IŞİD en kanlı eylemlerini Türkiye toprağında yaptı. Koalisyon kuvvetleri Güney sınırımızı IŞİD’den temizleyemedi. Aslında biz de kendi toprağımızı IŞİD’den temizleyemedik.IŞİD’in, toprağımızda en büyük kıyımları yapması, Kürt vatandaşlarımızı doğrudan hedef alan eylemler yapmasının herhalde bir mantığı vardır.Koalisyon kuvvetleri, sınırımızdaki IŞİD’i yok edemeyence, Türk askerinin bu amaçla harekete geçmesi gündeme yeni gelmemiştir.Sonunda Türk Silahlı Kuvvetleri hava destekli bir kara operasyonuyla Suriye toprağına karadan girmiştir.Bu harekata karşı ABD ve Avrupa’dan olumsuz bir tavır yoktur. Bundan da belli bir destek veya onay olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Rusya’dan ise sadece bir “endişe” açıklaması gelmiştir.Cumhuriyet döneminde bir tek kapsamlı kara harekatı 1974’te Kıbrıs’ta yapılmıştır. Halen Kıbrıs’ın Türk tarafında, KKTC’de Türk askeri bulunmakta, bütün güvenliği sağlamaktadır.Bir başka ülkenin toprağına karadan asker sokulduğu zaman, her zaman ilk soru “ne zaman ve nasıl çıkılacak” şeklindedir. Bu soru da Ankara’ya sürekli sorulacaktır.Ankara’nın harekatın devamıyla ilgili bütün hesapları yapmamış olması mümkün olmadığına göre, her ihtimale göre hareket planları da bulunmaktadır.“Fırat kalkanı”nın hedeflerinden birinin de, Suriye’deki Kürt güçlerini, PYD-YPG’yi geriletmek olduğu da açıkça belirtilmiştir.Suriyeli Kürler IŞİD ile savaşmaktadır ve IŞİD’in bölgede belli merkezlerden çıkarılmasında başarılı olmuştur. Ankara meseleye “ortak düşman” açısından bakmamakta, Kürt örgütlerini de IŞİD gibi bir tehlike olarak görmektedir.PYD-YPG’nin Suriye’de mevzi kazanması, PKK’nın etkinliğini artırması olarak görüldüğü sürece de bu hatta bir değişiklik olmayacaktır.Karadan Suriye’ye girmek önemli bir karardır, Gaziantep katliamının ardından bu kararın alınmasının da iç kamuoyundan büyük destek alması doğaldır.Ankara’nın dünya kamuoyunun ve siyaset merkezlerinin desteğini alması ve bunu kaybetmemeye özen göstermesi bugünkü koşullarda çok daha önem kazanmıştır.
İki grup insana bayağı gün doğdu. Kısa süre önce kimsenin önemsemediği itirafçılar sürekli bir şeyler anlatıyorlar.Ayaklarına gelen imkanı sonuna kadar kullanan diğer grup da eski Ergenekon ve Balyoz zanlıları. Bütün ekranlar onların.İtirafçılar, heyecanlı hikayelerle FETÖ komplosunun neredeyse yarım yüzyıllık bir faaliyetin ürünü olduğunu anlatıyorlar.Es geçtikleri bir tek konu var. Bu yarım yüzyıl içinde devletle el ele kol kola olmalarından hiç söz etmiyorlar. Devletin her kesiminde korunup kollandıklarından da hiç söz etmiyorlar.Ergenekoncu ve Balyozcuları dinlediğiniz zaman da, ordudaki darbeci faaliyetlerin, darbe hazırlıklarının, darbe planlarının FETÖ ile başladığına kanaat getirebilirsiniz.Bir grup emekli asker bütün ekranlarda boy göstererek, bu ülkede darbe ve darbe girişimi olmadığına insanları ikna etmek için ellerinden geleni yapıyor.Her şey ama her şey FETÖ tezgahından ibarettir. Darbe planlarını da onlar yapmış sonra başkalarının üzerine yıkmıştır. Faili meçhuller de, siyasi cinayetler de hep FETÖ’nün işidir.Bu masalı güzel güzel anlatan emekli askerler, Türk ordusunun general ve amirallerinin yarısının FETÖ’cü olmasını da tartışmıyorlar.İtirafçıların anlattığı örgüt de neredeyse uzaydan gelmiş insanlardan oluşmaktadır. Elleri kanlı, dişleri kanlı yaratıklar her an kötülük saçmışlar, bu ülkedeki bütün olumsuzluklara imza atmışlardır.Ergenekon ve Balyoz intikamcılarıyla FETÖ itirafçıları ülkenin yakın tarihini bu şekilde yazmaya çalışırken kendilerini tabii ki beyazdan daha beyaz anlatıyorlar.Fethullah Gülen’in sağ veya sol kolu olmuş insanların tamamen pir-ü pak olduklarına inanacak olanlar vardır.Ergenekon ve Balyoz zanlılarının tümünün asla ve asla darbe planları, örgütlenmeleri, hazırlıkları yapmadığına, bu ülkede bu işleri sadece FETÖ’nün yaptığına inanacak olanlar da vardır.Onlar da zaten hafıza zayıflıklarına güvenerek anlatıyor da anlatıyorlar.Kısa bir soluklanma arası veriyoruz. Haftaya görüşmek üzere. Umarız bu kısa izni erken kesecek hiçbir şey olmaz.
