Rusya ile hızlı barışma, İsrail ile, daha yavaş olsa da daha radikal bir barışma gerçekleşince herkesin gözü aynı noktaya döndü.En yakın beklentiler Suriye konusunda bir yumuşama ile Mısır ile barışma.Her ikisi de muhtemeldir ve zor değildir. Ama asıl beklenmesi ve kuvvetle talep edilmesi gereken barış halen Kürtlerle barıştır.Bir yıl önce Hükümet-devlet barış sürecini rafa kaldırmaya ve büyük operasyonlara başlamaya karar verirken herhalde savaşın bu noktaya kadar geleceğini beklemiyordu.Suriye Kürtleri de aynı dönemde, PKK uzantıları olarak nitelendi ve dışlandı.Şu anda Suriye Kürtlerinin örgütleri kuvvetli dış desteklerle kendi bölgelerine tam hakim olmuşlardır ve Suriye’deki değişimle birlikte özerklik aşamasına geçeceklerdir.Bölgedeki askeri durum, IŞİD’in geriletilmesinde Suriye Kürtlerinin önemli bir kuvvet haline gelmesiyle birlikte Ankara da sessizlik noktasına geçmiştir.Ankara, Kuzey Irak’taki fiili bağımsızlığa karşı tutumunu çoktan terk etmiştir. Suriye Kürtleri de özerklik noktasına geldiklerinde bunu da kabul edecektir.Asıl barışma Türkiye Kürtleriyle olacak barışmadır. Türkiye Kürtleri barış sürecine verdikle büyük destekle bu barış beklemekte, istemektedir.Ankara, Türkiye Kürtleriyle barışma iradesini gösterdiği, bu iradeyi inandırıcı şekilde ortaya koyduğu zaman Türkiye Kürtlerinin PKK’yı dışlama sürecinin başlayacağını Ankara’da görenler hala vardır.Türkiye Kürtleriyle barışma sürecini başlatmakta geciktikçe büyük korkularımızın gerçek olmaya yaklaştığını görenlerin öne çıkma zamanı çoktan gelmiştir.Türkiye Kürtleriyle barışma sürecini kuvvetli şekilde başlatmak için tabii ki barış sürecini başlatırken gösterilen cesaret, belki daha da fazla cesaret gerekiyor.Bu cesaret askeri operasyonları durdurmak da olabilir, Abdullah Öcalan’ın ev hapsine çıkması da olabilir, HDP’lilerin Meclis’ten kovulmaktan vazgeçilmesi de olabilir.İsrail ile barışırken, Rusya ile barışırken, Ortadoğu politikasında ciddi bir revizyon yaparken gösterilen cesaretin Türkiye Kürtleriyle barışmak için gösterilebileceğini de düşünmek için çok fazla neden var.
“Irak Şam İslam Devleti”nin kısaltılmışı oluyor IŞİD. Zaten ismiyle de hedefini söylüyor. Birinci hedef Irak Şiileri, ikinci hedef Suriye’deki Şii yönetimi.IŞİD kafasına estiği gibi saldıran bir “kör terör” örgütü değil. Çok ciddi siyasi hedefleri olan ve bunun için en karlı şiddet eylemlerine girişen bir örgüt. Bir Ortadoğu bataklığı ürünü ve bataklığın en büyük karanlığı olmuş durumda.IŞİD’in en kanlı şiddet eylemleriyle Türkiye’yi hedef almasını açıklamak çok zor. Türk halkı Şii değil. Türkiye Irak Şiilerinin büyük bir müttefiki değil. Üstelik Türkiye Suriye ilişkileri de “düşmanlık” denebilecek bir noktada.Normal siyaset mantığıyla IŞİD’in üçüncü büyük hedefinin Türkiye olmasını açıklamak mümkün değil. Ama Ortadoğu’da normal siyaset mantığı çalışmıyor.Bunun için de Ortadoğu’ya “bataklık” deniliyor. Ortadoğu’da kimin kiminle ittifak yaptığı, iş yaptığı her an değişebilir, her siyasi ve askeri kuvvet her an başka bir oyunun içine girebilir.Ortadoğu bataklığı konusunda uyarılar yapıldığı zaman bazılarının yüzlerinde müstehzi gülümsemeler belirir, Türkiye’nin gücüne güvenmemek suçlamaları dökülürdü.