Türkiye’nin en büyük sorunu etnik ayrılıkçı bir siyasi hareketin tehdidine maruz kalmak değil bence. Bu etnik ayrılıkçılık sorununun önce tanımlanması, sonra da çözümü konusunda toplumda fikir birliği oluşturamamış olması… Tam aksine toplumun hemen her konudaki bölünmüşlüğünün ülkenin bölünme tehlikesi karşısında da hızını kaybetmeden devam etmesi. Ortada hepimizi ortaklaşa ilgilendiren bir mesele var ama bu meselenin ne olduğu hakkında İslamcının tarifi ayrı, milliyetçinin tarifi ayrı, Atatürkçünün tarifi apayrı… Aslında yanlış bir şey söylemiyorlar ama mesele şu ki söyledikleri doğrunun tamamı değil. Tıpkı körlerin fil tarifleri gibi… Filin ayağını tutan bu bir direğe benzer diyor; hortumunu tutan boru diyor; kulağına dokunan büyük bir yelpaze diyor…Toplum içinde her konu hakkında farklı görüşler, farklı yaklaşımlar bulunabilir. Sosyo-ekonomik farklılıklar veya kültürel-ideolojik angajmanlar dolayısıyla herkesin her konuda hemfikir olması beklenemez. Ama toplumun en önemli ve ortak sorunları hakkında bir fikir birliği tesis edilemiyorsa o toplumun ayakta tutulması da zorlaşır. Bahse konu sorunlara çözüm bulunamadığı takdirde zaten bu akıbet mukadderdir. Daha açık söyleyeyim: Türkiye etnik ayrılıkçılık sorununa kalıcı bir çözüm bulamadığı takdirde başka hiçbir sorununa çözüm bulması mümkün olamaz. Geleceği yönelik milli hedeflerinin hiçbirini de gerçekleştiremez. Çünkü bir devletin ayakta durması için toplumun birliği esastır. Birlik demek mutlak anlamda aynîlik veya homojenlik demek değildir. Toplumun hiç değilse asgari müşterekler üzerinde birleşmiş olması lazımdır. Bazılarımızın hamaset diye görüp burun büktüğü “milli birlik” kavramı da bunu ifade eder.Milli birlik sadece etnik bölücülüğün tehdidi altında değildir. Etnik bölücülük gibi devletin varlık temeline müteallik bir konuda bile ortak görüş ve ortak hareket kararlılığının olmayışı da milli birliğin köküne kibrit suyu dökülmüş olduğu anlamına gelir.Tamam, bizim toplumumuzun içinden geçen bazı fay hatları var. Özellikle laik-dindar gerilimi bunların en büyüğü... Ama her toplumda var bu kadarı. Hatta Batı dünyası mezhep savaşları adı altında bunun en kanlı örneklerine sahne oldu vaktiyle. Ne var ki artık hukuk sistemi yerleşmiş ülkelerde laik-dindar gerilimi sorun olmuyor; buna mukabil Afganistan’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de vs. oluyor nedense… Türkiye’nin çoktan bu ligden çıkmış olması gerekirdi. Ama hâlâ çıkamadık. Çünkü bu ligden bir üst lige çıkma konusunda bile uzlaşı geliştiremedik kendi aramızda. Belki de dışarıdan bakıldığında laik-dindar gerilimi olarak görünen hadise toplumun bazı kesimleri arasındaki başka çatışmaların kılıfı olduğu için. Tarih boyunca her yerde olduğu gibi çetin bir paylaşım kavgasının ifadesi olduğu için… Ancak paylaşım kavgalarının da, kültürel anlaşmazlıkların da, ideolojik çatışmaların da bir sınır noktası olur. Ortak varlığımız adına uçurumun başladığı bir çizgidir bu sınır.Tarihe bakalım, coğrafyaya bakalım; toplumların bu sınır çizgisine riayet ederek varlıklarını sürdüklerini görürüz. Türkiye’de en başta siyaset kurumunun bu gerçeğin farkında olması gerekiyor. Hem günlük parti çıkarlarının hem de kültürel-ideolojik angajmanların veya kişisel takıntıların ötesine geçip alabildiğine ayakları yere basan bir siyaset anlayışıyla önce milli birliğin muhafazasını esas almalı. Yani siyaset toplumun fay hatlarıyla oynayarak oy kazanmaya değil, kendi mevcudiyetinin temellerini ayakta tutmaya öncelik vermek zorunda.
