Haftalardır süren itiş kakıştan sonra MHP’de bir kongre yapıldı. Bunun arkasından da bir sürü hukuk tartışması olacak. Bunlardan ne sonuç çıkarsa çıksın MHP bölünme aşamasına gelmiş olacaktır.27 Mayıs darbesinin “kuvvetli albay”ı Alpaslan Türkeş, Milliyetçi Hareket Partisini, dönemin anti-komünist savunma sistemlerine göre örgütledi.MHP kendi kısa tanımını “milliyetçi toplumcu” olarak yaparken bunun Alman Nazi kısaltmasının, “nasyonal sosyalist” tanımın tercümesi olması cesaretini de gösterdi.60’lı yıllarda dünyada ve Türkiye’de sol hareketler yükselirken MHP asıl işlevini, “komünizme karşı sivil kontr- gerilla” olma işlevini tam olarak yerine getirdi.1970’lerde Demirel’in kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetlerinde aynı icraatlarına devam etti. 1999 seçiminde ilk ciddi başarısının ertesinde de MHP’nin temel siyasi hattı “Kürt meselesinin askeri çözümü” oldu.80’lerden itibaren MHP’nin toplumsal desteğinin artışı hep Kürt siyasi hareketinin yükselmesine bağlı oldu. Aynı şekilde PKK terör eylemleri arttıkça MHP yine bir “işlev” kazandı. Bunun yanında Bahçeli yönetimi ülkücü kadroları sokaktan çekti. “Devletin yapması gerekenleri devlet yapsın” pozisyonunda Bahçeli’nin, bütün iç baskılara rağmen sağlam durduğunu da hatırlamak gerekiyor.Bir yıl önce Ak Parti yönetiminin “askeri çözüm” hattına dönmesiyle birlikte MHP de temel işlevini kaybetmiş oldu.MHP’nin bölünmesiyle açılacak alanı doldurmaya en yakın aday yine Ak Parti’dir. Ak Parti, son dönemde siyasi hattındaki “muhafazakar” kimliğini öne çıkardıkça MHP seçmenini de çekmektedir.Bölünme süreci devam ederken MHP seçmeni için Ak Parti ve Tayyip Erdoğan daha kuvvetli bir çekim merkezi olacaktır.MHP’nin temsil ettiği her şey artık Ak Parti’nin elindedir. Bu sürecin Ak Parti açısından bir siyasi başarı olarak ilerlemesine Bahçeli’nin politikalarının katkısını MHP’liler daha çok tartışırlar.MHP’nin bölünmesinin bir siyasi ölüme dönüşüp dönüşmeyeceğini görmek için biraz daha zaman gerekiyor.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim komutanı sıkışan trafiğe bir çözüm bulmuş. Düşünmüş ki, kaldırımda yürüyenler zaman zaman kaldırımdan iniyorlar araçlar seri ilerleyemiyor ve trafik sıkışıyor.Komutanın çözümü çok kolay: Yayaların kaldırımdan inmelerini yasaklamış. İnsanlar da buna gayet güzel uymuş. Sonra durumun saçmalığını kim fark ettiyse bu yasak kaldırılmış.Bu toplumu sürekli yasaklarla yönetme alışkanlığının gülünç hikayelerinden biri. Gülünç olmayan yüzlerce, belki binlerce hikaye toplumsal hafızamızda dolaşıp duruyor. 1968’in öğrenci hareketlerinin çok ünlü bir sloganı vardı: Yasaklamak yasaktır! 48 yıl öncesinin gençleri yasaklara isyan ederken hayal ettikleri toplumu böyle anlattılar.Bundan yaklaşık yarım yüzyıl, tam 48 yıl sonra yasaklar ülkesi olmaya devam etmenin ne kadar acı bir kader olduğunu herhalde bugünün gençleri de görüyordur. Yarım yüzyıl önce “yasaklamak yasaktır” denilmiş olan bir dünyada hala yasaklar diyarı olmak gerçekten acı bir kaderdir.Toplumu yönetmekte zorlanıyorsan yeni bir yasak koyarsın olur biter. Eşcinseller yürüyüşüne de aynı şey yapıldı.Devletçi, muhafazakar, milliyetçi küçük bir siyasi parti, önce bu yürüyüşe saldıracağını ilan etti. Birileri bu sözlerin suç olduğuna dair uyarmış olmalı ki, sonradan lafı biraz gevelediler. Ama bir tek savcı bile bu açıklamaların suç olduğunu tespit ederek soruşturma açmadı.Sonra da yürüyüş yasaklandı, böylece memleket o sahte huzur ve sükunet ortamına dönmüş oldu.“Şiddet önermeyen ve başkalarına zarar vermeyen hiçbir şey yasaklanamaz” aşamasına ulaşmaya ne kadar çok yolumuz olduğunu bir kere daha görmüş olduk. “Vururuz, keseriz, ezeriz” diyene boş boş bakıldığı, basit bir yürüyüşün bile yasaklandığı bir ülke bizim dışımızda kalmadı. Güney Amerika’da da kalmadı.Bu arada bir tarihi gerçeği daha hatırlatalım. Dördüncü Murat içki ve tütünü halkının sağlığını düşünerek yasaklamamıştı. Kahvelerde, meyhanelerde bir araya gelip aleyhinde konuşmasınlar diye yasaklamıştı. Casuslarından öyle bilgiler almıştı.