Şu anda ne yazık ki Ortadoğu bataklığı bizi de içine çekmiş durumda. İsrail ile anlaşarak, Rusya ile barışarak bataklıktan sıyrılmaya çalışıyoruz.Mısır ile barışınca, hatta Suriye politikası hat değiştirince Türkiye Batı’nın istediği noktada durmuş olacak.Bu nedenle de IŞİD’in kimin tarafından kullanıldığına kafa yoranlar fazla acele hüküm vermekten kaçınmalıdır.IŞİD’i, Türkiye’nin başına sarılmış en büyük “Batı komplosu”nun bir aracı olarak görmek ve gücümüzü buna göre sınamaya kalkmak bizi Ortadoğu’ya biraz daha çeker.Bakmak zorunda kaldığımız 2.5 milyon mülteci ile Güneydoğu’da devam eden savaş, zaten Ankara’nın manevra alanlarını çok daraltmıştır.Ortadoğu bataklığından sıyrılabilmek için dayanabileceğimiz kuvvetleri de doğru tespit etmek en hayati konuların başındadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya başkanı Putin’e yazdığı mektup açıklandı. Erdoğan bu mektupta düşen uçakla ilgili “üzüntü” bildiriyor.“Üzüntü” bildirmek, özür dilemek anlamına gelmiyor. Şu anlama geliyor: Siz de bir adım atarsanız özür dileyebiliriz.Putin’in cevabı şu anda belli değil. Özür ve tazminat talebi tekrarlanabilir. Bu talebin yanına bir “açık kapı” da eklenebilir.Cevap nasıl gelirse gelsin, Ankara Rusya ile ilişkileri normalleştirme yönünde önemli bir adım atmıştır.Çevremizdeki ülkelerle ilişkilerimizin şu andaki durumuna baktığımızda manzaranın hiç de iç açıcı olmadığını tespit etmek zor değil.Ama Ankara, bütün ilişkilerin “revizyon”u yolunda önemli hamleler yapmaya başlamıştır.İsrail ile ilişkilerin normalleşmesine çok yaklaşılmıştır. Bu noktaya varılırken, İsrail’in Gazze ablukası meselesi de tartışılmaya devam etmektedir.Türk kamuoyuna, Ankara’nın bu anlaşmaya ulaşırken Gazze konusunda herhangi bir geri adım atmadığı mesajı verilmektedir.Böyle bir barışma sürecinde iki tarafın taleplerinin de tam olarak yerine gelmesi söz konusu olmaz. İki taraf da belli tavizler verdiği zaman bir uzlaşmaya varılır.Rusya meselesinde ise Putin’in tavrı şu ana kadar hiç taviz vermeden özür ve tazminat talebi noktasındadır.Rus uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak, Ak Parti’ye yakın medyada, bunu “paralel yapı”nın, Gülen cemaatinin Türk-Rus ilişkilerini bozma icraatı olduğu iddiası da yer almıştı.Bu da özür için bir kapı aralamak anlamına geldiğine göre, Ankara’nın özür dilemeye çok yaklaştığını da söyleyebiliriz.Türk-Rus ilişkileri milyarlarca dolar zararın ardından onarıldığı zaman, “neyse bunu da atlattık” deyip geçebiliriz.Ama “Peki biz bunu niye yaptık” diye sorarak Rus uçağının düşürülmesi anına ve Ankara’nın Suriye politikasına da dönebiliriz.Rusya krizinin çıktığı andan itibaren verilmiş olan mesajları dikkate alırsak, siyasi iradenin Türk halkına “biz bunu niye yaptık” sorusunun cevabını çok açık vermesi gerektiğini de görebiliriz.
