Malum gece, sabaha karşı, ülkede her şeyin çok daha farklı olacağı anlaşılıyordu.Sivil siyaset de var olma nedenlerini çıplak gözle gördü ve kayıkçı kavgalarının siyaset olmadığını anladı.Ne kadar ağır konuşursa o kadar sert muhalefet yaptığını sananlar da, her şeye ‘hayır’ demenin muhalefet olduğunu sananlar da açıkta kaldı.Devletin yeniden yapılanmasının acil bir mecburiyet olarak ortaya çıkması bütün siyasetin konumunu değiştirdi.Bu yeniden inşanın, geniş bir katılım gerektirdiğini de artık herkes biliyor ve şu ana kadar buna uygun davranıyor.Bir tek istisna var, o da Kürtlerin durumu. Sivil siyaset yeni bir sürece uyum sağlamaya çalışırken Kürtleri dışarıda bıraktı.Kürtler o gece bir suç işlemedi. Darbeye karşı sokağa çıktılar, askeri üslerin kapılarına barikat kurdular, demokrasiye sahip çıkmak için ne yapmak gerekiyorsa yaptılar.Kürtleri bugün temsil eden, son seçimde 5 milyon oy almış ve Meclis’in üçüncü partisi olmuş HDP’dir.Kürtler, bütün vatandaşlar ne yaptıysa yaptıkları halde dışarıda bırakılmış olmaları nedeniyle tabii ki tedirgindirler.Malum gecenin sonunda beri hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını tekrar edip duruyoruz, ama bunun Kürtler ve Kürt siyasetçiler için de geçerli olduğunu görmezden geliyoruz.Yeni yapılanmanın içinde Kürtlerin de “kurucu unsurlardan biri” olarak yer almasının, demokratik süreçlere etkili olarak katılmasının anlamı, büyük ve gerçekten temiz bir sayfa açılmasıdır.Her şey değişirken Kürtlere, “siz durduğunuz yerde durun” demek adil bir tavır da değildir.HDP barış sürecine tekrar dönülmesi çağrısını yaparken, bu savaştan çok yorulmuş, çok yıpranmış milyonlarca insanın talebini dile getirmektedir.Siyasetin ve toplumun üç ayağını temsil edenler “can ciğer kuzu sarması” halinde ilerlerken, dördüncü ayağın temsilcilerine bir teşekkür ve bir selamın çok görülmesi hem insani hem siyasi bir yanlış olarak ortadadır.Tarihi bir süreç yaşıyoruz. Bu sürecin içinde Kürtlerin de olması şarttır. Bu sağlandığı zaman gerçek bir barış süreci de yeniden inşanın sağlam bir parçası haline gelebilir.
Başarısız darbe girişiminin karşılığı “sivil devrim” oldu. Askerin “özerklik” alanlarının tümü ortadan kaldırıldı.Silahlı Kuvvetler, görevlerinin özelliği dolayısıyla, en tepede, genelkurmay başkanı tarafından başbakan ile birlikte cumhurbaşkanının yanında temsil edilecek. Kuvvet komutanları ise, diğer kamu kurumlarının genel müdürleri gibi ilgili bakana, milli savunma bakanına bağlı olarak çalışacak.Türkiye’nin “asker sorunu” Cumhuriyet’in başından beri tartışılıyor. Atatürk’ün askerle siyaseti ayırması o gün bile askerler tarafından kolay kabul edilmemişti.Askerin özerklik alanları her darbenin ardından, her ara rejimde biraz daha genişletildi, biraz daha kuvvetlendirildi.Bugünden itibaren ise artık askerin kendi “yüksek yargı”sı olmayacak. Kendi sağlık sistemini kendisi yönetmeyecek, diğer kurumlar gibi sağlık bakanlığına bağlı olacak. Atamalarda son söz sivil siyasi iktidarın olacak.Ve belki en önemlisi özel bir “ideolojik alan” yaratılmasını sağlayan okullar artık olmayacak. Çocukların 11 yaşından itibaren diğer vatandaşlarını aşağı gören, kendisini ise “vatanı kurtarmakla görevli” özel insanlar olarak görmesinin temelindeki eğitim sistemi değişecek.18 yaşına gelmiş, seçimde oy veren insanlar bir “meslek seçimi” olarak kendi kararlarıyla askerliği seçebilecekler. Bu seçimi yaparken de askerlik dışında gerçek