Ergenekon ile başlayan darbe davalarının hepsi aklanmalarla sonuçlandı.Buna göre Türkiye’de hiçbir askeri müdahale olmamıştır, girişimler olmamıştır, planlar yapılmamıştır.Rahip cinayetleri de karambola getirilip yok edildi, Zirve Yayınevi katliamının itiraf etmiş sanıkları bile salındı.Pir-ü pak bir geçmişimiz dolayısıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve bilumum muhtıralarla ilgili olarak da “olur böyle şeyler” deyip geçiniz deniliyor.Peki geçelim. Benzer dertlerden muzdarip Avrupa ülkelerinde ve Güney Amerika’da belli uzlaşmalara gidildi. İspanya, Portekiz ve İtalya’da da askerler bir daha siyasete müdahale girişimi olmayacağının taahhüdünü verdiler, belli davalar açıldı, sonra herkes sustu.Bizdeki darbe davalarında Gülen cemaatinin fazla aktif olduğu biliniyor. Bu konuda da davalar, tutuklamalar var.Cemaat mensubu yargıçlar, savcılar, davaların hepsi açıldıktan sonra hepsini büyük bir başarıyla sulandırdılar.Önce yığınla insan eklendi, meseleyle hiç ilgisi olmayanlar içeri alındı ve doğrudur, bazı hileler de yapıldı.Ve böylece bütün davalar çökertilmiş oldu. Balyoz davasına eklenmiş bir disket ile de davanın esası yok edildi, alt rütbeli insanlara ağır cezalar verilerek de kamuoyunun tepkisi sağlama alındı.Başka ülkelerdeki gibi bir uzlaşma olmuş olabilir, bu anlaşılır bir durumdur ve demokrasiye gerçekten güvence sağlanmışsa kimsenin itirazı olmaz.Ama, bu ülkede davalara konu olan olayların hiçbiri olmadı pozisyonuna gelmek çok farklı bir durumdur.Hele ki, gazetecilerin sanık olarak çekilmeleri ve haklarında 52 yıla kadar hapis cezası istenmesi durumu bir “intikam” operasyonuna çevirmektedir.İnsa diye bir şey var. Üst düzey askerler oturuyor, yetki ve sorumluluklarını aşan planlar üzerine tartışıyor, hepsi beraat ediyor, hatta devletten tazminat alıyor, ama bunları haber yapan gazetecilerin 52 yıla kadar hapsi isteniyor.Bu, siyasi irade açısından açıklanabilir bir durum olmadığı gibi “nasıl bir uzlaşma oldu” sorusunun sorulmasını gerektirmektedir.Askeri vesayet varsa demokrasi yoktur, demokrasi varsa askeri vesayet olamaz. Bu davayla bu sorular da sorulacaktır.