Cumhurbaşkanı’na hakaretten açılmış dava ve soruşturmaların sayısını Adalet Bakanlığı biliyordur. Bunların tam sayısını ve bu suçtan tutuklu olanların sayısını bakanlık açıklarsa hepimiz öğreniriz.Ama öğreneceğimiz rakamdan memnun olmamız mümkün değil. Şu ana kadar duyulan dava ve soruşturma sayısı herhalde binin üzerindedir.Bu da çok yüksek bir rakamdır. Batımızdaki ülkelerde bu davaların aşırı ender olduğunu hatırlarsak, durumumuzdaki arızayı daha iyi görürüz.Sürekli gerilim alanları yaratmak bir siyaset stratejisi olarak zaman zaman başarılı olabilir. Gerilim yaratana karşı gerilim dozunu artırarak çıkmak da bir stratejidir.Bu stratejinin hem Gezi ertesi hem de 17-25 aralık ertesinde başarılı olduğunu gördük. Ama bu stratejinin başarılı olması için, gerilimi düşürmek imkanları ve iktidarını kullanmak da gerekir.Gerilim ve çatışmanın yükseldiği anlarda taraf olanların pozisyonları daha da kuvvetlenir. Güneydoğu’daki savaş da buna taraftar olanların ve arşı olanların pozisyonlarını kuvvetlendirmiştir.Bu büyük gerilim bütün toplumu yormaya devam ederken, toplumu başka gerilimlerden kurtarmak ve bazı çatışmaları bitirmek de bir siyaset ustalığı gerektirir.Siyasi yapının birçok unsurunun bütün pozisyonlarını Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerine kurması durumu da aslında siyasetin tümünü sıkıştırmaktadır.Bu “donma” durumunda siyaset alanları açılamadığı için topluma yansıması da sürekli olumsuzluk üzerine olmaktadır.“Açılım” kelimesi de aşırı kullanımdan yıprattığımız kavramlardan biri olsa da, küçük açılımların belli rahatlamalar sağlayacağına kuşku yoktur.Erdoğan, cumhurbaşkanına hakaret davaları ve soruşturmalarındaki bütün şikayetlerini geri alırsa, küçük gibi görünen ama siyasete çok başka kapılar açan bir “açılım” gerçekleşmiş olur.Siyaset alanının bu kadar daralmasının tespitini bir danışman “sadece Cumhurbaşkanı siyaset yapsın” cümlesiyle anlatmıştı. Herkes siyaset yapsın, siyaset alanı bugünkü daralmadan çıksın ve bunun yolunu da siyasi iktidarın tümü açsın. Hakaret davalarından kurtulmak da bu hattın açılması için iyi bir araç olur.
İngiliz halkının küçük bir farkla Avrupa Birliği’nden çıkma kararını alması üzerine Ankara’dan bundan bir “pay çıkarma” hareketi başladı.Söylenmeye çalışılan şu: Avrupa Birliği bizim eleştirilerimizi, önerilerimizi dikkate almadığı için böyle bir krize girdi.Avrupa Birliği ile Türkiye’nin ilişkisinin tıkandığı bir tek ana nokta vardır. Bu da Türkiye’nin, tam üyelik adayı olmasına rağmen zorunlu kriterleri yerine getirmemesidir.Vize muafiyetiyle ilgili görüşmelerde de AB’nin bazı demokratik kriterleri işin içine sokmasına Ankara tepki gösterdi. Şu anda Türklerin AB ülkelerine vizesiz girmesi konusu askıya alınmış durumda, dolayısıyla Türkiye üyelik yolunda önemli bir adımı yine atmamış oldu.Avrupa Birliği üyelerinin pek çoğunda, Türkiye’nin tam üye olmasını istemeyen kuvvetli dalgalar bulunmaktadır.Bu karşı dalgalara gerekçe teşkil eden konularda Türkiye’nin gelişme sağlamaması, tam Türkçesiyle demokratik süreçlerini tamamlamaması asıl engeldir.Bir ara “ev ödevleri” lafı çok kullanılırdı. Doğrusu Türkiye AB’nin önüne her çıktığında belli bir pozisyonda durmaktadır: Bizim koşullarımız sizden farklıdır, bizi bu halimizle üye alırsanız alın.İngiltere vesilesiyle Ankara’da da “biz de referandum” yapabiliriz fikri de aslında konuyu kapatmayı halka yaptırma fikridir.İç kamuoyundaki ana eğilimin, Avrupa’nın bizi çok fazla oyaladığı ve bizi istemedikleri yönünde olduğu için de böyle bir referandumdan “istemiyoruz” çıkması çok normaldir.İngiltere olayı, Ankara için Avrupa Birliği defterini kapatmak için kullanılabilir bir gerekçe yaratmıştır.İngiltere’nin birlikten çıkmasının hem Avrupa’nın hem de bizim siyasi, ekonomik ve sosyal hayatımızda yaratacağı etkiler henüz belli değildir. Ancak diğer AB üyelerinin yaşayabilecekleri olumsuzlukları Türkiye’nin yaşaması ihtimali de yüksek değildir.Ankara konunun üzerine erkenden atlarken Türkiye’nin AB defterini kapatmasını sağlamak istiyorsa, bunu yapması da çok kolaydır. Ama bunun Batı’da yaratacağı algıları değiştirmek de çok güçtür.