bir dünyanın olduğunu bilecekler.Gelişmiş demokrasilerde, bunun gereği olan yapılanmalar bu süreçlerde zaman içinde gerçekleşmişti. Bizde bir çırpıda, 15 Temmuz’un büyük bir faydası olarak gerçekleşti.Bu “sivil devrim”e sadece “askeri devrim” hayaliyle yaşayanlar karşı çıkabilir. Ama gerçek şu ki, onlar da susmuşlar, kendilerine yeni pozisyonlar aramaya çalışmaktadır.Sivil devrimin gereği olan yeni yapılanmalar için hızlı çalışmalar gerekiyor. Bu çalışmalar da askerin katılımıyla yürürse, askerin 15 Temmuz’da aldığı büyük yaranın ve eski yaraların birikiminin temizlenmesi daha kolay olacaktır.31 Temmuz’da, darbe girişiminden iki hafta sonra böyle bir “sivil devrim”e imza atan siyasi iktidar ciddi bir destek hak ediyor. Bütün sivil siyasetin görevi, hiçbir “ama” bırakmadan bu sivil devrime katkıda bulunmaktır.
Kendimizi kandırmayalım, Türkiye’de ne olduğunu Batı’ya, Batı’nın kamuoyu, karar vericileri ve basınına anlatmakta zorlanıyoruz.Bunun birinci nedeni, Batı’nın güvendiği bilgi ve yorum kaynaklarının en sert Erdoğan muhalifi tarafında olmasıdır.İktidara yakın kaynaklar ise uzun süredir Batı için itibarlı kaynaklar değildir. Bunu da kabul etmek zorundayız.Bu kesim, daha 15 Temmuz gecesinde oldukça kuşkulu yorumlar yapmış, ne olduğunu anlamaya bile zahmet etmeden ortaya sorular atmıştır.Batı’nın itibar ettiği Türk kaynakları uzun süredir demokrasinin zaten askıda olduğunu, Erdoğan’ın diktatörlüğüne doğru gidildiğini savunmaktadır.Bunun Batı basınına çok kuvvetli şekilde yansıdığını da biliyoruz. Batı askeri diktatörlük ile sivil diktatörlük üzerinden bir kıyaslama yaparak gerçekten uzaklaşmıştır.Batı’ya derdimizi anlatmak ve halen geçerli önyargıları değiştirmek zorunludur. “Ne isterlerse düşünsünler” deyip kestirip atmaya siyasetin de medyanın da hakkı yoktur.Buradaki bir başka zorluk da yeni ortaya çıkmıştır ve bunun da açıklaması yoktur. Gazeteci ve yazarlarla ilgili gözaltı kararları alınırken bu kadar geniş davranılmasını değil Batı’ya kendimize de açıklayamayız.Şair, yazar, felsefeci Hilmi Yavuz’un, yazar Şahin Alpay’ın, gazeteci Nazlı Ilıcak’ın gözaltına alınmalarını, bazılarına kelepçe vurulmasını hiç kimse açıklayamaz.Kamuda, eğitimde, orduda gözaltıları, tutuklamaları, işten çıkarmaları izlerken, isim isim bilemediğimiz için bu kararları veren yetkililerin “bir bildikleri” olduğunu düşünüyoruz.Ama Hilmi Yavuz’u, Şahin Alpay’ı, Nazlı Ilıcak’ı iyi tanıyoruz ve bunların bir darbe girişimi içinde olmalarının imkansız olduğunu biliyoruz.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, uygulamada bir yanlışlık olursa “muhalefet uyarsın, gereği yapılır” demesini de herkes önemli bir talimat ve güvence olarak görmelidir.Darbe temizliğini yaparken ne kadar hassas olursak kendimize de Batı’ya da o kadar güven veririz. Şu andaki meselemiz budur.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tarihinin en büyük tasfiyesi yaşanıyor. 