Olağanüstü hal kararı alınır alınmaz, bir karşı dalga yaratma çabaları başladı.Ülke çok büyük bir yıkımın eşiğinden dönerken, maalesef böyle bir tedbirin alınması da kaçınılmaz olmuştur.Maalesef diyoruz, çünkü olağanüstü hal uygulamalarıyla ilgili olarak epeyce olumsuzluk hafızalardadır.Buna karşılık doğrudan sıkıyönetim öneren şuursuzlar da ortaya çıktı. İdarenin bu aşamada askerlere teslim edilmesi anlamına gelecek olan sıkıyönetimin ne olduğunu herhalde bunu önerenler bilmiyorlar.Olağanüstü hal kaçınılmazdı ve hükümet gereğini yaptı. Amaç bellidir, devletin tüm kurumları içinde ve dışında Cemaat örgütlenmesinin tam olarak tasfiye edilmesidir.Henüz “değdi değmedi” diyebilecek bir noktada olmadığımıza göre, girişimin yedinci gününde olduğumuza göre yönetimin rahat hareket etmesine yardımcı olmak zorundayız.Darbe girişimine katılan bütün asker kişiler ve darbe sonrasının yapılanmasına katılacak sivil kişilerin tam olarak tasfiye edilmeleri ve yargı önünde hesap vermelerinin sağlanması bugünün birinci meselesidir.Olağanüstü hal uygulamasında, bu amacı aşan yanlışlar olabilir, siyasilerin ve basının görevi de bunların olmaması için gereken uyarılarda bulunmaktır.Siyasiler derken sadece muhalefet partilerini değil, hatta öncelikle Ak Parti’yi kastediyoruz. “Durumdan vazife çıkaran” unsurların zapt edilmesine en başta göz kulak olması gereken Ak Parti’dir.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çizdiği olağanüstü hal uygulama hattı da Adalet Bakanı Bozdağ’ın, gerekirse uygulamanın süresinin kısaltılacağını söylemesi de önemlidir.Bozdağ ayrıca, kanun kuvvetindeki kararnamelerin Meclis’e getirileceğini ve tartışılacağını da söyledi. Meclis’te bunların tartışması bile önemli bir ön-denetim imkanıdır.Tabii ki olağanüstü hal, yönetime temel hak ve özgürlükleri kısıtlama imkanı veren bir uygulamadır. Ama son bir haftayı gözden geçirince de “Başka ne yapılabilirdi ki” diyeceğiz.
Sıkıyönetim kararı alınamazdı, en sıkı tedbir olarak alınabilecek tek karar “olağanüstü hal” ilanıydı.Olağanüstü hal, adı üzerinde, olağan kanuni imkanların dışında imkanların kullanılmasıdır.Olağanüstü hal, fiilen ülkenin bir kısmında, Güneydoğu’da uygulanıyordu, üç ay bütün ülkede uygulanacak.Olağanüstü hal, iyi bir şey değil, çünkü her durumda bazı haklar askıya alınabiliyor. Ama duruma gerçekçi bakmak zorundayız.Türkiye, Cumhurbaşkanının öldürülmesiyle başlayacak bir darbe girişimi atlattı. Bu girişimin içinde veya başında uyunan bir yapılanma var.Ve bu yapılanma birçok devlet kurumunda örgütlüdür. Şu andaki siyasi açıklamalarda bu girişim esas fail olarak ele alınmaktadır.Bu girişimi yapanların kuvveti vardır, bunu görmek için gözaltına alınan ve tutuklanan general ve amiral sayısına bakmak bile yeterlidir.Bu yapının “kazınması” hem meşrudur hem kaçınılmazdır hem gereklidir.Olağanüstü hal uygulamasında, ilan edilmiş ve kabul edilmesi gereken amacı aşan uygulamalar ortaya çıkabilir mi? Olabilir de olmayabilir de. Ama böyle uygulamalar ortaya çıkarsa bunlara karşı çıkmak da demokrasi gereği ve görevidir.Olağanüstü hal gibi bir uygulamayı kabul etmek kolay olmasa da, 15 Temmuz’da neler olduğunu aklımızdan çıkarmamız mümkün değildir.Böyle şeyler yaşanmamış gibi davrananlar veya bunu bir oyun zannedecek kadar şuursuz olanlar hala vardır. Ve olağanüstü hal kararı da bu oyunun devamı gibi algılanacaktır.Türkiye’de ne yaşandığının pek farkında olmayan bazı yabancıların ezbere konuşmaları belki hoş görülebilir. Ama gözünün önünde olan biteni görmemekte ısrar edenlerin algıdaki seçiciliği ve şuursuzluğu hoş görülebilir bir durum değildir. Olağanüstü hal uygulamasında gösterilecek özen, önümüzdeki davalarda gösterilecek hukuk özeni darbecileri de onların şuursuz destekçilerini de ezecektir. Ordunun en seçkin askerleri Cumhurbaşkanını öldürmeye gönderildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi bombalandı. Ne düşünürsem düşünelim, önce buradan başlamak zorundayız.