Çoktandır biliyoruz, futbol bizim için sadece futbol değil. Yaralarımızın, ölçü ve görgü eksikliklerimizi yüzümüze tutan bir ayna.Futbolu, seyri en keyifli spor dallarından biri olarak zevkini çıkarmaktan bile aciziz.Futbola da savaş gibi yaklaşıyoruz, bir savaş ve çatışma alanı haline çeviriyoruz.Konu hele milli takım olunca birçok hastalığımız fazlasıyla nüksediyor.Ama birinci hastalık anında çıkıyor. Takımın adı “milli” olduğu zaman konuşmak, eleştirmek, tartışmak yasak hale geliyor.Futbolu oynayan “milli” takım olduğu için herhangi bir eleştiri yapanlara ayağı yukarı “vatan haini” denilmesini bile normal karşılar olduk.Tabii ki isterdik ki, milli futbol takımımız büyük başarılar kazansın, biz de bunun keyfini ve mutluluğunu yaşayalım.Olmadı. Neden olmadığını “sen Türk değil misin” seslerine rağmen konuşmak durumundayız.Ölçüleri kaçırmamızı da konuşmak zorundayız, futbolu bu kadar sevmemize rağmen neden başarısız olduğumuzu da konuşmalıyız.Sporun bütün dallarındaki altyapı eksiklerini de konuşmalıyız, temel eğitim döneminde gençlere, çocuklara verilen spor eğitiminin aşırı eksikliğini de konuşmalıyız. Büyük statlara çok büyük yatırımlar yapılıyor, ama tribünler boş kalıyor. Bu konuda futbolda ileri ülkelerle aramızda çok açık bir fark var. Ama buna değinmiyoruz bile.Futbol büyük bir sanayi dalı. Bizim gördüğümüz en ucundaki futbolcular. Bu sanayi dalının temel yapılarındaki eksiklerimiz var oldukça, en uçta gördüğümüz genç insanlara yönelik tepkiler ve anlamsız konuşmalarla vakit geçirip duracağız.Futbolu gerçekten bu kadar seviyorsak, keyfini çıkarabilmemizin bütün koşullarını yerine getirmemiz gerekiyor. Öncelikle de futbolu bir çatışma alanı olmaktan çıkartmak için çaba göstermemiz gerekiyor.Tabii ki son maçtaki son gol üzerine de muhabbet yaparız, ama asıl derdimiz ve çarelerini göremezsek orada kala kalır, her büyük futbol olayında keyfimizi kaçırır, moralimizi bozarız.
