan baktığımızda tablonun ne yazık ki pek karamsar olduğunu kabul etmek durumundayız.Bütün bunların tekrar yola sokulmasının alacağı süreleri düşünmeden önce bunların henüz halka yansımadığını da belirtmek gerekiyor.Güneydoğu’daki savaşın, yaklaşık 10 milyon insanın yaşadığı bölgede yol açtığı ekonomik yıkım zaten ortadadır.Ekonomide sadece olumsuz işaretler olduğu zaman da bu, bir yerlerde patlar. Ve her zaman da fatura nihai olarak halkın önüne konulur.Bunun için de bir zaman vermek gerekirse, ekonomistlerin bu yıl sonunu, 2017 başını işaret etiklerini aktaralım.
Kadınların başörtüsü takıp takamayacakları konusunda çok kavga ettik. Sonunda doğru noktaya geldik. İsteyen kadın başını örter, isteyen örtmez. Devletin bu karışma hakkı yoktur.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun süredir tekrarladığı, dün yine söylediği bir “en az üç çocuk” ısrarı var. Böyle bir görüşü olabilir, bunun bu kadar çok tekrarı başka anlamlara gelir.Ülkemizde hâlâ sokakta yaşayan çocuklar var. Yeterli beslenemeyen yüz birlerce çocuk var. Doğru dürüst eğitim alamayan milyonlarca çocuk var. İşsizliğe mahkum milyonlar var.Fakirlik sınırının altında yaşayan milyonlarca insanın çocuklarının “rızkı” verilmiş olmuyor.Çocukları besleyemiyoruz, eğitemiyoruz, dünyaya hazırlayamıyoruz. Devlet önce bunları çözmek durumunda.Devlet tarafından bakınca kadınlara nasıl başörtüsü takıp takmayacağını söyleme hakkı yoksu, kaç çocuk yapacağını söyleme hakkı da bulunmamakta. Başörtüsü veya türban ile çocuk ısrarının bir farkı yoktur.Devlet insanların özeline girdiği, yaşama anlayışlarına karıştığı, çocuk yapıp yapmamalarına karıştığı zaman o devlet başka bir devlet olur.Devletin dönüşmesi üzerine çok konuştuk, çok tartıştık. Ama devletin insanların kişisel tercihlerine, yaşamıyla ilgili karar verme, talimat verme hakkına sahip olmadığında herhalde anlaşmış bulunuyoruz.İsteyen kadın başörtüsü takar, isteyen kadın istediği gibi giyinir, isteyen kadın beş çocuk yapar, istemeyen kadın çocuk yapmaz.Eğer devlet gerçekten dönüştüyse, bunların hepsinin tercihlerine aynı saygıyı gösterir, birinin tercihi için herhangi bir baskı yapmaz.Çok çocuklu ailelere sosyal destek sağlamak da devletin görevidir, ama bunu bir devlet politikasına dönüştürme hakkı ve yetkisi yoktur.Eğitimin kalitesinin sürekli düştüğünün kanıtları her gün önümüze çıkıyor. Bunu devletin bilmemesi de mümkün değil. İnsanların çocuklarını, özellikle kız çocuklarını okula göndermeleri için çok uğraştık. Belli mesafeler aldık. Ama çocuklarımızı iyi eğittiğimizi söylemek düpedüz yalandır.Kadınlar başörtüsü taksın ya da takmasın, çocuk yapsın ya da yapmasın kimseyi ilgilendirmez, devleti de ilgilendirmez. Devlet önce çocukların doğru dürüst beslenmelerinin ve doğru dürüst eğitim görmelerinin tedbirlerini alsın yeter.