İlk cunta hareketinden başlarsak, tam 60 yıldır askeri darbeler ve darbe girişimleriyle yaşıyoruz.Her türlüsünü gördük, yaşadık derken, sonuncusu en kanlı ve en gözü karalarından biri olarak karşımıza çıktı.Askeri darbeler döneminin bitip bitmediğini 2007 muhtırasından beri konuşuyoruz. 2007’de ilk kez sivil irade muhtıranın talebini yerine getirmedi.15 Temmuz’da ise ilk kez sokağa askeri destekleyenler değil darbeye karşı olan halk çıktı. Hem de oldukça cesur ve kuvvetli çıktı.Siyaset ve medya da bütün unsurlarıyla karşı çıkınca en kanlı darbe girişimini atlatmak mümkün oldu.Bu direnişe bakınca bundan sonra askeri darbe veya vesayetçi müdahalelerin mümkün olamayacağını düşünebiliriz.Galiba askeri darbeler dönemi 15 Temmuz sabahı sona ermiştir. Ama “galiba” diyoruz.Çünkü bir kesimin “vatanın elden gitme tehlikesinin” bulunduğunu düşünmelerine yol açan şartların tümü ortadan kalkmış değildir.Darbeye karşı çıkmak için sokaklara çıkan halk da aynı kesim tarafından başka bir tehlikenin ucu olarak görülmektedir. Böyle bir algı yayılması için de birkaç sevimsiz olay abartılmaktadır.7 Şubat 2014’te MİT başkanının, ardından da Başbakan Erdoğan’ın tutuklanmaları girişimiyle başlayan darbe sürecinin, darbe “mekaniğinin” kaynağında Kürt meselesi vardı. Ve bu mesele hala bir “savaş hali” olarak vardır.Darbeciler 7 Şubat hamlesiyle meselenin barış sürecini durdurmayı başardılar ve meselenin bugünkü çözümsüz noktaya gelmesini sağladılar.15 Temmuz ertesinde, darbeci unsurların devletin bütün kurumlarından temizlenmesiyle birlikte yeni bir döneme geçilecek.Bu dönemde artık darbe ve vesayet kelimelerinin olmaması için tek yol demokratik kurumların güçlendirilmesinden başka bir şey değildir.Darbeye karşı korekmadan sokağa çıkan insanlar demokrasinin güvencesi olarak görülür, onlar da kendilerini öyle görürlerse darbe kelimesi hayatımızdan tümüyle çıkabilir.Toprak doğru sürülür, doğru tohumlar atılırsa ayrık otlarına, kötülük saçan bitkilere yer kalmaz.
