Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iki taraf açısından da tam bir ızdırap haline dönüştü. Aynı sözler, aynı kelimelerle yıllardır tekrarlanıyor ve aşağı yukarı aynı noktada duruluyor.
2004 yılındaki tam üyelik başvurusuyla canlanan ilişkiler, önce Avrupa tarafından gelen engellemelerle soğutuldu. Tam üyelik giderek Türkiye açısından öncelikli bir perspektif olmaktan çıktı.
Bir ara Ankara’dan en çok tekrarlanan “Bizim hedefimiz AB standartlarıdır, ister alsın ister almasınlar” formülü oldu.
Bir dönem, “AB’ye uyum yasaları” adıyla yapılan reformlardan da epeydir söz bile etmiyoruz.
Geçen günlerde İngiltere Başbakanı Cameron’un “Türkiye ancak 3.000 yılında AB üyesi olabilir” sözü de aşağılayıcı vurgusuyla birlikte Avrupa’nın meseleye bakışını özetledi.
Fazla uzağa da gitmeye gerek yok. İki gündür çarşaf çarşaf yayınlanan, yıkıntılar arasında elleri havada teslim olan gençler ve çocukların fotoğrafları bile yeterlidir.
2016 yılının Mayısında böyle görüntülerle anılan bir ülkenin Avrupa Birliği standartlarına nasıl ulaşacağı sorusunun cevabı da olumlu olamaz.
Sovyetler Birliği yaklaşık 23 yıl önce dağıldı, Balkanlar yirmi yıl önceki savaşlarla büyük acılar çektiler, ülkeler bölündü. Ve bunların hepsi demokratik düzenlerini kurdular, reformlarını yaptılar, Avrupa Birliği standartlarını tamamladılar ve üye oldular.
Avrupa Birliği’ne karşı bizim savunma sistemimiz ise “Bizim koşullarımız farklıdır, bunu kabul edin ve bu şekilde üye olalım” hattından öteye geçebilmiş değildir.
Avrupa da bıkmadan usanmadan aynı şeyi tekrarlıyor: “Birliğin ilkeleri bellidir, bunlara uymak zorundasınız.”
Bu kilidin açılması da mümkün görünmediğine göre yapabileceğimiz son bir “yiğitlik” kaldı: Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu geri çekmek.
Yakın dönemde “Herkes kendi yoluna gider” lafı çok fazla edildi. Yeni Avrupa Birliği Bakanı’nın bile ilk beyanatı aynı minvalde oldu.
O zaman gereğini bir an önce yapalım ve kendi ızdırabımız da sona ersin, Avrupa’nın bizimle ilgili ızdırapları da son bulsun.