Eskiden Batı basınında Türkiye ile ilgili bir haber olduğu zaman hemen bunun haberini yapar yayınlardık. Ama o haberler o kadar ender çıkardı ki, hepsi önemli haber muamelesi görürdü.Şimdi ise Batı medyasında Türkiye ile ilgili o kadar çok haber çıkıyor ki, hepsine yetişmek mümkün değil. Bu yüzden de en “sivri” olanlar seçiliyor, tepkisiyle birlikte aktarılıyor.Batı basınında son dönemde yer alan haberlerin büyük kısmı bizimle ilgili çok ayrıntı içermeleri. Türkiye’nin iç politika meseleleriyle ilgili haberlerin kimileri, kendileriyle ilgili siyasi haberlerden daha fazla ayrıntı içeriyor.Eskiden “Çirkin Amerikalı” gibi büyük genellemeler yapılırdı. Batı basının bizimle bu kadar ayrıntılı ilgilenmesine bakınca da “Meraklı Batılı” diyesimiz geliyor.İngiliz Economist dergisinin son sayısında yer alan haber-yorumda, olası bir erken seçimde HDP’nin yüzde 10 barajını aşamayacağı görüşü öne sürülüyor.İngiliz meslektaşlara hatırlatalım ki, henüz biz bu konuyu tartışıyoruz ve net bir sonuca varmış değiliz. HDP’nin çok darbe yediği kesin. Ama baraj altında kalacağına inanmak fazla hızlı verilmiş bir karar.Savaş bölgesinde yaşayan milyonlarca insan kime oy verecek? Kendileriyle ilgilenmeyen, kafası karışık CHP’ye mi? “Taş taş üstünde baş baş üstünde kalmasın” diyen MHP’ye mi? “Barış sürecini rafa kaldırdık” diyen “askeri çözüm”ün sonuna kadar gidileceğini ilan etmiş olan Ak Parti’ye mi?Bölge halkı daha büyük korkular ve endişelerle karşı karşıya kalmazsa, sandığa gidebilirse yine HDP’ye oy vermesinden daha doğal bir durum yoktur."Meraklı Batılı” Türkiye’nin iç siyasetinin ayrıntılarına girerken, anlaşılıyor ki çok kısıtlı ve belli kaynaklardan besleniyor. Bir de “aleyhte” sonuçlara varma ve Tayyip Erdoğan’la ilgili bir şeyler söyleme adeti neredeyse otomatik bir refleks haline gelmişse, endaze sapmaları da kaçınılmaz olur."Meraklı Batılı”ya iki tavsiye: Bilgi kaynaklarını çeşitlendirmek ve her konuya Erdoğan karşıtlığıyla başlamamak.
Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımı kararıyla, aramızda “niza” olan ülkeler arasına Almanya da eklendi.Liste, bayağı kabarık ve ağır bir hale geldi. Önemlilerini sayalım.Suriye ile aşağı yukarı savaş halindeyiz. Bu kriz mülteciler dolayısıyla büyük bir iç ve uluslararası sorun haline gelmiş durumda. Mültecilerle birlikte vize muafiyetinin de krize dönüşmesiyle bütün Avrupa ile sıkıntılı bir noktadayız.Rusya ile durumumuz belli, Putin yönetimi en küçük bir gevşeme göstermediği gibi ambargoları sımsıkı uyguluyor, bunlara küçük küçük başka baskılar da ekliyor.ABD ile Suriye Kürtleri ve Suriye politikası dolayısıyla oldukça “serin” bir dönem yaşıyoruz. Amerikan yönetimi Ankara’nın “kırmızı çizgi” veya “hassasiyet” dediği hiçbir konuyu dikkate almıyor.Mısır ile ilişkilerimiz Sisi darbesinden beri sıfır noktasında. Bütün Arap dünyası ve Batı, Mısır ile ilişkilerini normalleştirmiş durumda.Bu listeye, ambargo uyguladığımız Ermenistan’ı da eklemek gerekiyor.Hem Amerika hem Rusya hem Almanya ile ilişkileri bozuk olan tek ülke herhalde