Türkiye çok kanlı bir askeri darbeyi, büyük bir yıkımı ve muhtemel bir iç savaşı atlattı. Atlattı diyoruz, ama üçüncü günde hala bazı darbeci unsurların hareket halinde olduklarının işaretleri de var.Bundan sonraki her girişim ancak büyük bir kan gölüne yol açar. Başka bir şeye değil.Darbenin bastırıldığı andan itibaren birçok iletişim kanalından inanılmaz bir şuursuzlukla karşılaştık.Demokrat olduğuna inandığımız bazı insanlar bile inanılmaz bir endişeyle ortaya çıktılar. Endişeleri, darbenin bastırılmasıyla Tayyip Erdoğan’ın siyasi kuvvetinin artmasıydı.Asıl endişesi Erdoğan’ın kuvvetlenmesi olan Türkler gerçekten vahim bir şuursuzluk sergilemişlerdir.İstanbul’un bazı semtlerinde tankları alkışlayanların şuursuzluğundan söz etmeye bile gerek yok.Bu şuursuzluğun bir yanında da, bütün olan bitene rağmen darbe girişiminin hafife alınması bulunmaktadır.Ordunun general ve amirallerinin yaklaşık üçte birinin katıldığı bir darbe girişimini hafife almak, hatta “tezgah” imalarında bulunmak şuursuzluğun da ötesinde bir ruh halidir.Bütün ruhi ve siyasi endeksi Tayyip Erdoğan karşıtlığı ve nefreti olanların neredeyse darbenin başarısızlığına üzülecek bir tavır almaları artık siyasi değil, insani bir acı konusudur. Bazı insanların “Darbe mi Erdoğan mı” gibi bir soru sorabilmesi gerçekten acıdır.Bir de gayet şuurlu bir çaba var. Bu da yakın dönemdeki bütün darbe hazırlıkları ve Ergenekon oluşumlarını aklamak için bu girişimin kullanılmasıdır.Başarısız bir darbe girişiminin karşılığının “karşı darbe” olması şart değildir. Bu girişim sonuçta demokrasinin değerini ve basın özgürlüğünün önemini herkese göstermiştir.Darbe girişimine doğrudan ya da dolaylı destek olanların en tavizsiz şekilde hesap vermeleri sağlanırken, bu konuda başka kuşkular yaratma çabaları da erkenden uç vermiştir.Bugünün meselesi darbe girişiminin tam olarak tasfiyesidir. Kendisini demokrat olarak gören herkesin odaklanmak zorunda olduğu tek nokta da şu anda budur.
Hükümetin darbe girişimini bastırırken çok başarılı ve önemi bir strateji uyguladı. Girişimin ciddiyetinin anlaşılmamasını sağladı.Girişimin çok ciddidir, hafife almak da arkasında başka hesaplar aramak da ağır bir şuursuzluktur.Darbenin içinde olmayan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları enterne edilmiştir. Darbe bildirisini Genelkurmay Başkanının imzalamasına çalışılmıştır.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öldürülmesi için operasyon yapılmış, başarısız olunca uçağının düşürülmesi için girişimde bulunulmuştur.Plan kan dökmekten, çok kan dökmekten kaçırmayan bir şekilde hazırlanmış, saldırılar buna göre yapılmıştır.Şu ana kadar belli olanı da özetleyelim: 70’ten fazla general işin içindedir. Ki bu toplam sayının yüzde 25’idir. Hava Kuvvetleri ve Jandarma büyük ölçüde işin içindedir.Bu çok ciddi bir teşebbüstür ve halkın bunun ciddiyetini tam olarak görmemesi sağlanmıştır.Darbe girişimini planlayan ve uygulayan mihrak olarak açıkça Fethullah Gülen Cemaati zikredilmektedir.Cemaatin yargıdaki etkinliği bilinmekteydi ama ordu içinde bu kadar etkili ve örgütlü olması ilk kez ortaya çıkmıştır. Cemaatin askeri gücü bu kadar kuvvetliyse, 17-25 aralık sonrasında böyle bir girişimde bulunması beklenebilirdi. O sırada Hükümet yaralıydı, Erdoğan karşıtlığı zirve yapmıştı. Ergenekon kelimesi çok yıpranmıştır, herkes başka bir şey anlamakta, davalardaki bilinçli karıştırmalarla hafife alınmaktadır.Cemaatin 15 Temmuz darbe girişimini, bu kadar kanlı bir şekilde uygulamaya kalkışmış olmasında bazı desteklerin olması gerekir. Bu muhtemel destekler arasında en kuvvetli ihtimal de gerçek Ergenekon’dan başkası değildir.Yine de darbe girişimine katılan, karışan, destekleyen asker kişilerle ilgili soruşturmalar yürürken Ergenekon kelimesinin telaffuzu da şart değildir.İdam cezası meselesiDarbeye tepki gösterenlerin bir kısmı idam cezasının geri gelmesini talep ediyorlar. Cumhurbaşkanı da Başbakan da dikkate alınacağını söylüyor.İdam cezası geri getirilse bile, darbecilere uygulanması mümkün değildir. Hukukun temel ilkelerinden biri her suçlunun suçu işlediği sırada geçerli kanunlara göre yargılanmasıdır.“Makable şamil” yani geri dönük uygulama, ancak suçlunun lehine ise mümkündür. Bunun dışında bir şey olamayacağını bu talepte bulunanlara açıklamak gerekir.