Demokrasiyle idare edilen ülkelerde her siyasinin, ne kadar güçlü olursa olsun en az bir rakibi olur. Partisinin içinde de rakibi olur, dışında da olur.Biz ise rekabeti aşan, düşmanlığa varan siyasi çatışmalara fazlasıyla alıştık.Malum gecenin sabahında, olması gereken oldu ve sivil siyaset “düşmanlık” pozisyonlarından arındı.Benzer hızlı tavır değişikliklerinde “başlarına taş mı düştü” diye sorulur ya, hepimizin başına darbe girişimi düştü.Erdoğan düşmanlığının son icraatının karşısına büyük bir demokrasi cephesi dikilince bütün düşmanlıklar boşa düştü.Malum gecenin sabahında başka bir şey daha oldu. Tayyip Erdoğan rakipsiz kaldı.Bugün cumhurbaşkanı seçimi yapılsa, Erdoğan’ın oyu neredeyse yüzde 70’e dayanmış görünüyor. Bu tam bir rakipsizlik durumudur.Erdoğan malum geceyi, kalkışmayı bastırma harekatını son derece başarılı bir şekilde yürüttü. “Lider ve cumhurbaşkanı olarak görevini yaptı” diye o geceki sevk ve idareyi küçümsemeye kalkanlar çok yanılırlar.Erdoğan’ın kendisine hakaretlere ilgili suçlamaları geri çekmesi de “artık düşmanlık istemiyoruz”un en somut ifadesi oldu.Erdoğan’ın rakipsizliği, birçok rahatsızlık yaratabilir. Hatta demokrasinin işleyişiyle ilgili kuşkular da yaratabilir.Ama gerçek budur ve Erdoğan yüzde 50’nin lideriyken, yüzde 70’in lideri olmuştur.Meclis’te, HDP dışındaki üç partinin katıldığı anayasa çalışması da tekrar başlıyor. Herhalde sıfırdan başlamayacaklar ve bugüne kadar ulaşılmış noktadan devam edeceklerdir.Bu noktada da “başkanlık sistemi” meselesi durmaktadır. Bugün, başkanlık sistemini de içeren yeni anayasanın halk tarafından onaylanmaması için hiçbir neden yoktur.Başkanlık sistemini getirip getirmemek de Erdoğan’ın kararına kalmıştır.Eğer Erdoğan başkanlık sistemi meselesini ertelerse de, yeni anayasa ve kendi fiili başkanlığı için desteğin yüzde 80’e doğru yaklaşacağını şimdiden söyleyebiliriz.Rakipsiz kalınca birçok sorun çözülmüş olur ama yeni ve daha büyük sorumluluklar da bunların yerine gelir.