Özellikle 80 sonrası kuşağın siyasetten fazla uzaklaşmış olması daha önceki kuşakların dile getirdiği bir durumdur.Düşünülür ki, yıllarca siyasetin kötülenmesiyle ilgili nutuklar gençleri etkilemiştir ve onları siyasetten uzaklaşmıştır.Siyaset iner çıkar, ama toplumdaki her dalgalanma her hissiyat bir gün mecrasını bulur.Gezi olayları, siyasi olarak kullanılma şeklinin ötesinde gençlerin tekrar sokağa çıkmasına yol açtı. Sokakta kendini en uç şekillerde ifade edebilme özgürlüğünün gençleri etkilememesi mümkün değildir.Bir süredir, okulların tatili yaklaşırken liselerde bir hareket başladı. Önce eski ve köklü liselerin öğrencileri hoşlanmadıkları şeyleri söylemeye başladılar. Şu anda yüzlerce lisedeki öğrencilerin de kendilerini ifade etmek için yollar aradıklarını izliyoruz.Her toplumsal hareketin yaratığı siyasi dalganın doğal etkilerinin yanında, bu hareketten faydalanmak isteyen “kaşarlı” siyasetler de her zaman olur.Gezi’de de olmuştur, hem de bayağı kuvvetli olmuştur. Daha önceki bütün gençlik hareketlerinde de olmuştur.Ama bu, ilk dalganın gerçekliğini de yok etmez, kendilerini ifade etmeye çalışan gençlerin sesine kulak tıkamayı da gerektirmez.Lise öğrencileri rahatsızlarsa, önce bu rahatsızlıklarını açıklamalarına karşı çıkmak abilerin ve amcaların yapabilecekleri en büyük yanlıştır. Bu yanlışa düşme eğilimindeki abiler ve amcalar ilk andan itibaren kendilerini göstermişlerdir.Gençler kendilerini ifade edeceklerdir, neden rahatsız olduklarını, neden hoşlanmadıklarını söyleyeceklerdir ve toplumdaki özgürlüklerden sonuna kadar faydalanacaklardır.Abiler ve amcalar öncelikle gençlerin özgürlük haklarını, konuşma haklarını tanıyacaklardır.Bu özgürlük haklarını tanımadıkları zaman da hangi noktalara gidildiğini bu topluk defalarca yaşayarak öğrendi.Liseliler istedikleri gibi konuşsun anlatsın, toplum onların hissiyatını öğrensin ve onların rahatsızlıklarını giderecek çözümleri arasın.Buna demokrasi diyoruz. Demokrasiyi kabul ettiğimiz için de liselilerin kendilerini ifade haklarını destekliyoruz. Öyle olması gerekmiyor mu?
“Terörle yaşamaya alışmalıyız” diyenlere tepki gösteriliyordu. Terörle yaşamaya alışamayız, alışmamalıyız, diyorduk.Alıştık, cenazelerde manasız olaylar çıkmasına da alıştık. Bu olaylara bile doğru dürüst tepki göstermiyoruz.Toplumun bütün bunlara “olur böyle şeyler” tevekkülüyle yaklaşması, uzaktan izlemekten başka bir şey yapmamasının bir devamı vardır. Daha kötüsüne de alışmak.Bugünkü durumun değişmesi için çaba gösteren, toplumun önüne çıkan hiç bir siyasi kuvvet kalmamıştır.Ana muhalefet partisi “yasak savma” siyasetine devam etmekte, bir iki demeçle kendini görevini yapmış addetmektedir.İkinci muhalefet partisi, iktidar partisinin yanına sığınmış, varlık kavgasının içine sıkışmıştır.Kürt siyasetinin bütün siyasi alanları daralmış, terör ve savaş koşullarında siyaset yapamaz duruma gelmiştir.Siyaset alanı, askeri rejim dönemlerinde bile bu kadar daralmış değildi, toplumun dinamikleri bir şekilde siyasi alana yansıyabiliyordu.“Terörle mücadele kıyamete kadar sürecek” denildiği zaman toplumdan “neden” sorusu gelmiyor, “başka ihtimal yok mu” sorusu hiç gelmiyor.Kıyamete kadar savaşı kabul etmenin, onlarca yüzlerce binlerce genç insanın daha hayatını kaybetmesini kabul etmek anlamına geldiğini görmemek büyük bir toplumsal teslimiyetin ifadesidir.Toplum bu kadar ağır bir faturayı ödemeye kendini hazırlamışsa, siyasetten bir ışık çıkmasını da beklemek çok zordur.Türk toplumunu bu ataletten çıkarabilecek bir siyasetin ışığı şu anda görünmese de, toplumun bir gün o ışığı talep edeceği umudunu kaybetmemek gerekiyor.Toplum bu ataletten çıkmazsa en yakında çok daha fazla kan çok daha fazla ölüm vardır. Ama biraz ileride de en büyük korkularımızın gerçek olması vardır.Şu andaki duruma ne kadar alışmış olursak, arkasının çok daha kötü ihtimaller olacağını topluma açıkça söyleyen bir siyaset olmayabilir.Ama bu “kıyamete kadar olmayacak” anlamına da gelmez. Olmazsa da “kıyamet” tek ihimal olur.