Görünen ki yeniden seçime gidiyoruz ülkece. Bir sonraki seçim daha önce yaptığımız seçimden daha farklı nasıl bir tablo ortaya çıkarabilir, bilmiyoruz ama bildiğimiz başka bir şey var: Bu iki seçim arasındaki süreç Türkiye’nin kısa tarihi boyunca yaşadığı büyük hengâmelere eşdeğer bir kriz dönemi anlamı taşıyor. Yani elimizi kolumuz sallayarak ve güle oynaya sandığa gitmemize imkan veren bir atmosfer veya konjonktür mevcut değil maalesef. Hem içeride hem dışarıda ciddi sıkıntılar var.En başta Suriye iç savaşının ortaya çıkardığı kaos... Sınırımızın hemen ötesinde tezahür eden otorite boşluğu bir yandan IŞİD ve PKK gibi milli güvenliğimiz bakımından tehdit anlamına gelen güçlerin zemin kazanmasına yol açtı hem de karşımızdaki bu güçlerin konvansiyel olmayan niteliği kendi sınırlarımız içinde de asimetrik nitelikte bir silahlı/silahsız mücadele vermemizi gerekli hale getirdi. Zaten PKK ile mücadele neredeyse 40 yıldır devam eden bir süreç. Bu örgütün kurucu lideri Öcalan’ın 1999’da Amerikalılar tarafından yakalanıp bize paket halinde teslim edilmesinin ardından Türkiye’deki terör sorununun silahlı olmayan usuller kullanılarak çözülmesine yönelik denemeler başlamıştı. İmralı ile çözüm müzakerelerini ilk başlatanlar 28 Şubatçı generallerdi.Ancak, hatırlayacağınız gibi, Öcalan’ın çağrısıyla ateş kes ilan edip silahlarını bırakarak ülke dışına çıkmaya başlayan PKK militanları bir süre Kandil ve civarında sessiz bir dönem geçirdikten sonra ikinci Körfez Savaşı’nın kaotik ortamı içinde yeniden fabrika ayarlarına dönmüşlerdi. Bilhassa Irak’ın fiilen üçe bölünmesi gündeme gelmişken ve Amerikalılar Saddam rejimine yönelik savaşta en çok Kürtlerden destek görmüş olmanın sevecenliğiyle kendilerine yaklaşıyorken PKK yöneticileri ateşkesi bozup Türkiye’ye saldırılarına yeniden başladılar. Bu kırılmanın Türkiye’de AK Parti’nin iktidara gelişinin ilk günlerine rastlaması da en azından bir spekülasyon malzemesidir. O dönemde askeri tedbirlerin yeterince gündeme gelmemesini vesayet rejiminin siyasi iktidarı yıpratmaya yönelik kötü niyetli tutumuyla açıklayanlar olmuştu. Ama bu ayrı bir tartışma konusu artık…Bugün vesayet rejimi söz konusu değil. Ne var ki ülkemizin yine güneyinde bir başka savaş ve kaos bölgesi oluşmuş durumda yine. Esed rejiminin boşalttığı alanda otonom bir Kürt bölgesi oluşturma imkânı bulan Suriye PKK’sı (PYD) aynı alan üzerinde egemenlik oluşturmaya yönelen bir başka güçle çatışmasında ABD başta olmak üzere Batı bloğunun desteğini çekebildiğini görünce Türkiye’de uzunca zamandır sürdürülmekte olan Çözüm Süreci de birden bire Kürt Siyasi Hareketi için anlamsız hale geliverdi. PKK’nın Kandil ve Avrupa kanatları zaten gönülsüz katlandıkları bu süreci kendilerine gösterilmiş olan müsamaha sayesinde gerçekleştirdikleri yerel yapılanmalar yoluyla kârlı bir şekilde bitirebileceklerini düşündüler.Bu arada hareketin siyasi kanadı olarak faaliyet gösteren HDP’nin 7 Haziran’daki seçimde ülkenin iç konjonktürünün yarattığı kutuplaşma tablosunun yardımıyla laik-sol kesimin desteğiyle barajı geçip yüzde 13 gibi yüksek bir oy alarak meclise 80 milletvekili göndermiş olması muhtemelen Kandil açısından Sürecin sona erdirilmesini gerekli hale getiren bir hadise oldu. Kürt hareketinin politik-legal zeminde temsilini kendileri açısından pek hayırlı bir gelişme olarak görmüyorlardı çünkü. Neticede Türkiye bir kere daha yoğun terör saldırılarına maruz kalmış oldu.Birkaç ay sonra yapılması öngörülen erken seçime işte böyle bir tablo altında gireceğiz. Dolayısıyla o güne kadar hem içeride hem dışarıda yapılması gereken çok şey var. Bunları tartışmaya devam edeceğiz…
