MHP’deki kavga 60’lı yıllardaki öğrenci derneklerini ele geçirme kavgalarına çok benziyor. Mahkeme, polis, biraz itiş kakış olurdu.Hukuki durumla ilgili olarak herkes kafasına göre bir yorum yapıyor, yapacak. Yargıtay bir karar açıklamadığı için de dün yapılması gereken kongre tartışmalı hale geldi.MHP genel merkezinin, Devlet Bahçeli’nin istediği kongrenin yapılmamasıydı ve bu raundu muhalifler kaybetmiş oldu.Devlet Bahçeli’nin MHP’nin geleceğiyle ilgili tasavvuru belli. İki yıl daha kongre yaptırmamak ve partiyi bu süreç içinde Ak Parti’ye eklemlemek. Bahçeli bu hatta gizli saklı davranmıyor.Bahçeli’nin Gülen cemaatine yakın olmakla suçladığı, “paralelci” dediği muhaliflerin dördü de genel başkan adaylığını devam ettiriyor. Bunca kavga gürültü içinde dört adayın hiç biri bir başkası lehine çekilmedi.Muhaliflerin dördü de henüz diğer adaylarından ne farkı olduğunu, MHP’nin geleceğini nasıl gördüğünü anlatmadı. Kapalı kapılar ardında bunlar konuşuluyorsa da kamuya açık bir beyan yok.Eğer bir kongre olur ve dört muhalif aday da partililerden oy isteme durumunda olacaksa herhalde bir şeyler anlatacaklardır.Dört adaylığın da devam etmesi, muhalefetin birleşememesi de, eğer genel merkez devrilir ve bu muhalif aday seçilirse bile MHP’de suların durmasının kolay olmadığını gösteriyor.Sonuçta 5 parçalı MHP bölünme hattına girmiştir. Bu parçalardan muhalif olan dördünün Gülen Cemaatine yakın olup olmadığı tartışmalıdır, ama bir parçanın, şu an iktidarda olan parçanın Ak Parti’ye yakın olduğu kesindir.MHP’nin varlığının temelini oluşturan siyasi ilkelere son dönemde Ak Parti’nin ortak çıkmasının MHP’yi sallayacağı ve bir varlık krizine götüreceği belliydi. MHP artık bu kaçınılmazı en yoğun şekilde yaşamaya başlamıştır.MHP’nin bölünmesinden en büyük faydayı Ak Parti’nin sağlayacağı da kesinleşmiştir. Belki bir kısım MHP’li BBP’ye yönelir, ama bunun kısıtlı kalacağını MHP’liler söylemektedir.MHP’nin 60’larda neden ortaya çıktığını ve siyasi varlığı süresince hangi hatta yer aldığı ve varlık nedenlerinin nasıl ortadan kalktığı herhalde çok tartışılacaktır.
Şehit haberleri uzun süredir gazete sayfalarının eteklerinde veriliyor. Şehit cenazesi haberleri de iç sayfadan.Hemen her gün sıralama değişmiyor. Önce şehit haberi, sonra öldürülen terörist sayısı, sonra da terör örgütünün belinin kırıldığına dair haberler.Her gün tekrar aynı haberleri, aynı kelimelerle arka arkaya gazetede okuyoruz, aynı haberleri yine aynı sıralamayla televizyondan dinliyoruz.On ay önce, “savaş” başladığında terörle ilgili haberler medyada ve toplumda yankı uyandırıyor, tepkiler geliyor, barış isteyenler de seslerini duyurmaya çalışıyordu.Bir süredir ne tepki kaldı ne barış diyen sesler kaldı. Toplum olarak kaderimize razı olduk, şehit haberlerine alıştık, hatta kanıksadık.Bir süredir kimse “barış nasıl gelir, kan nasıl durur” diye de sormuyor, herkes sessizce izliyor. Şehit yakınlarının tepkileri üzerine dikkat çeken de kalmadı.Girdiğimiz noktadan bir çıkış, küçük bir ışık arama yolunda pek bir takatimiz kalmadığı da anlaşılıyor.Büyük şehirlerde patlayan bombalar yüzünden sokağa çıkmaktan çekinen insanlar da tepki göstermiyor, onlar da uslu uslu evlerinde oturuyor.Türkiye’yi yönetenler aynı “final” noktasını tekrar tekrar söylüyorlar. Daha önce bu nokta “son terörist yok edilene kadar” idi, şimdi “terörün son zerresi yok edilene kadar” oldu.“Son terörist” ve “son zerre” sözlerinden herkesin başka bir şey anlaması da doğaldır. Ama bu “son zerre”ye gelene kadar neler yaşanacağını da her vatandaş tahmin edebiliyordur.“Alışmak ve kanıksamak” bir dibe vurma halidir ve bu dibe vurma halinden toplumun nasıl çıkacağına ilişkin bir siyasi kılavuzluk da ufukta görünmemektedir.Bu alışma ve kanıksama halimiz için, birileri “hak ediyorsunuz” derse de söylenecek fazla bir sözümüz kalmadı. Ama alışmak ve kanıksamak halinin bir kat aşağısı da “hak etmişiz” diye kabullenme halidir. Dibin de dibi vardır ve o noktaya doğru ilerliyoruz.“Hayır hak etmiyoruz” deyip masaya bir yumruk vuracak bir siyasi iradenin olmamasının nedenini de her vatandaş kendi kendine düşünsün.