biziz.Yakın dönemde tek ilişki düzeltmesini ise İsrail ile yapmayı başardık.Almanya’nın soykırım kararına karşı yapabileceklerimiz de çok belli. En yüksek seslerimizle bağıracağız ve bağırmaya devam edeceğiz.Ama Ermeni meselesinin bizim için, Türkiye Cumhuriyeti için bir sorun haline gelmesindeki yanlışlarımızı konuşmayacağız.Almanya’dan şu anda oldukça serinkanlı karşı tepkiler geliyor. Merkel de “Türkiye ile ilişkilerimiz güçlüdür” diyerek krizin büyümesini istemediklerini ifade etti.Ama Ankara, Almanya’nın soykırım hamlesini yaparken sonrasına ilişkin hesapları yaptığını herhalde tahmin ediyordur.“Niza” listesi kabarık olduğu zaman “herkesle kavgalı” görüntüsü her konuda aleyhe çalışan bir durum haline gelir. Bu da en beklenmedik konularda bile sorun çıkması ihtimalidir.“Herkesle kavgalı” görüntüsü verenin, en haklı konularda bile sözünü dinletmesinin zorlaştığı da bir başka gerçektir.Dışa verdiğimiz görüntünün içinde bir de “savaş” olduğunu unutmayalım.
Bugün korkmamızın nedeni, Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımı kararını oylayacak olması.Belki siyasi ve diplomatik baskılar sonuç verir, bugünü de atlatırız. Ama bu meseleyi kendimiz düzeltene kadar korkmaya devam edeceğiz.Şu ana kadar onlarca parlamento, ülke benzer kararlar aldı. Her seferinde aynı heyecanı yaşadık, her seferinde benzer tepkiler gösterdik.Almanya Meclisi’nin neden şu anda böyle bir meseleyi gündeme getirdiğine gelince cevabı da pek karmaşık değil. Son dönemdeki inişli çıkışlı ilişkiler dolayısıyla karşı taraf “zayıf” bir noktaya vuruyor.Ermeni soykırımı veya kıyımı veya büyük felaket Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki yönetiminin işlediği bir suçtur.Bu suçun yansımalarının Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine sıçramasının nedeni de tümüyle, evet tümüyle Ankara’daki değişik siyasi iktidarların yanlışlarıdır.Bir insanlık suçunun, yüzyıl sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Türklerin ve Kürtlerin üzerine yapışmasının hiç bir anlamı yoktur. Ama bu durumun esas sorumlularının da kendi içimizde olduğunu bilmek zorundayız.2008’de Ankara önemli bir hamle yaptı, bugünkü Ermenistan’a elini uzattı. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül Erivan’a gitti, İsviçre’de görüşmeler yapıldı, bu görüşmelere Amerikan yönetimi adına dışişleri bakanı Hillary Clinton da katıldı.Buradan bir “dostluk” çıkmasını engelleyen, girişimlerin sonuç kalmasına yol açanın bugünkü Ermeni yönetimi olduğu da doğrudur.Sonuçta Türkiye’nin bu korkudan kurtulması, tarihi gerçeklerin tarih olarak yerli yerine oturtulması da sağlanamamıştır.Yüzyıllık yanlış politikaların tek bir hamlede düzeltilebilmesi de kolay değildir. Bu yüzden Ermeni meselesi de Türkiye’nin zayıf noktalarından biri olarak kalmıştır.Almanya’ya “neden zayıf bir noktamıza vuruyorsun” diye sitem etmemizin, kızmamızın da fazla bir anlamı yok. Bir çatışma varsa zayıf noktalar aranır, bulunur.Buradaki zayıflığımızı kendimiz ortadan kaldıramıyorsak kimseye söyleyecek bir lafımız da olmaz.