149 generalin bir gecede ihracının ardından Yüksek Askeri Şura’dan da aynı yönde kararların geleceği anlaşılıyor.Genelkurmay’dan yapılan açıklamada, 15 Temmuz darbe girişimine silahlı kuvvetlerin sadece yüzde 1.5’inin katıldığı bildirilmişti.Ordunun bütün mevcutlarına göre hesap yapıldığı zaman böyle bir oran çıkabilir. Ama gözaltına alınan, tutuklanan ve ihraç edilen general sayısı halen 149.Pasif görevlerde bulunan general ve amiraller çıkartıldığı zaman ordunun üst düzeyinin yaklaşık yarısının darbe girişimiyle ilişkisi olduğu ortaya çıkıyor.15 Temmuz gecesi, girişim başladığından itibaren, katılmasa bile karşı tavır da almayan general ve amiraller olduğu da biliniyor.Ordu bu kadar büyük bir sarsıntı yaşarken, Hükümet de haklı olarak bunun başka sonuçları olabileceğinden kuşkulanıyor.Ankara’da “darbecilerin B planı, C planı” lafları dolaşıyor, bazı suikast ihtimalleri açık açık konuşuluyor. Siyasilerin aldıkları şahsi tedbirler de gizlenmiyor.Hükümet tarafının kuşku ve endişelerinin kaynaklarını bilmiyoruz. Ama silahlı kuvvetler içinde bazı “intihar harekatları” ihtimalinin hala var olduğu kanaati Hükümet tarafında yaygındır.Hükümet henüz tehlikenin tam olarak geçmediğini düşünüyorsa her türlü tedbiri alacaktır. Bazı gözaltı kararları hoşumuza gitmese de Hükümet’ten her şey normale dönmüş gibi davranmasını da bekleyemeyiz, isteyemeyiz.Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana en büyük yıkım tehlikesinin eşiğinden dönmüştür. Ve ülkeyi bu tehlikeli noktaya getirenler, onu korumakla, halkını korumakla görevli insanlardır.O gece darbecilerin bütün hesaplarını halkın erkenden sokağa çıkması bozdu. Şu anda da halkın sokakları tutmak, yeni girişimlerin hiçbir başarısı olmayacağını göstermek görevi devam etmektedir.Boş sokaklarda tanklar çok kuvvetli, çok haşmetli, çok korkutucu görünür, halkın doldurduğu sokaklarda ise küçülür.
1963’teki girişimin ardından albay Talat Aydemir ile yüzbaşı Fethi Gürcan suçlamaları kabul etmişti. İkisi de idam edildi.9 Mart 1971 girişiminin başına ve içinde olanların savunma yöntemi tümüyle inkar oldu. Aynı yöntemi Ergenekon sanıkları da Balyoz sanıkları da uyguladı. Hükümet-devletin fikir değiştirmesiyle kurtuldular.İspanya ve Portekiz’deki son darbe girişimlerine kalkışanlar inkar etmemişler, darbeye kalkıştıklarını kabul etmişler, ağır hapis cezaları almışlardı. Sonra affa uğradılar, 5-10 yıl içinde çıktılar.15 Temmuz kalkışmasının zanlılarının ifadelerinden birkaçı ortaya çıktı. Adı en çok edilen generaller girişime katıldıklarını inkar ettikleri gibi, tam tersine bastırılması için çalıştıklarını söylüyorlar.Bunların doğru olup olmadığını yargı çözmeye çalışacak. Ama öyle anlaşılıyor ki 15 Temmuzcular da büyük ölçüde aynı yöntemi kullanacaklar.Kendilerine Cemaat-Fetö tarafından komplo kurulduğunu iddia edenlerin sayısını görünce de kimse şaşırmasın.Sivillere gelince, şu andaki operasyonlarda esas olarak Cemaat mensubu oldukları bilinenlere gözaltı uygulamaları devam ediyor.Bunların ne kadarının, hangilerinin darbe girişiminden haberdar oldukları belli değil. Ama kıstas olarak “darbe başarılı olsaydı görev alırlardı” mantığı alınırsa, çok yüksek, bayağı yüksek sayılara ulaşacağımız açıktır. 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta kuvvetlinin yanına koşanların sayısını ve kimliklerini öğrenenler bugün hayrete ve dehşete düşebilir.Soruşturmanın “gazeteciler” kısmında ise birçok belirsizlik var. Cemaatin yayın organlarında çalışmak, yazı yazmak suç değil ve olamaz. Şahin Alpay, Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç, Hilmi Yavuz gibi isimlerin darbe girişimine bırakın katılmayı, haberdar olduklarına bile inanmak mümkün değil.15 Temmuz’un yargı süreci bayağı zorlu olacak. Cemaatin en iyi örgütlendiği alanlardan biri yargıdır ve yargı şu anda da cumhuriyet tarihinin en büyük sarsıntısını yaşamaktadır. Yine de bekleyeceğimiz adaletin tecelli etmesinden başka bir şey değildir.