Ak Parti’nin anayasa stratejisi daha net olarak ortaya çıkmaya başladı. Tatil sonrası öncelikli hamle “partili cumhurbaşkanı” üzerine kurulacak.Bu strateji ile anayasa değişikliği üç aşamaya bölünmüş oluyor. Önce “partili cumhurbaşkanı”, sonra “başkanlık sistemi”, en sonda da anayasanın diğer maddeleri halkın önüne getirilecek.Bu süreçte, ilk iki aşamanın gerçekleşmesi asıl zorluk alanı olacak, üçüncü aşamada ise yeni anayasa tamamlanacak.Fiilen başkanlık sisteminin içinde bulunduğumuza göre “partili cumhurbaşkanı” yerine “partili başkan” demekte bir sakınca bulunmuyor.Bugünkü Meclis yapısından “partili başkan” kararının çıkabilmesi hala kolay değil.Dokunulmazlıklarla ilgili anayasa değişikliğine CHP’lilerin destek olması, buna da destek olacakları anlamına tabii ki gelmiyor.Bu durumda önce “partili başkan” olabilmesi yani anayasanın, cumhurbaşkanının nitelik, görev ve sorumluluklarını belirleyen maddelerinin değişmesi için MHP’den destek gelmesi zorunludur.Eğer beklendiği gibi, MHP yönetiminin değişmesi üzerine bu partide bir bölünme gerçekleşir ve dışarıda kalan milletvekilleri AK Parti’nin yanında yer alırsa değişikliği referanduma götürecek çoğunluk sağlanabilir.Halktan “partili başkan”a onay çıkması da zor değil. Çünkü aslında herkes biliyor ki cumhurbaşkanları her zaman bir siyasi partiye yakın olmuşlardır.Tarafsız olduğu iddia edilen Sezer de açık seçik bir CHP taraftarıydı, her kararında da bunu göstermişti.“Partili başkan”ın farkı, cumhurbaşkanı veya başkanın partisinin liderliğini devam ettirecek olmasıdır. Bu da fiili başkanlığın hukuken sağlamlaştırılması olur.Partili başkan sistemine geçildiği zaman da, seçimin ilk turunda bütün siyasi parti liderleri aday olacak, ikinci turda ise ittifak mecburiyetleri ortaya çıkacaktır. Bu da, bu noktaya kadar Fransız sisteminin aynısıdır.“Partili başkan” olduğu zaman da bir dönem daha “Ak Partili başkan” olacaktır. Peki ya sonra? Erdoğan’ın ikinci döneminden sonra tekrar eski sisteme mi dönülecektir? Bu sorular için erken olabilir ama yine de düşünmek ve sormak gerekiyor.