Amerika ile son kavgamız, Amerikalı askerlerin YPG üniforması giymeleri üzerine koptu. Amerikalılar birkaç farklı açıklama yaptılar, sonra kendi bildiklerini okudular.Suriye ve çevresindeki bütün tartışmalarda ABD, Ankara’nın talep ve önerilerinin hemen hiçbirini yerine getirmedi. Şu anda bütün gelişmeler ABD ile Rusya’nın işbirliği üzerinden sağlanıyor.ABD ile Rusya bölgede bazı kararlara vardılar ve bunlara Ankara’dan gelen itirazları kabul etmiyorlar. Bunların arasında Ankara için en önemlisi de PYD-YPG’nin Ankara’nın istediğinin tersine IŞİD’e karşı müttefik olarak kabul edilmesi ve her türlü desteğin verilmesidir.Bu arada IŞİD’in Türk toprağında bazı imkanlar kullanabildiğine ilişkin Amerikan ve Rus iddiaları da devam etmektedir.Ankara’nın Suriye politikasının hedefinde, Esad yönetiminin gitmesi ve bir tür Suriye baharıyla daha demokratik bir ortama geçilmesi vardı.Bu hedefin gerçekleşmemiş olmasından Ankara’nın Suriye politikasının başarısızlığı sonucunu çıkarmanın ötesinde asıl soru bundan sonra ne yapılacağı üzerine olmak durumunda.Suriye meselesi çerçevesinde Ankara ile Moskova arasındaki ilişkilerin de, cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde bozulması da tartışılmaz bir gerçektir. Bunun Türkiye’ye maddi maliyetinin oldukça yüksek olduğu da ortadadır.Bugün itibariyle baktığımız zaman Suriye dolayısıyla yaşadığımız sorunlarda “şunu başardık bunu sağladık” diyebileceğimiz bir nokta bulunmamaktadır.Amerika, Rusya ve de Avrupa’nın politikaları çok nettir ve üçü de Ankara’nın politikalarına ve taleplerine karşı mesafeli durmaktadır.Üç büyük gücün üçüyle birden ilişkilerin sorunlu olmasının, yaşanan süreçlerle ilgili açıklamaları elbette vardır. Ama aynı noktada durmanın herhangi bir faydasını açıklamak da mümkün değildir.Ankara’nın politik hatlarında ciddi revizyon ihtiyacı zorunlu hale gelmiştir. Hatta bazı konularda revizyondan öte “keskin viraj” ihtiyacı da hissedilmektedir.Politika, herkesin ilk konulduğu yerde durduğu bir oyun değildir. Politikada marifet değişen koşullara göre hızlı pozisyon değiştirebilmektir.
İstanbul’un Sultan Mehmet tarafından fethi, insanlık tarihinin akışını değiştiren bir olay. Bu yıl 563’üncü yılı ve bu kez de görkemli bir törenle kutlandı.Fazla uzak bir günü bu kadar görkemli kutluyoruz, çünkü toplumun ciddi bir morale ihtiyacı var. Canlı yayın yapan kanallarda konuşanların çoğunluğu da tarih anlatmadılar, sözü hep bugün yaşadıklarımıza getirdiler. Kendimizi kendimize övmek de vazgeçemediğimiz bir alışkanlığımız.Çatışmalardan, gerilimlerden Türk toplumunun bayağı yorulduğunun kanıtlarını her gün görmek mümkün. Bu yorgunluk bazen insani çöküntülerle karşımıza çıkıyor, bazen çaresizlik çığlıklarıyla.Siyasi yapının birçok unsurunun içinde bulduğu çöküntü durumu da genel yorgunluğunun yansımalarından biri.