Önce sokakta başladı, sonra en üst düzeyden de telaffuz edildi “idam” kelimesi. Batı’dan hızlı bir tepki gelince Ankara’dan da duygusal tepkiler ortaya çıktı.İdam cezasının geri getirilmesi, şu andaki evrensel hukuk kurallarına göre mümkün değildir. Bütün sakıncaları göz önüne alınıp getirilse bile 15 Temmuz darbe girişimi sanıklarına uygulanması mümkün değildir.“Evrensel hukuk bizi ilgilendirmez” deyip, idam cezasını getirip, “makable şamil”, yani geriye dönük olarak uygulamak, hırsızın kolunu kesme cezası getirmekten farklı değildir.Bir kısım hukukçu veya durumdan vazife çıkarıp yaranma çabasındaki şahıs “suçun devam etmesi” gibi bir kavram uydurarak kılıf hazırlama peşine düşmüştür.Bunun, bugünün evrensel hukuk mantığında bir yeri olmadığı gibi bu, sadece hukuk devletine vurulan ağır bir darbeden, Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan vazgeçmesinden başka bir anlama gelmez.Türk halkı, hukuk devletini ortadan kaldırmaya kalkışanlara karşı durmuştur, hukuk devletinden vazgeçmek değil, hukuk devletine en fazla ihtiyacı olan bir dönem yaşamaktadır.Darbe girişimini ve arkasını temizlemek ancak hukuk devletine ve temel hak ve özgürlüklere tam olarak sahip çıkmakla mümkündür.Bu nedenle, yetkililerin en fazla hassasiyet göstermesi gereken meselelerden biri zanlılara kötü muamele ve işkence iddialarıdır. Maalesef devletin bazı kesimlerinde bu alışkanlıklar vardır. Şu anda iddiaların ne kadar doğru olduğunu bilmek mümkün değil, ama yetkili merciler bu konuda da uyanık ve hassas olmak zorundadır.İdam lafının yol açtığı rahatsızlıklarla, tedirginliklerle olayın esasını gözden kaçırmaya çalışanlar da olacaktır. Batı’da “al birini vur ötekine” algısı yaratma çabaları da bellidir. Bunlara yol verecek yanlışlara da tahammülümüz olmamalıdır.Ülkemizin atlattığı badire ortada olduğuna göre, alınan tedbirlerin meşruiyetine gölge düşürmek isteyen hiçbir girişime yol açma hakkımız yoktur.