Bir devrim oldu. İlk kez bir askeri darbe girişimi sivil direnişle başarısız oldu.Sivil siyaset tümüyle direndi.Medya tümüyle direndi.Sivil toplum tümüyle direndi.Halk ilk andan itibaren tepkisini gösterdi.Türkiye’de askeri darbeler döneminin bittiğini ve devletin “dönüştüğünü” söyleyenlerin ne kadar yanılmış oldukları da ortaya çıktı.Bu girişim asla hafife alınacak bir girişim değildir. Silahlı Kuvvetleri’nin en üst düzeyi dışında büyük bir katılımla gerçekleşmiş bir girişimdir.Uygulanan da, bu konulara aşina olanların kulaklarında kalmış diğer planlana benzemektedir. Gerçek bir “kurmay” planlamasıyla hareket edildi.Cumhurbaşkanı’nın öldürülmesi için operasyon yapıldı. TRT’ye hakim olundu, bildiri okutuldu, diğer TV yayınlarının kesilmesi için vericiler bombalandı, sokağa çıkanlara ve direnmesi muhtemel polis merkezlerine ateş açıldı. Meclis bombalandı.Ama plan tam uygulanamadı. Cumhurbaşkanı erken hareket edince öldürülemedi. TV vericileri tümüyle devre dışı bırakılamayınca acele baskınlar yapıldı, ama medyanın yayını engellenemedi.Ve de insanlar sokağa çıktılar. Bu kez korkmadılar çünkü medya dik duruyordu, sivil siyasetin dik duracağı ilk andan itibaren belliydi.Bu demokrasi devriminin ilk kez gerçekleşmiş olması, demokrasi bilincinin gelişmiş olmasıyla açıklanabilir.Ama 2016 yılında böyle bir darbe girişiminin gerçekleşmiş olması da demokratik yapılanmanın ne kadar eksik olduğunu da göstermektedir.Bu devrimin ardından askerdeki vesayetçi ruhun ve ülkeyi “kurtarma” ve yönetme merakının tümüyle sona ermesi en büyük temennidir.Bu temennin geçekleşmesi için de önce, Ergenekon ve Balyoz davalarında yaşanan bulandırmaların asla olmaması ve çok net bir yargılama süreci gerekiyor.Bir acil beklenti de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendi içinde ciddi bir özeleştiri yapmasıdır.Bunların hepsi çok konuşulacak, ama şimdi gönül rahatlığıyla “Oh be!” diyelim ve demokrasi devriminin tadını çıkaralım.