Çatışma ve gerilim ruhu, konuşmaktan kaçma güdüsü toplumun bütün dokusuna yayılmış ve insan ilişkilerinin her tarafına sıçramış durumda.Fetih konuşmaları yapanların bazıları, moral ve kendimizi övme adına Nobel Kimya ödülünü bir Türk’ün almasını hatırlatırırken, Nobel Edebiyat ödülünü de bir Türk’ün aldığını unutuyorlar. Türk toplumunun önüne konulmuş olan 2023 hedeflerini de toplumun “içselleştirdiğini” de söylemek mümkün değil. Çünkü toplum 2023 hedeflerinin ne olduğu konusunda bir fikir sahibi değil. Tahminlerle durum idare ediliyor.Bu yüzden İstanbul’un Fethinin 563’üncü yılını bu şekilde kutlamak ihtiyacını hissediyoruz.Bu yüzden Fetih ile ilgili tarihi gerçeklerle de ilgilenmiyoruz, tarihçiler de ortaokul ders kitabı düzeyinde konuşmalarla geçiştiriliyor.Çatışma dili önde oldukça, toplumun moralinin buna göre şekilleneceğini siyasi yapı görmemekte ısrar ediyor. Bunun dışına çıkma çabaları da hiç yok değil, ama onlar da fazla öne çıkamıyor.İstanbul’un Fethinin 563’üncü yılını kutlamak iyi bir şey, herkes için iyi bir şey. Bir meydana 1 milyon insanın gelerek bu kutlamaya katılması da iyi bir şey.İnsanların buradan moral kazanması da iyi bir şey. Yeter ki bunun gerçek değerini ve gerçek anlamını iyi bilelim.
Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iki taraf açısından da tam bir ızdırap haline dönüştü. Aynı sözler, aynı kelimelerle yıllardır tekrarlanıyor ve aşağı yukarı aynı noktada duruluyor.2004 yılındaki tam üyelik başvurusuyla canlanan ilişkiler, önce Avrupa tarafından gelen engellemelerle soğutuldu. Tam üyelik giderek Türkiye açısından öncelikli bir perspektif olmaktan çıktı.Bir ara Ankara’dan en çok tekrarlanan “Bizim hedefimiz AB standartlarıdır, ister alsın ister almasınlar” formülü oldu.Bir dönem, “AB’ye uyum yasaları” adıyla yapılan reformlardan da epeydir söz bile etmiyoruz.Geçen günlerde İngiltere Başbakanı Cameron’un “Türkiye ancak 3.000 yılında AB üyesi olabilir” sözü de aşağılayıcı vurgusuyla birlikte Avrupa’nın meseleye bakışını özetledi.Fazla uzağa da gitmeye gerek yok. İki gündür çarşaf çarşaf yayınlanan, yıkıntılar arasında elleri havada teslim olan gençler ve çocukların fotoğrafları bile yeterlidir.2016 yılının Mayısında böyle görüntülerle anılan bir ülkenin Avrupa Birliği standartlarına nasıl ulaşacağı sorusunun cevabı da olumlu olamaz.Sovyetler Birliği yaklaşık 23 yıl önce dağıldı, Balkanlar yirmi yıl önceki savaşlarla büyük acılar çektiler, ülkeler bölündü. Ve bunların hepsi demokratik düzenlerini kurdular, reformlarını yaptılar, Avrupa Birliği standartlarını tamamladılar ve üye oldular.Avrupa Birliği’ne karşı bizim savunma sistemimiz ise “Bizim koşullarımız farklıdır, bunu kabul edin ve bu şekilde üye olalım” hattından öteye geçebilmiş değildir.Avrupa da bıkmadan usanmadan aynı şeyi tekrarlıyor: “Birliğin ilkeleri bellidir, bunlara uymak zorundasınız.”Bu kilidin açılması da mümkün görünmediğine göre yapabileceğimiz son bir “yiğitlik” kaldı: Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu geri çekmek.Yakın dönemde “Herkes kendi yoluna gider” lafı çok fazla edildi. Yeni Avrupa Birliği Bakanı’nın bile ilk beyanatı aynı minvalde oldu.O zaman gereğini bir an önce yapalım ve kendi ızdırabımız da sona ersin, Avrupa’nın bizimle ilgili ızdırapları da son bulsun.