Malum gece Meclis bombalanırken HDP’liler oradaydı. Demokrasiyi savunan bildiride HDP’nin de imzası vardı.Malum gece Güneydoğu’nun birçok merkezinde Kürtler de demokrasiyi savunmak için sokağa çıktılar.HDP birçok miting yaparak, demokrasiyi savunduklarını, diğer partilerle işbirliğine hazır olduklarını tekrarladı. Bir de barış sürecine tekrar dönülmesi için çağrı yaptı.15 Temmuz’a rağmen, Erdoğan HDP’yi demokrasi cephesine almıyor. Gerekçe olarak da “şehitler ve gaziler” dedi.Türkiye yeniden inşa edilirken, Kürtler de temsilcileriyle birlikte bu inşanın içinde yer almak zorundadır.Bu zaman aralığında, barış sürecine dönülmesinin bütün toplumu etkileyecek sonuçlarını tartışmak bile abestir.Halen Türkiye Kürtlerini temsil eden siyasi parti HDP’dir ve yakın dönemde de HDP olacaktır.Bugünkü kısır döngüden çıkmak için Erdoğan’ın tavır değiştirmesini bekleyerek ve sürekli karşılıksız çağrılar yaparak zaman kaybetmenin kimseye bir faydası da yoktur.Kürtler, şu andaki temsilcileriyle ve sivil toplumdaki bütün temsilcileriyle bir “barış girişimi” başlatırlarsa “müesses nizam”ın kuşatmasını da kırabilirler.Yeni barış sürecini Kürt siyaseti ve Kürtlerin bütün temsilcilerini başlatabilirler. Etkili siyasi hamlelere İmralı’dan da destek gelecektir.PKK’nın acilen eylemsizlik kararı vermesi ve bunu bozacak hiçbir provokasyona gelinmeyeceğini ilan etmesi için Kandil’e gitmek gerekiyorsa Kandil’e gidilsin.Erbil’de geniş katılımlı bir konferans düzenlemek gerekiyorsa, yapılsın.Kürtlerin güvendiği siyasetçi ve aydınları harekete geçirmek gerekiyorsa, bunun için en samimi çabalar harcansın.İlk hedef PKK’nın eylemsizlik kararı almasıdır. Buna rağmen Ankara kılını kıpırdatmazsa ne olacak, diye şimdiden sormak yerine bunu gerçekleştirmek esastır.“15 Temmuz’dan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” derken Güneydoğu’nun eskisi gibi kalması demek aslında işin yarısının bile yapılmaması demektir.Kürt siyasetinin alacağı inisiyatifler de “yeniden inşa”ya en kuvvetli şekilde katılmaları demektir.
Cumhurbaşkanı iki gün önce “tamamen bitmedi” dedi. “Galiba bitti” derken sesimiz çok kuvvetli değildi.Nihayet bitti. Dün Yenikapı’da, halk ve siyasetin büyük çoğunluğu tarafından bitirildi.Büyük çoğunluk oradaydı, önemli bir eksik vardı. Ama Yenikapı’da olamayanların aklı ve yüreğinin çoğunluğu da oradaydı.Askeri darbeler ve her türlü demokrasi dışı müdahaleler dönemine son noktayı halk, Türkiye’nin bütün vatandaşları koydu.15 Temmuz’dan “sonrası” vardı, bir de Yenikapı’dan “sonrası” olacak. Halkın demokrasi için en kuvvetli irade beyanının “sonrası” ancak ve sadece demokrasi olabilir.Ankara’da bazı “intihar” kalkışmaları endişesi var. Ama bunların “intihar” eylemi olmasından başka bir ihtimal kalmış değil.Askeri darbeyle iktidarı ele geçirmek ve Türkiye’yi yönetebileceğine inanmak artık hayal bile değildir.Yenikapı’ya ve ülkenin hemen bütün kentlerinde meydanları dolduran milyonlar hayali de bilmiştir, kabusu da silmiştir.Ülkenin bir çok kurumu, devletin önemli bir kısmı yeniden inşa edilirken demokrasi de yeniden inşa edilmek durumundadır.Demokrasi yeniden inşa edilirken, demokrasinin güvencesini sağlama alan bir yapılanma kaçınılmazdır.15 Temmuz, topluma ve siyasete bunun bilincini çok kuvvetli şekilde yerleştirmiştir.Siyasetin tümünün bütün sorumluluğu da bu yapılanmanın sağlığını gözetmektir.Demokrasi hattında toplumsal bir barışa ulaşılmış olmasının değerini herkes biliyor. Ama bu barıştaki eksiği de unutmamak gerekiyor.Bu eksiğin tamamlanmasının yolunun da yine demokrasi içinde bulunacağını da bildiğimize göre, hangi hamleleri yapmamız gerektiğini de kolayca bulabiliriz.15 Temmuz’da hepimizin gözü açıldı. Manasız takıntılarımızı da gördük, hastalıklarımızın bütün topluma verdiği zararları da gördük.15 Temmuz’da bir yıkımla burun buruna gelmemizin hangi eksiklerimiz, hangi hastalıklarımızda kaynaklandığını da doğru teşhis etmek zorundayız.Bunu başarmak için de hem eleştireceğiz hem de özeleştiri yapmaktan korkmayacağız.