Dünyaya savaş açmış bir örgüt var. Asker topladığı alan radikal Sünni İslam. Silahı çok, maddi imkanı çok, askeri çok.Ne kadar çok insan öldürürse cennetteki yerinin o kadar garanki olduğuna inanmış bir orduyla savaşıyor.Irak’ta Şii kıyımlarıyla başladı, Suriye’ye geçti, Kürtleri hedef aldı, sonra Türkiye’ye ve Fransa’ya geldi. Bir ara da Belçika’ya saldırdı.Saldırdığı alanlar, asker kaynaklarının yerlerini de net olarak gösteriyor. Gövdesinin yapısını tahmin etmek zor değil.Ama “baş nerede” diye sorduğumuzda kimseden açık bir cevap çıkmıyor.IŞİD’e karşı savaş ilan etmiş ülkelerin de çok askeri var, çok silahı var, dünyanın en güçlü istihbarat örgütleri var.Yine de dünyanın başına çok ciddi bela olmuş bu örgütün başına kimse ulaşamadığı gibi kimse de “baş budur” diyemiyor.El Kaide, Sovyetler Birliğinin Afganistan işgalinin ardından ortaya çıkmış bir örgüttü. O sırada Sovyetler’e karşı savaşan radikal İslamcıları Akerika’nın oldukça kuvvetli bir şemilde desteklemiş olduğu ve El Kaide’nin bu sayede ortaya çıkabildiği biliniyor.IŞİD de sonuçta Amerika’nın Irak işgalinin ardından ortaya çıkmış bir örgüttür. O kadar sürede bölgede de kalan Amerika ve müttefiki İngiltere’nin dünyaya bayağı borçları var.IŞİD üç beş günde ortaya çıkmış bir örgüt değil, faaliyetlerinden çok uzun bir hazırlık dönemi geçirdiği, maddi kaynakları sağladığı ve geniş bir bölgede örgütlendiği anlaşılıyor.Bu süre içinde Batı’nın ve de Rusya’nın istihbaratlarının bu kadar gözü kulağı kapalı olmalarını da açıklamak mümkün değil.IŞİD’in Sünni Türkleri ve Sünni Kürtleri hedef seçmesini de hala açıklayamıyoruz. Tek açıklama, Ankara’dan birilerinin IŞİD ile oynamaya kalktığı olabilir. Bu da tatmin edici bir açıklama değil, Amerika ve Rusya kaynaklı bazı suçlamalar dışında elde somut bir bilgi bulunmuyor.IŞİD’in başının, iplerinin kimin elinde olduğunun hala bilinmemesi akla başka komplo teorileri de getiriyor. Yoksa bu işe çok fazla el karıştığı için söyleyemiyorlar mı?
Türkiye’deki Suriyeliler konusunda fikir birliğine varmak da mümkün olmayacak.Mesele körlerin fili anlamasına döndü. Suriyeli dilenci göre Batılılar ırkçı tepkiler veriyor, siyasi takıntıları olanlar siyasi hesap arıyor.3 milyon civarında Suriyeli Türkiye’nin sırtına kalmıştır. Suriye’de savaş başladığı anda, savaştan kaçanların gidebileceği tek güvenli ülke Türkiye idi.O sırada Ankara ile Esad rejimi arasında neredeyse savaşın eşiğine getiren gerilim olmasaydı da bu insanların kaçabilecekleri başka bir yer yoktu.Türkiye’nin önünde iki seçenek vardı. Ya sınırı kapatarak bu insanları ölüme terk etmek ya da canlarını kurtarmalarını sağlamak.Bu insanların ülkelerine dönebilecekleri şartların ortaya çıkması için kimse bir tahminde bulunamıyor. Esad rejiminin vadesi de belli değil, Esad gidince arkasından neler olacağı da belli değil.Bu insanların senelerce kamplarda yaşamaları da bir çeşit hapis hayatından başka bir şey değil. Dönmeleri için süre biçilemediğine göre de bu insanları kamp hayatına zorlamak kolay kabul edilebilecek bir durum da değil.Mesele tamamen insani bir meseledir ve ne Batı’dan ne de Doğu’dan bu insani meselede Türkiye’ye yardımcı olma eğilimi yoktur.Maddi destekte bile oldukça cimri davranan Batı için bu Suriyeliler yabancı ve göçmen korkularının bir parçası olmuştur. Batı’da böyle bir insani meselede harekete geçmesi beklenen kamuoyları bile hareket etmemektedir.Suriyeli göçmenler meselesi Türkiye için siyasi değil tümüyle insani bir meseledir. Ve Türkiye’nin bu insanların insanca yaşamaları ve topluma mümkün olduğu kadar uyum sağlamalarının şartlarını hazırlamak dışında yapacağı bir şey yoktur.Bu insanların insanca yaşamalarını sağlamak zorunda olduğumuzu kabul edeceğiz. Ve elimizden geleni yapacağız.Bu insanlara en kaba ırkçı üslupla yaklaşanların varlığı da toplumumuzdaki bir “arıza”yı daha gösterir ki, bu da hepimiz için utanç verici bir durumdur.