15 Temmuz darbe girişiminin ana motorunun Gülen cemaatine bağlı subaylar olduğuna kuşku yok. Kemalist askerlerin ise dini temelli bir örgütün peşinden gitmesini anlamak da kolay değil.Darbe girişimi halkın büyük tepkisi, sivil “silahlı kuvvetler”in başarılı operasyonlarıyla ve tabii ki üst düzey komutanların tavırları sayesinde başarısız oldu.15 Temmuz üzerine konuşurken, kimileri sanki Türkiye’de ilk kez böyle bir olay oluyormuş gibi davranıyorlar.Dava konusu olan ve sonuçta bütün asker kişilerin aklandığı Balyoz darbe planına bakanlar, bu planla 15 Temmuz kalkışmasının hiç bir farkı olmadığını da kolayca tespit edebilirler.2003-2004 yıllarında ülkeyi Ak Parti’den kurtarmak için çeşitli isimlerle planlar yapanlar da Cemaatçi değildi, Kemalist komutanlardı.O komutanlardan birinin, her şeyi, bütün çalışma ve tartışmaları yazdığı günlük çoktan ortaya çıkmış ve gerçekliği de kanıtlanmıştır.28 Şubat post-modern darbesi sırasında da Cemaat tam anlamıyla ortadan çekilmiş, hatta Fethullah Gülen okullarını milli eğitime devretmeyi önermişti. Bunun neden kabul edilmediği de önemli bir soru konusudur.Ordudaki cunta ve darbe faaliyetleri 1955’teki cunta oluşumuyla başlamış, 60 yıl boyunca da devam etmiştir. Başarılı olan darbelerin yanında çok sayıda darbe girişimi de planlama ve eksik teşebbüs aşamasında kalmıştır.Kemalist askerlerin Gülen cemaatiyle birlikte hareket etmelerinin bir tek mantığı olabilir. Tayyip Erdoğan öldürülüp yönetime el konulduktan sonra darbe ittifakı kendi aralarında bir çatışma yaşayacaktı ve Kemalist askerler Cemaati de tasfiye edecekti.Bu hesapların bugün bir önemi kalmadı, ama darbenin bütün izleri temizlenirken meselenin Cemaati aştığının tespiti de şarttır.Cemaatin darbeye kalkışma cesaretini bulacak kadar kuvvet kazanmasının nedenleri de tabii ki konuşulacaktır. Bu noktada özeleştiri yapması gereken siyasiler de bunun gereğini yerine getirirlerse temizlik daha da kolay olur.
Önceki gece telefonlardan yayılan bir mesaj haklı bir heyecan uyandırdı. Mesajda, bozuk bir Türkçeyle yeni bir darbe girişimi yapılacağı duyuruluyordu.Ne kadar ciddi olduğunu şu anda bilemeyiz, ama yetkililerin tepkilerinden “tamamen bitti” diyemeyeceğimiz de anlaşılıyor.Halen gözaltına alınmamış darbeci unsurların çılgınca da olsa bazı girişimleri olabileceğini yetkililer ihtimal olarak göz önünde tutuyorlar.Darbe gününe, 15 Temmuz’a dönersek altı saatlik bir süreyle ilgili olarak fazla bilgi boşlukları, açıklama eksikleri olduğunu görebiliriz.Önce açıkça tekrar edelim ki, darbe planında bütün ayrıntılar düşünülmüş, Abdullah Öcalan’ın infazı bile öngörülmüştür.Askeri hareketlenme konusunda MİT’in ikna olması öğle sıralarında olmalıdır ki, MİT Başkanı saat 16’da Genel Kurmay Başkanı ile temas kurmuştur.Bilginin nasıl bir içerikle verildiğini bilmemiz mümkün değil, ama anlıyoruz ki Genel Kurmay Başkanı ikna olmuş ve darbe girişiminin durdurulması yönünde bir çok talimat vermiştir. Bunların çoğunluğuna da uyulmadığını Genelkurmay söylüyor.Askerlerin sokağa çıktığı 22’ye kadar geçen altı saat içinde tabii olan hem Başbakan’ın hem Cumhurbaşkanı’nın bilgilendirilmesidir.MİT Başkanı da Genelkurmay Başkanı da Başbakan’a bağlıdırlar. Darbe girişimi gibi ciddi bir olayı hemen Başbakan’a bildirmek durumundadırlar. Cumhurbaşkanı’na bildirecek olan da Başbakan’dır.Cumhurbaşkanı da Başbakan da durumu sorumlu kanallardan değil, neredeyse konu komşudan öğrenmiştir.Genelkurmay Başkanı da MİT Başkanı da girişimi Başbakan’a hemen bildirmemekle ciddi bir sorumluluk almışlardır. Herhalde bunun bir açıklaması vardır.Genelkurmay Başkanı’nı hızla çeşitli talimatlar vererek girişimi durdurmak için harekete geçmesi, plandaki zamanlamayı bozduğu gibi darbecilerin psikolojik üstünlük sağlamalarını da engellemiştir.Böyle bir darbenin “artçı” sarsıntılarının fazla olması kaçınılmazdır. Bütün toplum bunlara da hazır olmalı ve 15 Temmuz gecesi gösterdiği refleksi tekrarlamaya da hazır olmalıdır.