HDP’li milletvekillerinin toparlanıp içeri atılmaları için son düğmeye basıldı, bundan sonra “bağımsız” yargı çalışacak.Yargının nasıl çalışacağına dair bir tereddüte gerek yok. Özgür Gündem gazetesine nöbetçi yayın yönetmenliği yapanların tutuklanması nasıl çalışacağını gösteriyor.Önce HDP’liler savcılıklar tarafından iadeye çağırılacak. Eğer gelen olursa savcı tarafından tutuklanmak üzere mahkemeye sevk edilecek ve tutuklanacak.Selahattin Demirtaş’ın söylediği gibi vekiller ifadeye gitmezlerse, haklarında “ihzar”, yakalanarak getirilmesi kararı çıkartılacak.Sonra da devlet-hükümetin büyük av partisi başlayacak. Evler basılacak, yakalananlar gözaltına alınacak, diğerleri için de yine baskınlar yapılacak.Gözaltına alınanlar adliyeye götürülürken tepki gösterenler olacak. Bunlar kalabalıksa biber gazı ile dağıtılacak, tepki gösterenlerden de gözaltılar ve tutuklamalar olacakBunun bir “demokrasi görüntüsü” olduğunu, meselenin sadece “terörle mücadele” olduğunu, ülkenin barışa böyle ulaşacağını anlatmaya çalışanlar olacak.Demokrat dünyadan tepki gösterenlere de “sana ne biz terörle mücadele ediyoruz” denilecek, ama sonuç sıfır inandırıcılık olacak.Bu görüntü demokrasiden uzaklaşma, barıştan, normalleşmeden uzaklaşma görüntüsünden başka bir şey değildir.Seçilmiş milletvekillerinin hapse atılması, belediye başkanlarının görevden alınması operasyonu 90’lara dönüş değildir, 90’lardan çok daha geriye dönüştür.Bu, ülkenin dörtte birini tümüyle dışlama operasyonudur, onların bir kısmına “tek seçeneğiniz savaştır” deme operasyonudur.Barış süreci ilerlerken, MİT başkanının tutuklanması girişimiyle başlayan operasyon da böylece tam başarıya ulaşmış olmaktadır.Önce MİT başkanını tutuklayarak, ardından başbakan Erdoğan hakkında fezleke çıkartarak süreci durdurmayı planlayanlar bütün istediklerine ulaşmış olmaktadırlar.Bunun altında Gülen cemaati varsa, kazanmış olan odur, onun tepesinde başka akıllar varsa yine kazanmış olanlar onlardır. Türkiye’yi iyice geriye götürme operasyonu milletvekillerinin tutuklanmalarıyla tamamlanmış olacaktır.
Yeni bir kanun çıkarılıyor, hedefi HDP’li belediye başkanları. Bu kanun çıkarsa, teröre destek olmakla suçlanan belediye başkanları kolayca görevlerinden alınacak.Bu kanunun hukuk mantığının sakatlığını anlatmak hiç de zor değil. Belediye başkanlarının herhangi bir hukuksuzluğu tespit edilip kanıtlandığı zaman zaten görevden alınabiliyor.Belediyelerin paralarını PKK’ya aktarmakla suçlanan belediye başkanlarının bu fiillerini emniyet ve savcılık kanıtladığı zaman hapse girmeleri için de bir engel yok.Belediye başkanlarının, eş başkanların, belediye meclis üyelerinin herhangi bir dokunulmazlıkları yok, hukuk karşısında sade vatandaştan bir farkları yok.Böyle bir kanuna gerek duyulmasının nedeni belli. Suçlamalar kanıtlanamıyor, o zaman onları görevden almak için başka bir yol bulalım.HDP’li ve DBP’li belediye başkanları seçim bölgelerinde çok yüksek oylar alarak seçildiler. Bu bölgelerde herhangi bir seçim rekabeti, çekişmesi bile olmuyor.HDP’li milletvekillerinin hapse atılmaları, Meclis’ten atılmalarıyla birlikte belediye başkanlarının görevden alınmaları da gerçekleşince tam bir “temizlik” yapılmış olacak.Bu temizliğin adı, bütün Kürt siyasetinin merkez siyasetten temizlenmesi, hukuki yollar zorlanarak, temel ilkeler çiğnenerek temizlenmesidir.Merkez siyasetin hiçbir alanında Kürtler temsil edilmedikleri zaman da hangi sonuçlarla karşılaşılacağı bellidir.Ama tekrar seçim olacak. İki yıl sonra yerel seçim, üç yıl sonra genel seçim olacak. Ve hapiste olmayan Kürt siyasetçiler tekrar aday olacaklar ve kimsenin kuşkusu olmasının, seçilecekler.Sonra, sıkışmış siyasi irade çözüm olarak onları da Meclis’ten ve belediyelerden atmaya çalışacak.Normalleşmenin yoluna bu kadar taş ve engel koyduğunuz zaman hiç ummadığınız ihtimallere de hazır olmalısınız.Siyasi irade “savaş” kararı aldığından beri, ülkenin normalleşmeden sürekli uzaklaştığını herhalde bir ara görecektir.Her yolun bir dönüşü vardır. Dönüşü olmayan tek yol uçurumdur.