Bu değişimin içinde siyasetin bütün kısımlarının eski pozisyonlarında durmalarının imkanı kalmamıştır.MHP, genel başkanının epeyce önce çizdiği hatta tam olarak yerleşerek “mutlu” bir görünüm vermektedir.Kendisini Ak Parti’nin yanına çekilmiş hisseden CHP’nin mutsuzluğu bütün yüzlerden okunmaktadır.Malum sabah, CHP de herkes gibi, darbenin başarısızlığının kesinleşmesiyle birlikte Ak Parti’nin ve Tayyip Erdoğan’ın bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacağı tespitini yapmıştır.Ancak demokrasinin topyekun savunulması görevi ve sorumluluğundan kaçınması da mümkün değildir.Yarınki Yenikapı mitingi öncesinde CHP’nin önce nazlanması, sonra bir takım şartlar getirerek evet demesi de tam şaşkınlık alametidir.Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın davetine Kılıçdaroğlu önce hayır dedi. Davette ısrar edilmesi ve kamuoyundaki tepkiler üzerine de bazı şartlar öne sürdü.Birinci şartı dev bir Atatürk posterinin asılması. Olabilir, ama bu şartın manası Ak Parti ve Erdoğan’ın bu mitingden sağlayacağı faydanın eksiltilmesi. CHP erkanının bulabildiği önemli şart bu kadar.İkinci şart oldukça garip. Kılıçdaroğlu “devlet protokolü” uygulanmasını istemiş. Bunun ne alama geldiğini yarın göreceğiz.Yeni zeminde kendisine duracak yer bulamayan CHP “asıl” siyasi hamleyi yapamayarak zaten muhalefet görevinden istifa etmiş oluyor.Eğer CHP genel başkanı, mitinge bir HDP temsilcisinin de katılmasını şart olarak getirseydi, önemli bir siyasi duruş göstermiş olabilirdi.Kılıçdaroğlu böyle bir hamle yapabilmiş olsaydı, gerçek bir ana muhalefet partisi olarak “demokratik” bir görev de ifa etmiş, kendini dışlanmış hisseden milyonlarca vatandaşa sahip çıkmış olurdu.Artık her şey çok farklı olacak sözünü sürekli tekrar etmemiz, bir çok demokratik değişim talebinin de vaadini de içeriyor.Ama en temel meselemizde 15 Temmuz öncesinden farklı hatlar geliştirebildiğimiz zaman o söz daha gerçek olur.Ana muhalefet ise poster ve protokolde kendini tıkadığı zaman da değişim yolları iyice daralır.