Tayyip Erdoğan yüzde 52 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Muhalefetin yanlış taktiği olsa da olmasa da ilk turda galip geldi.Halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olmak ve ilk turda seçilmiş olmak tartışmasız bir siyasi desteği gösterir. Bu da yine tartışmasız bir siyasi kuvvettir.Erdoğan, çok partili düzene geçildiğinden beri ülke yönetmiş olanlar arasında en kuvvetli siyasi liderdir.Erdoğan seçildiği zaman Ak Parti iki büyük badireden henüz çıkmıştı. Gezi olayları ciddi bir Erdoğan karşıtlığı yaratmıştı. 17-25 Aralık operasyonu da Ak Parti iktidarında kaçınılmaz yaralar açmıştı.Bu iki önemli krize rağmen, iki krizin de Ak Parti tarafından iyi yönetilmemiş olmasına rağmen Erdoğan yüzde 52 oy aldı.Bu, “yüzde 100”ün başkanı olmaya çok yakın olduğunu gösterir. Sonuçta krizlerden az hasarla çıktığının kanıtı bu seçimdir.2015 Haziran seçimiyle ortaya çıkan belirsiz ve krizlere açık durumu da Erdoğan başarıyla yönetti ve partisi tekrar yüzde 50 oya yükselirken yine yüzde 100’ün başkanı olma eşiğine geldi.Bundan sonra tercih ettiği üslup ve çatışma alanlarını genişletme siyaseti, “yüzde 100”ün başkanı olmaktan vazgeçtiği anlamına geliyor.Bir siyasi için “yüzde 100’ün başkanı” olmak yerine giderek keskinleşen hatlarla bölünmüş bir ülkede “yüzde 50’nin başkanı olmak” herhalde tercih edilecek bir durum değildir.Bu, “yüzde 50’ye razı olma” halinde bir “kadro sorunu” olduğunu düşünmek için birçok neden var.Önce, Türkiye’yi iç barışa bu kadar yaklaştırmış olan bir liderin, çizgisini tam tersine çevirmesinin nedenlerini sormak gerekiyor.“Barış süreci”ni yürütecek ve bu ağırlığı taşıyabilecek bir siyasi kadro eksikliği de kolay görülebilir bir sorundur.Sonuçta son 70 yılın en kuvvetli noktasına ulaşmış bir siyasi liderin her gidişatla oynama imkanı vardır.Erdoğan da, “yüzde 100’ün başkanı” olmak hedefine yöneldiği zaman sonuçlarını alabilecek siyasi altyapıya sahiptir.“Yüzde 100’ün başkanı” olmak için de anahtar çok bellidir: Önce ülkedeki bütün kanı durdurmak.
Bunca insanın kanın dökülmesine alışmamak zorundayız. Ama galiba alıştık.Bütün yetkili ve bütün vatandaşlarını yaşatmakla yükümlü zevatın hala aynı lafları ediyor olmaları büyük talihsizlik.“Barış süreci” rafa kaldırılalı bir yıla yaklaştı. Artık bilanço çıkarmanın da bir anlamı kalmadı. O kadar çok insan öldü ki, isimlerini sadece yakınları hatırlıyor.Terörle mücadelede askeri çözüme karar verildiğinden dönemin başbakanı sabaha kadar ağlamış. Demek oluyor ki, neler yaşanabileceğini bilerek bu karar alınmıştır.Önce Nevruz diye bir tarih verildi, sonra süre “son terörist bertaraf edilene kadar” oldu, şimdi de “kıyamete kadar”a gelindi.“Terörün beli kırıldı” lafı 90’lardan bu yana onlarca, yüzlerce kez edildi. Terörün belinin kırılmadığını da elleri havada teslim olan çocuklar, bombalanıp yıkılmış evlere asılan bayraklar gösterdi.Şehit cenazesinde çelenk parçalanması, bir siyasiye mermi kovanları atılması ne kadar kötü bir noktada olduğumuzu gösteriyor.Terörle mücadelenin, son terörist öldürülene kadar bir savaştan çok farklı bir şey olduğunu görmemekteki ısrarı da anlamak iyice zorlaştı.Bir toplumsal desteği olan terörü, son teröriste kadar öldürerek çözmeyi kimse başaramadı. Terörden muzdarip bütün ülkeler kendi yollarını buldular ve silahı hayatlarından çıkardılar.Yabancıların bize sürekli akıl vermesine kızıyoruz, ama gerçek ortada, kendimiz bu sorunu çözemiyoruz.Eğer bir gün, yabancı arabulucuların gelmesini kabul edersek, bugünün karar vericileri Türk halkına ne diyeceklerini şimdiden düşünmeye başlasalar iyi yaparlar.Böyle bir duruma düşmek istemiyorsak da, siyasi iradelerin hemen şapkalarını önlerine koyup düşünmeye başlamaları, inatsız, kompleksiz bir şekilde düşünmeye başlamaları şart olmuştur.Laf yine bitmiştir, fena halde bitmiştir. Terörün beli kırılmıştır, şu zamanda kırılacak gibi lafları etmeyi herkes bıraksın.Bundan başka Türkiye yok ve Türkiye herkesin yaşamaktan memnun olduğu, barış ve huzur içinde yaşadığı bir ülke olmak zorunda.Olamazsa da yüzyıllık korkuların gerçekleşmesine hazır olalım.