Kuvvetli siyasilerin cumhurbaşkanı olduğu her dönemde başbakanın “profili” tartışma konusu olmuştur. Kuvvetli cumhurbaşkanları da, Turgut Özal ve Süleyman Demirel, kendilerinden sonra başbakan olacak kişileri “düşük profil” tercihiyle belirlemişlerdir.Özal’ın başbakan olarak seçtiği Yıldırım Akbulut, siyasi hırsları olmayan bir başbakandı, ama Özal’ın çok önem verdiği birçok kararnameyi de imzalamamış, direnmiştir.Tansu Çiller, siyasi geçmişi çok zayıf olduğu için “düşük profili” garantili diye Demirel tarafından seçilmiş, ama Çiller oldukça kısa sürede bütün profilleri aşmış gitmiştir.Son başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, bütün siyasi kariyerini Erdoğan’ın yanında yapmış ve onun tarafından başbakan yapılmış olmasına rağmen gitmesi “profil”de bir ayar sorunu olduğunu gösteriyor.Bir önceki seçimle birlikte fiili başkanlık sistemine geçilmiş olmasına rağmen hukuki altyapı buna uygun olmayınca “profil” üzerinden siyaset başarısız oluyor.Nasıl seçilmiş olursa olsun, profili tartışılan kişi sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıdır ve mevcut anayasal sistemde ülkenin bir numaralı sorumlu yöneticisidir.Düşük profilli olması beklenen, yani cumhurbaşkanının belirlediği siyasetlere tam uyması istenen başbakanın da kendi siyasi kadrosu vardır ki bu kadro başbakanlıkla birlikte yeni katılımlarla büyür. Çevresi vardır, çeşitli baskı gruplarıyla, basınla bağlantıları vardır. Bunlar yoksa veya azsa bile hızla oluşur, gelişir.Ak Parti’nin yeni başbakanı üzerine tahminler devam ederken, öncelik “düşük profilli” olma ihtimali yüksek adaylar üzerine yoğunlaşıyor. Ancak bunun zorluğunu siyaset izleyen herkes biliyor, Davutoğlu deneyimini yeni yaşamış Ak Partililer de biliyor.Adı başbakan olsa da “başkanın yardımcısı” fonksiyonunun ihdas edilebilmesi için de anayasada birkaç madde değiştirmek yeterli değildir, uyumlu bir işeyiş sağlanabilmesi için bütün sistemle baştan aşağı oynanması gerekir.“Şu şu yetkileri ondan aldım buna verdim” deyince iş bitmiyor, yeni başlıyor.
Siyasilerin konuşmalarında ölçüyü kaçırmalarına epeyce alışığız. Birkaç alkış uğruna, taraftarların “ne güzel söylemiş” demeleri için edilen şuursuz lafların binlercesini duyduk.CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başkanlık tartışmalarıyla ilgili sözleri ise, endazeyi kaçırmanın da çok ötesine geçti.Kemal Bey diyor ki: “Başkanlığı ancak kan dökerek getirebilirsiniz..”Meclis’te gerekli oy alınırsa, halk yüzde 50’nin üzerinde bir oy verirse, başkanlık sisteminin gelmemesi nasıl mümkün olacaktır? Kemal Bey’in, “kan dökerek” lafını etmesinin nedeninin, bu sürecin herhangi bir aşamasında, süreci durduracak ve “kan dökülmesine” yol açacak bir “direniş” olmalıdır.CHP bir siyasi parti olarak, bütün ülkeyi dolaşarak, ulaşabildiği bütün vatandaşlara başkanlık sistemiyle ilgili görüşlerini, gördüğü sakıncaları anlatabilir. Halk oylamasında “hayır” çıkması için bütün siyasi yolları kullanabilir, ama buradan “kan dökülmesi” gibi ağır bir suçlamayı şu anda yapamaz.Başkanlık sisteminin, Ak Parti’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve hükümetin önceliği haline geldiği anlaşılmaktadır. Anayasa taslağıyla birlikte başkanlık sistemi de Meclis’e gelecektir.Ancak Meclis’te yeterli oy sağlanabilirse taslak halkın önüne gidecek ve orada kabul edilirse gerçekleşebilecektir.CHP ve genel başkanı Meclis çalışmaları sırasında da, anayasanın halk oyuna sunulması halinde de bütün imkanlarıyla karşı çıkabilir. Ama sonuçta CHP de Genel Başkanı da kendi boyunu ve gücünü bildiği için “kan dökerek getirilebilir” gibi bir şuursuzluk noktasına sürüklenmektedir.Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin “darbe hukukunun anayasadan temizlenmesi” kısmına gelince, CHP’yi yönetenler de yönetmeyen ama kendini solcu hisseden CHP’liler de aynı soruyu kendi kendilerine sorsunlar. Bu ülkenin anayasasını ve yasalarını darbe hukukundan kurtarmak, temizlemek için ne yaptınız? Yapabileceğiniz her şeyi yaptınız mı, yoksa tıkız siyasi çekişmeler içinde demokrasi görevinizi sürekli ihmal mi ettiniz?Kemal Bey’in “kan dökerek” lafından başka kokular almak da mümkün, ama bunların hepsi çaresizlik çemberi içinde sıkışmanın kokularıdır.
Ak Parti geleceğiyle ilgili olağanüstü kongreye giderken, MHP de bir “var olma” kongresine gidiyor.Siyasi yapıların yine toplumsal gelişmelerin gerisinde kaldıkları, toplumu yönlendirme ve dünyaya uyumda sıkıntı yaşadıklarını olağanüstü kongre mecburiyetleri yeterince anlatıyor.Kürt meselesindeki her alevlenmenin can ve kan taşıdığı MHP’nin varlığının tartışma konusu olmasında da şaşılacak bir taraf yok.Demokratik reformlara, “devlet acze düşer ülke bölünür” diye karşı çıkan MHP’nin elindeki siyaset alanının tümünü Ak Parti çoktandır kapattı.Demokratik reformlar 2011- 2012’den bu yana bir öncelik taşımıyor, Kürt meselesinde de “askeri çözüm” en küçük bir tartışma kabul edilmez şekilde uygulanıyor.Ak Parti’nin “muhafazakar demokrat” kimliğinin demokratı aşağıya indiği, muhafazakarı yukarı çıktığından beri MHP’ye siyaset alanı kalmayacağı belliydi. Ve öyle oldu.Devlet Bahçeli milliyetçi-toplumcu hareketin Türkeş’ten sonraki lideri olarak yaşadığı uzun siyaset döneminin sonunda tek bir çıkışla karşı karşıya kaldı. Bu çıkış Ak Parti’nin yanında siyasi varlığını korumaktan başka bir şey değildir.Olağanüstü kongre toplanmazsa MHP kaçınılmaz bir dağılma sürecine girecektir. Olağanüstü kongre mahkeme kararıyla toplanırsa da yaşanacak süreç farklı olmayacaktır.Kongre toplanmadan önce genel başkan adaylarının hepsinin partiden ihraç edilmesi halinde de muhalefet kongreye bir “emanetçi” ile gidecek, parti yine ağır yaralar alacaktır.Bahçeli bu noktada kendisi için tek çözümü Ak Parti’nin korumasına girmekte bulmuştur. Bunun karşılığı tabii ki anayasa ve başkanlığa destekten başka bir şey olamaz.Ancak sıra bu desteğe geldiğinde Bahçeli’nin yanındaki milletvekili sayısının anlam taşıyacak bir noktada olup olmayacağı da şimdiden sorulabilir.Bahçeli’nin, muhalefeti “paralelci”, Gülen cemaatinin operasyoncuları olarak suçlaması da tarafların, kongre sonrasında bir araya gelerek parti bütünlüğünü korumalarını çok zorlaştırmıştır.Eğer MHP genel merkezi, muhalif adayları partiden ihraç ederse de ortada en az iki MHP kalacaktır. Biri Ak Parti’nin yanında, diğeri karşısında. Bunun kaçınılmaz sonucu da Ak Parti’nin yanındakilerin büyük ve kuvvetli partinin içinde erimeleridir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ahmet Davutoğlu’na “o zaman kongreye gidin görevi devredin” dediği anda kafasında yeni başbakanın adının belli olduğuna dair bir kuşku yok.Erdoğan’ın siyaset tarzında “fevri tepki” gibi görünen bin çok tavrının aslında önceden hesabı yapılmış, bir sonrası düşünülmüş hamleler olduğunu biliyoruz.Davutoğlu’nun gidiş haberi duyulduğu andan itibaren, ortaya atılan dört tane isim oldu: Binali Yıldırım, Bekir Bozdağ, Numan Kurtulmuş, Berat Albayrak.Binali Yıldırım ile Bekir Bozdağ, AK Parti’nin kuruluşundan itibaren Erdoğan’ın yanında olmuş siyasetçiler. Hatta Yıldırım, İstanbul döneminden beri Erdoğan’ın yanında.Binali Yıldırım, uzun bakanlık döneminde başarılı olmuş bir isim, dolayısıyla onun birikimini aynı alanda kullanmaya devam etmesini istemek normaldir.Bekir Bozdağ, geçmişte halkın önünde fazla olmamış bir siyasetçi olarak halkla kuracağı ilişki ve etkileme konusunda tereddüt olabilir.Numan Kurtulmuş da Ak Parti’ye geç katılmış bir isim, parti kadrolarından itiraz alması muhtemel görünebilir.Berat Albayrak, ilk dört ismin en genci olarak “favori” olması gereken bir isim olarak görülebilir. Geçen kasımda milletvekili ve bakan olmasına rağmen iyi yetiştiğine kuşku yoktur. Ama tabii ki sıkıntı Cumhurbaşkanının damadı olmasıdır.Berat Albayrak’ın başbakanlığı durumunda hem içerde hem dışarıda hem de Ak Parti çevrelerinde de tepkiler olacağına da kuşku yoktur. Ama Erdoğan’ın siyaset tarzında böyle sıkıntılara “meydan okumak” da önemli yer tutmaktadır.Cumhurbaşkanı Erdoğan, Berat Albayrak’ın başbakanlığı durumunda tepkileri de göze alabilir, partisine hakim olur, dış tepkilere de aldırmaz.Listeye şu ana kadar telaffuz edilmemiş iki ismi daha eklemek gerekir. İkisi de uzun zamandır Erdoğan’ın yanında olan, hem siyaset hem devlet tecrübesi olan iki genç isim Yalçın Akdoğan ile Ömer Çelik’tir.Önümüzdeki on, on iki gün başbakan tahminleri yürütecek olanlar Yalçın Akdoğan ve Ömer Çelik isimlerini unutmasınlar. Yani kimse unutmasın ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan kararını çoktan vermiştir.
Başbakan Davutoğlu’nun görevinden ayrılmasının nedenleriyle ilgili olarak birkaç gündür çeşitli yorumlar yapılıyor. Partideki atama yetkisinin alınmasının Davutoğlu için bir kopma noktası olduğu üzerinde yoğun şekilde duruluyor.Cumhurbaşkanı Erdoğan ise kendi “kopma noktası”nı dün İstanbul’da açıkladı. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki krizin asıl nedeninin, Avrupa Birliği ile yapılan vize muafiyeti anlaşması olduğunu böylece öğrenmiş olduk. Partideki yetkilerinin alınması ise “git” işaretiymiş.Başbakan Davutoğlu’nun bizzat yürüttüğü görüşmelerin sonunda Avrupa Birliği’nin bazı koşullarla Türk vatandaşlarına vize muafiyeti uygulaması kabul edilmişti. Bu şartlar 72 kriter olarak adlandırıldı ve Türkiye bunun büyük çoğunluğunu yerine getirdi.Avrupa Birliği’nin 72 kriteri içinde “demokratik reform” sayılacak bazı düzenlemeler de vardı, bunlardan biri de Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yapılmasıydı.Bugün anlaşıldı ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu şartın yerine getirilmesine karşıdır ve buna bağlı bir vize muafiyeti anlaşmasını da kabul etmemektedir.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa Birliğine yönelik sözleri aynen şöyle: “Vize için terörle mücadele yasanızı değiştireceksiniz, diyor. Siz önce parlamentonuzun yanına çadır kuran teröristlere bakın. Orada onlara imkan sağlayacaksın, bize de: ‘Vize kaldıracağım, bunun şartı şunu değiştirmen.’ Kusura bakma, kiminle anlaşabiliyorsan onlarla anlaş...”Erdoğan’ın burada kastettiği çadır, bir süre önce Brüksel’de kurulmuş PKK çadırı. “Kiminle anlaşabiliyorsan onlarla anlaş” dediği de herhalde önce Avrupa Birliği ile anlaşmayı yapan Başbakan Davutoğu olmalı. “Onlar” diye çoğul kullandığına göre de, ikinci sorumlu Avrupa Birliği bakanı olabilir.Cumhurbaşkanı’nın karşı çıkmasına rağmen Davutoğlu “Ben Merkel ile AB ile anlaştım, sözümü yerine getireceğim” deseydi ve terörle mücadele yasasında değişiklik tasarısıyla ortaya çıksaydı, asıl kıyamet o zaman kopardı. Birçok bakan tasarıya imza vermezdi, Meclis başkanı gündeme almazdı, kriz yayılırdı.Davutoğlu olabilecek en sessiz şekilde gitti. Böyle gitmeseydi “vize muafiyeti uğruna terörle mücadeleyi zafiyete uğratma” suçlamasına hedef olur muydu? Muhtemelen olurdu.Bu arada vize muafiyeti anlaşmasına da sizlere ömür. Avrupa Birliği, üzerinde daha önce anlaşmaya varılmış kriterler yerine getirilmediği için muafiyeti uygulamaya sokmayacak.Can’a geçmiş olsunBir kurşun da Can Dündar’a sıkıldı. Saldırgan ‘Vatan haini’ diye bağırmış. Bu şahsın arkasında kim olduğu, kimlerin bu pis senoryaları uygulamaya soktuğu artık ortaya çıksın.Can Dündar, geçmiş olsun. Üstüne kurşun sıkılan, hapse giren son gazeteci artık sen ol.
Ahmet Davutoğlu başbakanlıktan kendi mi ayrıldı, ayrılmak zorunda mı kaldı? Bu sorunun cevabının bir önemi yok.Önemli olan önümüzdeki yüklü gündemi, Davutoğlu’nun taşımasının zorluğuna Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kanaat getirmiş olması.Ağır gündem, yeni anayasa ve başkanlık sisteminin gerçekleşmesidir. Gündemin, Güneydoğu’daki savaş, IŞİD ve terör meselelerinde zaten “askeri hat” bellidir ve başbakanın bunlara destek olmak dışında bir yükü yoktur.Erdoğan Ağustos 2014’te cumhurbaşkanı seçildi. Tekrar aday olursa da, ki bundan başka bir ihtimal yok, görev süresinin iki yıla yakın kısmı tamamlanmak üzere. Geriye kalan 8 yıldır.Erdoğan’ın, başkanlık sisteminin bir an önce hukuki altyapısının gerçekleşmesi için acele etmesi de doğaldır. Bir strateji vardır ve bu yönde daha hızlı davranılması gerekmektedir. Yeni başbakanın da bu stratejiden bir milim sapma, zaman kaybetme gibi hakları kalmamıştır.Davutoğlu’nun koltuğuna oturacak olanı tabii ki Erdoğan tespit edecek ve onun anayasa ve başkanlık sistemi konularını en hızlı şekilde halletmesini isteyecektir.Bu, altından kolay kalkılabilir bir yük değildir. Önce Ak Parti’de herhangi bir çatlak olmamasının bütün güvenceleri sağlanacak. Sonra Meclis’te, yeni anayasayı halk oyuna götürecek oy sayısına ulaşmak için çalışılacaktır.İkinci ve kökten çözüm ise bir kez daha seçime gidilmesi ve Meclis’te 367’nin üzerinde bir milletvekili sayısının elde edilmesidir. Ankara’da erken seçim lafının daha çok edilmeye başlanmış olması, bu ihtimal üzerinde durulduğunu gösteriyor.Seçim için ise Ak Parti açısından en uygun tarih eylül, ekim aylarıdır. Bu tarihe kadar ekonomideki birçok olumsuzluk henüz halka yansımamış olacaktır.Siyasi açıdan da MHP ile HDP’nin çok zor dönemler geçirmesi, her ikisinin de yüzde on baraj altında kalma ihtimalinin bulunması yine eylül ve ekim aylarını göstermektedir.Yeni başbakan ve genel başkan, oldukça kritik bir seçime Ak Parti’yi götürecek ve kendisinden büyük bir başarı beklenecektir.Yeni başbakanın yükü gerçekten çok ağır olacaktır ve bu süreçte bir başbakan değişikliği daha mümkün olmayacaktır.