Cumhurbaşkanı da hata ettiğini söyledi ve özür diledi. “Hata”, Gülen Cemaati’yle, bugünkü adıyla FETÖ ile çeşitli düzeylerde işbirliği yapmak, çeşitli taleplerini yerine getirmek.Bu “hata”yı yapmamış olan pek az. En fazla yapan da aslında Ak Parti. 2011 seçimlerinde de Cemaat’e kontenjan verildi, Cemaat mensubu olduğu bilinen kişiler bakan bile oldu.Bütün ülkeyi tarayan, bu “hata”yı yapmamış olanların sadece Kürtler olduğunu görebilir. Ama işin doğrusu Cemaat’in Kürtlerle asla işbirliği yapmamış olmasıdır.2011 seçiminde de istediğini alan Cemaat’in Ak Parti ile iplerini kopararak Erdoğan’a karşı darbe aşamasına neden geldiğini pek kimse sormuyor.2012’nin 7 Şubat’ında Cemaat ciddi bir darbe süreci başlattı. O günkü girişim, önce MİT başkanının ardından da günün başbakanı Erdoğan’ın tutuklanmasıydı.Bunun cevabını ararken biraz daha geriye 1980’deki askeri yönetime kadar gitmek gerekiyor.Tekrar hatırlatalım: Devlet en kuvvetli “irticacı” örgütlenmenin Said-i Nursi, eski adıyla Said-i Kürdi’nin Kürt takipçilerinin elinde olmasından rahatsızdır.Kenan Evren kendisine yapılan öneriyi benimsemiş ve Fethullah Gülen’in hapisten çıkarılmasına karar vermiş ve Cemaat’e dokunulmaması, tam tersine desteklenmesi operasyonunu başlatmıştır.Operasyonun amacı bir Said-i Türki yaratmaktır ve o günden itibaren bu hareket her zaman devletle en azından dirsek temasında olmuştur.Cemaat’in savunduğu fikirler de icraatları da hiçbir zaman devletin kabul ettiği sınırların dışında olmamıştır.Cemaat, sahip olduğu bütün desteklere, faydalandığı yaygın işbirliklerine rağmen 7 Şubat 2012’de harekete geçmiştir.Hedef gizi değildir: Kürt açılımını ve barış sürecini başlatanlar ve uygulayanlar “vatana ihanet”ten yargılanacaktır. Birinci hedef de Tayyip Erdoğan’dır.15 Temmuz gecesi Kemalist askerlerle Cemaatçi askerlerin nasıl işbirliği yapabildiklerini merak edenler burada gerekli ipuçlarını bulabilirler.Cemaatin silahlı kuvvetler içinde bu kadar etkin olabilmesinin cevabı ve açıklamasının çıkabileceği nokta da burasıdır.Bir hatırlatma daha: 28 Şubat’ta Cemaat’e hiç dokunulmamıştır, Fethullah Gülen’in okullarını ve dershanelerini devlete devretme önerisi de yerine getirilmemiştir.
O sabah herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken Amerikan başkentinden gelen ilk ses oldukça rahatsız ediciydi.Amerikan yönetimi, darbe girişimi ve demokrasi tespitleri yapmadan “iki taraf”tan söz ediyor ve sükunet çağrısı yapıyordu.Bu, aceleden kaynaklanan bir şuursuzluk olarak fazla üzerinde durulmasına gerek olmayan tavır olarak görülebilirdi.Ancak bir Amerikalı generalin “ilişkide olduğumuz askerler tutuklardı” diye bir ifade kullanmasıyla birlikte Amerikan yönetimi veya yönetiminin bir kısmı kendisini “zanlı” konumuna getirmiş oldu.Fethullah Gülen’in Amerikan siyasetinin bir kısmıyla yakın ilişkiler kurmuş olması, hatta panasal ilişkileri bulunması gizli bir hal değil. Cemaat sözcülerinin övündükleri bir durum.Malum gecenin belli bir anından itibaren, benzer durumlarda hep olduğu gibi, “arkasında kim var” sorusu ortaya çıktı.Darbe girişimi çok büyük bir iş ve buna kalkışanların güvendikleri odaklar olması, sırtlarını dayadıkları veya dayayabilecekleri kuvvet merkezleri olduğunu düşünmek çok doğal.Eğer Amerikan yönetiminin içinde birileri, “Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak için 80 milyon insanın geleceğini ağır tehlikeye atan bir kalkışmayı” desteklemiş iseler, bunun affı gerçekten olmaz. Ve bu hesabı sormak zorunda olan da aslında Amerikan yönetimidir, Amerikan demokrasisidir.Amerikan siyasetinde, 80’lerin başından itibaren bir “ılımlı İslam” tartışması ve arayışı vardır. Buna göre radikal İslam’ın panzehiri ılımlı İslam’dır ve Gülen Cemaati de ılımlı İslam’ın içinde görülmektedir.Ama buradan kanlı bir darbe girişimini destekleme noktasına gelmek için bayağı yol kat etmek gerekir.Amerikan yönetiminde bazı kesimlerin Türkiye’de bir darbe ihtimalinin farkında olmaları muhtemeldir. Ama biz de bu kanaatten yola çıkarak bütün batı’yı suçlayamayız.Amerikan yönetiminin içindeki yanlışı teşhir etmek için de, Batı’daki bazı siyasi merkezlerdeki tereddütleri gidermek için de en büyük kuvvetin “demokrasiye dayanmak” olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın.