Sorunun, sadece genel başkanın atama yetkilerinin alınmasının olmadığı ortaya çıktı. Ak Parti genel başkanının atama yetkilerinin elinden alınması da, anlaşıldığı kadarıyla nedenlerden biri değil sonuçlardan biriymiş.Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Ak Parti genel başkanı ve başbakan seçilen Ahmet Davutoğlu’nun bugün yapacağı açıklamalardan bir çok meseleyi öğreneceğiz.Ak Parti’nin kurucu genel başkanı Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan’ın yasaklı olduğu o dönemde genel başkanlık ve başbakanlık görevini kısa bir süre Abdullah Gül yürüttü. Herkes biliyordu ki yasal sorun çözüldüğü zaman Erdoğan hem başbakan hem genel başkan olacaktı.Erdoğan 2014’te cumhurbaşkanı seçildiği günlerde, tartışma konularından biri Abdullah Gül’ün genel başkan ve başkan olarak aktif siyasete dönmesiydi.Sonuçta Ahmet Davutoğlu’nu önce Tayyip Erdoğan, sonra Ak Parti, sonra da halk genel başkan ve başbakan olarak seçti.Ahmet Davutoğlu bugün görevlerinden ayrılacağını ilan ederse, en kısa zamanda yapılacak kongrede tekrar aday olması da söz konusu olmayacaktır. Ak Parti kongreye tek adayla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tespit ettiği adayla gidecektir. Bu aday kongrede seçildikten sonra başbakan olarak atanacaktır.Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında, son atama yetkisi meselesi dışında temel politikalarda bir farklılık olduğuna ilişkin herhangi bir bilgi kamuoyuna yansımış değildir. Bu temel politikalarda Başbakan’ın Cumhurbaşkanı ile aynı fikirde olduğunu gösterecek beyanatları ortadadır.Şu anda fiili bir başkanlık sisteminin bulunmasının sorunun temel kaynağı olabilir, ama Davutoğlu açısından bu bilinmedik bir durum değildir.Ak Parti’nin on dört yıllık iktidarının ardından, iç siyabette en kuvvetli olduğu dönemde bir değişim eşiğinde dolaştığının işaretleri epeydir fazlasıyla ortadadır.Bu değişimin “devlet partisi” olma yönünde gerçekleşmesini isteyen kuvvetlerin ağırlığının bu kongre sürecinde artması da büyük ihtimaldir.Bu sürecin ucunda veya bir noktasında bir “erken seçim” köşesi olması da ağırlık kazanabilecek bir ihtimal olabilir.
Bir siyasi parti “devlet partisi” olarak kurulabilir, CHP gibi. Ne çaba gösterilirse gösterilsin bu temel nitelik sık sık ağır basar, yine CHP gibi.Ak Parti bir devlet partisi olarak kurulmadı. Tam tersine devletten şikayetçi bir kitlenin sözcüsü olarak kuruldu. Bunu halk gördü ve Ak Parti’yi girdiği ilk seçimde iktidara taşıdı.Ekonomik talepleri ve demokrasi talepleri olan orta ve alt sınıflar, orta üst sınıflar bile kendilerini Ak Parti’de buldular.Her demokratik adım, yılların sorunlarına her demokratik yaklaşım karşılığını buldu. Geniş bir halk desteği, orta ve alt sınıfların desteği halen Ak Parti’nin yanındadır. Herhangi bir itiraz da sandığa yansımamaktadır.On dört yıllık bir iktidar döneminin ardından Ak Parti yeni bir değişim ve tercih süreciyle karşı karşıya kalmıştır. Tercihin bir yanında “devlet partisi” olmak diğer yanında da “halk partisi” niteliklerini kuvvetlendirmek vardır.Devlet partisi olan bir parti için, öncelit halk, halkın refahı ve talepleri değildir. Devlet parti ekonomiye bakarken de, büyük devlet çıkarları için halkın fedakârlık yapması mecburiyeti üzerinden bakar. “Büyük hedefleri” devlet ve devlet partisi tespit eder, halkın görevi ise bunlara uymak ve kendisinden istenen fedakarlıkları yapmaktır.Devlet partisi için herkes azınlıktır, halk partisi için herkes çoğunluktur. Devlet partisi için 5 milyon oyun vatandaşının büyük bir ağırlığı yoktur, kendi politikalarını onaylamayan 5 milyon vatandaş yanlış yapmaktadır.Şu anda yaşadığımız savaş ve terör meselesinde de devlet ve devlet partisi refleksleri çok kolay ayırdedilebilir.Ancak bu köşede başka bir soru daha sorulmak mecburiyeti vardır: Devlet partisi mi devleti yönetiyor yoksa devlet mi devlet partisini yönetiyor?Ak Parti’de bir kesim devlet partisi olmanın getirdiği gücü sevmiş ve alışmış görünmekte, ağırlığını Ak Parti’nin devlet partisi olması için kullanmaktadır.Bir halk hareketi olarak yükselmiş olan Ak Parti’nin bünyesinin bu değişime direnmeye çalışmaktadır. Bunun iki taraflı işaretleri son günlerde daha sık görünmektedir.Devlet partisi olmak farklı bir kumaş gerektirir. Eğer o kumş yoksa da, kendisini devlet partisi olmuş gören siyasi parti bir gün bakar ve görür ki devlet partisi başka bir parti olmuş.
Halkın başkanlık sistemine desteğiyle ilgili son araştırmalar oldukça farklı sonuçlar veriyor. Birinde yüzde 60, diğerinde yüzde 38 oranı var.Sorunun şeklinin yol açtığı yönlendirmeler söz konusu olsa bile aradaki yüzde 22’lik fark aşırı sapmalar gösteriyor.Ak Parti’nin anayasa ve başkanlık sistemiyle ilgili stratejisiyle ilgili açık bir bilgi de ortaya çıkmış değil. Son bilgi bir Ak Parti heyetinin anayasa teklifini yazmaya devam ettiği şeklinde.Yeni anayasa teklifinin iki parçalı olması, ana parçanın anayasanın diğer maddelerinden, ikinci parçanın da başkanlıkla ilgili maddelerden oluşması ve Meclis’in ve halkın önüne bu şekilde çıkması biraz tartışılmıştı.Teklifin iki parçalı sunulması ve oylanmasının bazı teknik sorunlar yaratması da muhtemeldir. Ancak bu yöntem iki meselenin “medeni anayasa” ile “başkanlık sistemi”nin ayrı ayrı tartışılmasını sağlayacağı için birçok bakımdan “fikir açıklığı” getirecektir.Medeni ve demokratik bir anayasa teklifinin, başkanlık sistemi dışında oylanması halinde çok yüksek oranlarda destek bulması büyük ihtimaldir. Buna ancak Ak Parti’nin her şeyinden kuşkulananlar karşı çıkacaktır.Bir ihtimal olarak anayasa teklifinin, “medeni” ve “demokratik” niteliklerinin eksik olarak ortaya çıkması da vardır. Ak Parti’nin anayasa konusunda bugüne kadar attığı bütün adımları dikkate aldığımız zaman bunun zayıf bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.Başkanlık sistemiyle ilgili pozisyonlar oldukça katılaşmış bir halde korunmaktadır. Başkanlığın içeriğiyle ilgili tartışmalar da dönüp dolaşıp Tayyip Erdoğan’a ulaşacak ve bütün siyasi tepkiler de buna bağlı olacaktır.Başkanlık sistemiyle ilgili sağlıklı bir tartışma ortamı oluşması için hiçbir koşul yoktur ve bütün tartışma ve çatışmalar yine “kişi” üzerinden yapılacaktır.“Kişi” üzerinden yani Tayyip Erdoğan üzerinden yapıldığı zaman da desteğin yüzde 50’nin üzerine çıkmaması için hiçbir neden yoktur.Yeni anayasa halkın önüne iki parça olarak gelse de tek parça olarak gelse de ibre başkanlık sisteminden yana olacaktır.
Hemen her gün Kilis’e birkaç roket “düşüyor”. Bu roketlerin aldığı can sayısı ile ilgili rivayet muhtelif.Bu roketlerin havada kalamadıkları için “düştüklerini” Kilis Valisi açıklamıştı. Bu veciz açıklamaya inanırsak, bu roketleri sanki birileri eğlence olsun diye havaya gönderiyor, tesadüf o ya, bunlar da hep Kilis’e iniş yapıp insan öldürüyor, bina yıkıyor.Roketatar çok uzun menzilli bir silah değil, ama yakın menzilde ekili bir silah. Bu roketler de, anlaşılıyor ki, Türkiye sınırının çok yakınından ateşleniyor. Açıklandığına göre o bölgede hem IŞİD var hem Suriye ordusu var.Dolayısıyla Kilis’i vuran roketleri ya IŞİD atıyor ya da Suriye ordusu. Üçüncü bir ihtimal görünmüyor.Ankara Kilis’i vuran roketler konusundaki resmi açıklamalarda bugüne kadar “düşme” kelimesini tercih etti ve bu roketleri kimin Kilis’e “düşürdüğüne” ilişkin bir bilgi paylaşmadı.Bu roketleri IŞİD sınırımızın hemen kıyısından gönderiyorsa, bunlara karşılık verilmesi normaldir ve açıklanmış anlaşmalarla ilgili bir durum değildir.Ama roketatarlar Suriye askerlerinin ellerindeyse durum çok farklıdır ve bunlara karşılık vermek de Türkiye’nin en doğal ve meşru hakkıdır.Bu roketler Türkiye’ye yapılmış bir “davet” ise birileri Türkiye’yi bataklığa biraz daha çekmek için bu roketleri gönderiyorsa üzerinde düşünmek gerekiyor.Bölgedeki bazı kuvvetler Türkiye’ye “madem girdiniz kolay çıkamazsınız” diyor ve bu pozisyonları sağlama almak için bu operasyonları yapıyorsa yine sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kalıyoruz.Kilis’e roketler “düşüyor”, bunun açık bir teşhisi yapılmıyor, “angajman kuralları” gibi ifadelerden de uzak durulduğu zaman, sıkıntının tahminlerden daha ciddi olduğunu da düşünebiliriz.Ortadoğu bataklığı bu ve daha epeyce bir süre bu bataklığın kurutulması mümkün olmayacak. Arap baharı bu bataklığın da kurumasını sağlayacağına ilişkin büyük umutlar yaratmıştı. Ama bu rüzgar da geldi Suriye duvarına çarpıp söndü.Ve halen Türkiye’nin içinde kimlerin donattığı belirsiz canlı bombalar dolaşıp duruyor, Kilis’e de roketler “düşüyor”.
İsmail Kahraman herhangi biri değil. Devletin ikinci makamında değil. Bu yüzden laiklikle ilgili sözleri büyük gürültü yarattı.İsmail beyin söylediği, anayasadaki laiklik tanımının çıkarılması. Tanımı olmayan bir kavramı da her yönetim kendi anlayışına göre uygular. Buradan bakılınca da öneri devletin temel niteliklerinden birinin değişmesi olarak görünüyor.Laiklik ilkesinin ne olduğu ve ne olması gerektiğiyle ilgili olarak toplumda tam bir anlaşma olduğunu söylemek de zor. Ancak şu andaki “yarım laiklik” durumu büyük çoğunluğu memnun ediyor.Laiklik “devletin bütün dini inançlara eşit mesafede durması” ise Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik” olduğunu söylemek mümkün değil.Devletin din işlerini düzenleyen kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni bir yapıya sahiptir ve bu örgüt Sünni bir örgüt olarak çalışmaktadır.Sadece İslam dışındaki dinler değil, Sünnilik dışındaki İslam mezhepleri de Diyanet İşleri’nin “kapsama alanı” dışındadır.Mevcut yarı laiklik durumunda devlet Sünnilerin camilerini yapmakta, din adamlarını temin ederek maaşlarını vermekte, din adamlarının topluma vereceği mesajları denetlemektedir.Sünniler dışındaki inançların bu imkanlardan faydalanma durumu da yoktur, denetlenme durumu da yoktur.Türkiye vatandaşlarının çok büyük çoğunluğu Sünni olduğu için de bu durumdan şikayet olmadığı gibi bunu herkes üzerinde anlaşılmış bir laiklik durumu olarak kabul etmektedir.Mevcut yarı laiklik durumundan şikayetçi olanlar sadece Alevi vatandaşlardır. Onlar da doğal olarak “denetim” istememekte, Diyanet İşleri’nin sağladığı “devlet imkanları”ndan yararlanmak istemektedir.Türkiye’nin Hristiyan ve Yahudi vatandaşlarının sorunu ise, daha önce vakıflarına yapılmış haksızlıkların düzeltilmesidir ki, bu konuda son yıllarda birçok adım atılmıştır.Alıştığımız yarım laiklik durumunun temelleri esas olarak Kemalist dönemde atıldığı için, laiklik konusunda en hassas kesimler bile bu “yarım” durumu “tam” olarak kabul etmektedir.Sonuçta hiç kimse mevcut yapılanma ile oynanmasını istemiyor, çünkü İslam dünyasında esen radikal rüzgarlara uzak olan Türkiye Müslümanlarının rahatsız edilmesinden çekiniyor.“Yarım laiklik”ten memnunuz İsmail bey, özür dile meseleyi kapat ki tartışmalar daha da anlamsız noktalara gitmesin.
MHP’de Bahçeli’nin emekli olmasına kesin gözüyle bakılırken, Meral Akşener’in genel başkan adaylığının etkili bir rüzgar yarattığı görülüyor.Bu rüzgarın MHP’yi aşıp, önemli bir seçmen kitlesini etkilediğine dair iddialar da arka arkaya ortaya konuluyor.Bir araştırma kuruluşu Akşener’li MHP’nin yüzde 20 oy oranına ulaşacağını söyledi. Bir başkası da CHP’nin oylarını geçeceği iddiasını öne sürdü.Gerçi bu ikinci kuruluşun yöneticisi geçen seçim tahmini tutmazsa araştırmacılığı bırakacağını söylemişti, anlaşılan bırakmamış, Akşener rüzgarının üzerine oturmaya çalışıyor.Akşener ile olsa da MHP’nin oylarını yüzde 20 ve üzerine çıkarabilmesi, CHP’yi geçebilmesi için 5 milyondan fazla seçmeni kendisine çekmesi gerekiyor.Bunun çok büyük bölümü de gelse gelse Ak Parti’den gelir. Bunun için de Ak Parti’nin oy oranının yüzde 40 dolayına inmesi gerekiyor.Böyle bir ihtimal için ortada hiç neden olmadığına göre de, ortaya atılan oy oranlarının esas olarak MHP’lileri ve oy verenleri etkilemeye yönelik olduğu bellidir.MHP’nin geniş kesiminin Devlet Bahçeli’yi gidici gördüğüne ilişkin işaretler çoktur. Ayrıca Akşener dışında kuvvetli bir aday olarak Ümit Özdağ vardır.Bundan sonraki süreçte Bahçeli yönetiminin, Meral Akşener’i MHP’den ihraç ederek kurultaya katılmasını engellemesi de çok büyük ihtimaldir.Bu durumda MHP muhalefeti bir araya gelerek bir “emanetçi” genel başkan adayını seçtirmek, daha sonra da, Akşener’in tekrar partiye dönüşünün sağlanmasının ardından tekrar kurultay yapmak dışında bir seçeneği kalmamış olacaktır.Bu da uzun ve yıpratıcı bir süreçtir ve ucunda MHP’den bir başka parti çıkmasa da ruhen bölünme vardır. Ruhen bölünmede de küskünlerin, kim olursa olsun kısmen BBP’ye kısmen de Ak Parti’ye taşınma olasılığı yüksektir.Siyasette rüzgarların gerçekte olduklarından daha büyük ve etkili gösterilmesi sık kullanılan bir taktiktir. Ancak bu taktik beklentileri de yükselttiği için, hayal kırıklıklarına da yol açabilir ve açar.Akşener rüzgarıyla gelen siyasi canlanmanın Ak Parti ve CHP’de yaratacağı etkileri ise zaman gösterecektir.
Stadyumları esas olarak devlet yapar, spor kulüplerinin kullanımına verir. Amaç nitelikli tesislerde, nitelikli gösteriler yapılması, dünyanın en popüler sporunun insanlara keyif vermesidir.Geçen hafta yine, Fenerbahçe yenilgisine kızan Trabzonspor taraftarları kendi statlarını kırdı döktü, hakem dövdü.Fenerbahçeli futbolcunun formasını alan Trabzonlu izleyici de hırpalandı, tribünü polis eşliğinde terk etmek zorunda kaldı.Ankaragücü kendi stadında Amedspor’a yenilince, protokol tribünündeki 5 Amedspor yöneticisi saldırıya uğradı, hastanelik edildi. Bu arada bilmeyenler olabilir, Amedspor Diyarbakırspor’un yeni adı.Çok kaliteli futbol stadyumları yaptığımız doğru, ama tribünler dolmuyor, futbolcular bayağı boş tribünlere oynuyor.Galatasaray’ın stadyumu açılırken açılışa katılan dönemin başbakanı Erdoğan’a protesto gösterisi yapıldığı için Beşiktaş’ın mükemmel stadı halksız, protokol töreniyle açıldı. Bu stattaki ilk maçta da Beşiktaş seyircisi biber gazıyla “sakinleştirildi”.(Yazının burasında, Trabzon’da hakem döven Trabzonsporlu taraftarın tutuksuz yargılanmak üzere salındığı haberi geldi.)Bu olayları böyle sıraladığımız zaman çok ciddi bir sağlıksız halle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz.En eğlenceli spor dalı bizim için bir savaş alanından ibarettir. Ve bu durum ne tedbir düşünülürse düşünülsün değişmemektedir. Dünyanın en nitelikli statlarını yapmamızın hiçbir faydası olmuyor. Toplumun bir kısmı futbolu savaş alanı olarak yaşamaya devam ediyor.Geçen yıllarda, yine bu tür olayların tırmandığı bir dönemde futbol liglerinin birkaç yıl tatil edilmesi gibi radikal bir öneri ortaya çıkmıştı. Buna karşı çıkanlar da futbolun bir “iş kolu” olarak ulaştığı boyuta dikkat çekmiş, sonuçta eski hamam eski tas hali devam etmişti.Futbolun keyfini çıkarmaktan bu kadar aciz olmamızın nedenlerini bulmak için de fazla bir araştırmaya gerek var mı, bilemeyiz. “Şiddet” hayatımızın bu kadar ağır bir parçası haline gelmişken statların nasıl şiddetten arındırılabileceğinin cevabını vermek kimse için kolay değil.
Yoğun gündem ve birbirinden gerilimli konulardan yine yorulduk galiba. Bir süredir Suriye’deki Kürt örgütüyle ilgili bir şey duymuyoruz.Duymadığımız başka konular da var. Ankara’dan Beşar Esad ile ilgili bir söz de duymuyoruz. Rusya ile sorunumuz hakkında da bir beyan yok. Amerikan yönetimiyle de, Suriye dolayısıyla açık tartışmayı kestik gibi görünüyor.“Hiç haber iyi haberdir” diye bir laf vardır. Bu konularda Ankara’dan sert ifadeler duyulmaması da “iyi haber” anlamına gelebilir. “İlk haber”den kastımız yanı başımızdaki savaş geriliminin biraz olsun düşmesinden fazla bir şey değil.Gündemin en önemli konularının bir kısmında sessizlik durumu varken, kendi içimizdeki savaşla ilgili duyduğumuz cümle değişmiyor.Bu meseleyi de manzaranın tümü içinde görmek zorundayız. Manzaranın tümü de şu anda iyece hayati hale gelmiş olan bir noktaya işaret ediyor.Medeni anayasa için yapılacak hamleler bazı bulutların dağılmasını da sağlayacaktır. Yorgunuz, terör dolayısıyla moralimiz aşağılarda seyrediyor.Medeni bir anayasa için hareket geçmek konusunda daha fazla beklemenin ciddi bir anlamı kalmamıştır. Başkanlık konusunda herkes kararını vermiştir.Demokratik ve medeni bir anayasanın içinde başkanlık meselesinin son tartışması da farklı olacaktır. Bunun için de iki ayrı referandum yöntemine gidildiği zaman “biri diğerinin alternatifi mi” sorusu da ortaya çıkmayacaktır. Medeni ve demokratik bir anayasayı oylayan halk, anayasanın başkanlık sistemiyle ilgili maddelerini ikinci oylamada değerlendirdiği zaman manasız karalamaların da önü alınmış olacaktır.Ak Parti’nin daha önce yaptığı anayasa çalışmalarında “eşit vatandaşlık” yer alıyordu. Kürt sorunu ile terörün ilişkisinin kalmadığını düşünenler, bu ilişkinin tümüyle kopmasını isteyenler için imkan yine buradadır.Medeni demokratik anayasayı zamana bırakmanın, ertelemenin kaçınılmaz yorumlarından biri “erken seçim” olur, şu anda bunun şartlarının varlığı da çok tartışmalıdır.