PKK terörünün yeniden azmasıyla birlikte liberali, solcusu, cemaatçisi aynı türküyü tutturdu; PKK’nın cinayetlerinden dolayı bir ağızdan devleti suçluyorlar. Diyorlar ki “AK Parti 7 Haziranda düşük oy alınca başladı bu şiddet eylemleri. Amaç terörle mücadele ediyor görünerek erken seçimde milliyetçi oyları çekmek.”Mesele şu ki bizim ülkemizde bu kadar budalaca bir iddiayı ciddiye alıp bu saçma sapan yavelere inananlar var... Sadece PKK propagandasının başarısıyla açıklanamaz bu durum. Bu yalanlara inanmaya hazır koca bir kitlenin mevcudiyeti çok daha ciddi bazı başka dinamiklerin ortaya çıkardığı bir sonuç. İnsan psikolojisinin inanmak istediğine inanmasına yol veren mekanizmalarını kastediyorum. Daha doğrusu bu psikolojik halin kitlesel versiyonunu...Bu psikoloji kendiliğinden oluşmadı elbette ama ne olursa olsun aklın ve mantığın sınırlarını aşarak ulaştığımız hayalî bir dünyada buradaki gerçek dünyanın sorunlarına çözüm bulamayacağımızı bilmemiz lazım. Hükümete kızabiliriz. Terörle mücadele siyasetini hatalı bulabiliriz. Çözüm Sürecinin terörü azdırdığını, bunun da iktidarın kabahati olduğunu düşünebiliriz. Veya tam aksine Kürtler’in düşmanı falan da diyebiliriz bu hükümete... Ama “PKK’ya yönelik operasyonlar seçim yatırımı olarak başlatıldı” diyebilmek için akıldan, mantıktan, izandan vazgeçmek gerekir.Bir defa hiçbir hükümet ülkede terör eylemlerinin tırmanmasını istemez, isteyemez. Her durumda böyle bir tablonun faturası iş başındaki siyasi kadrolara kesilir çünkü. Bütün bunları geçelim... Her şey gözümüzün önünde oldu yahu... Devletin güvenlik birimleri terör örgütüne yönelik operasyonlara durup dururken başlamadı...Hatırlayalım… PKK’nın seçimden hemen sonra “Cezaevindeki Öcalan’dan talimat almayız” açıklaması yaparak Çözüm Sürecinin bitişini ilan etmesi... Ardından “devlet savaş amaçlı barajlar yapmaya devam ettiği için” ateşkesin sona erdirildiğinin duyurulması... Sonra “Devrimci halk savaşı” başlatma çağrısı... Bilahare “öz savunma güçleri” oluşturma adı altında sivillerin silahlandırılması girişimleri... Akabinde IŞİD’in Suruç’ta gerçekleştirdiği katliamın intikamını almak iddiasıyla, ne alakası varsa, ailesiyle birlikte çarşıda-pazarda dolaşan veya evinde uyuyan savunmasız askerleri, polisleri katletmeye başlaması... O günden bu yana sayısız cinayet işleyip kan dökmeye devam etmesi...Bütün bunlar 7 Haziran seçiminden sonraki çok kısa bir zaman aralığında gerçekleşti. Bunda HDP’nin % 13 gibi yüksek oranda bir oy alıp meclise 80 temsilci göndermiş olmasının payı var mı, bilemeyiz. Ama “eylemsizlik” durumunu sona erdirip malum cinayetlerine ve diğer bilumum şiddet eylemlerine seçimin hemen ertesinde başlayan PKK değil mi? Seçim sonuçlarıyla terördeki tırmanış arasında bir bağlantı görüyorsak bunun izahını PKK’ya neden sormuyoruz?PKK hem çözüm sürecini hem de ateşkesi bitirdiğini açıkladıktan sonra her gün askere, polise yönelik kalleşce cinayetlerin haberleri gelmeye başlayınca devlet veya hükümet ne yapmalıydı? Ne yapsaydı memnun olurduk?İsterseniz soruyu şöyle sorayım: Mevcut iktidara kızıyoruz diye apaçık gerçekleri yok sayarsak gerçek sorunlara gerçek çözümler bulabilir miyiz?Bir de böyle sorayım: Sağduyumuzu kaybettikten sonra bir şey kazanmamızın anlamı kalır mı?
Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinin yaklaşık 4,5 saat sürmüş olması her iki tarafın da koalisyon konusunu ciddiyetle ve samimi bir arzuyla ele aldıklarını gösteriyor olmalı. Buna rağmen bu toplantıda net bir sonuca ulaşılmamış olması müzakere edilen maddelerin zorluğundan ziyade her iki partinin iç dengeleri ve tabanlarının hassasiyeti bağlamında varlığı bilinen genel siyasi problemlerle ilgili görülmeli. İki genel başkanın önümüzdeki günlerde yeniden bir araya geleceklerinin açıklanmış olması ise bu problemlerin aşılması yolunda ortak bir iradenin mevcudiyetini gösteriyor.Bu tabloya bakıldığında AK Parti ile CHP arasında sürdürülen görüşmelerin belirli bir aşamaya gelmiş olduğu, koalisyon kurmanın zorlukları yanında artık girilen bu yoldan dönmenin de zor olduğu görülebiliyor. Partilerin tabanlarında bu girişime itirazlar olabilir. Ama toplumun genelinde siyasetteki iki ana akımın temsilcilerinin işbirliğine yönelik bir istek olduğu da inkâr edilemez. Haddizatında 7 Haziran seçimde ortaya çıkan tablo seçmenin böyle bir koalisyon hükümetinden yana görüş bildirmesi olarak okunmak durumunda. Her iki partinin de bu koalisyonun içinde olmalarını zorlaştıran dâhili ve harici faktörler mevcut olsa da, klişe bir tabirle ifade edecek olursak, ellerini taşın altına koymalarını gerektiren bir kamuoyu beklentisi de var.Üstelik 7 Haziranda ortaya çıkan seçmen iradesine rağmen ve hatta bu iradeyi görmezden gelerek takınılacak bir tavrın seçmen tarafından hoş görülmeyeceği ve bunu yapan tarafın bir sonraki seçimde cezalandırılabileceği düşünülmeli. Dolayısıyla artık bu aşamadan sonra ne AK Parti ne de CHP “masadan kalkan taraf” olmayı göze alamaz. Onun için sürebildiği kadar sürecektir görüşmeler.Bu noktada AK Parti’nin zorlukları CHP’den daha fazla. Çünkü elinde birden fazla seçenek var: Hem AK Partisiz bir hükümet formülü siyaseten imkânsız olduğu için ister şimdi isterse bir erken seçimden sonra ya CHP ya da MHP ile koalisyon kurabilir, hem de bir erken seçimde oylarını çok az artırsa bile yeniden tek başına iktidar olma imkânına kavuşabilir. Bu yüzden AK Parti cenahında koalisyondan ziyade erken seçimi tercih etmek gerektiğini savunan kesimin argümanları güçlü görünüyor. Ne var ki bir erken seçimde AK Parti oylarında beklenenin aksine bir durum oluşursa bundan partinin sadece bugünün değil, geleceğini dahi etkileyecek ciddiyette sonuçlar çıkabilir. Bu riski göze almak kolay olmasa gerek.Bir de şu var: AK Partinin aritmetik olarak yeniden tek başına iktidar olma imkânı bulmasının parti adına “hayırlı” bir gelişme olup olmayacağı da tartışılabilir. Artık yönetilemez hale gelmiş görünen toplumsal kutuplaşmayı zararsız noktaya çekebilmek için yapılması gerekeni AK Parti’nin tek başına iktidar olarak yapması zor olabilir. Üç yıl önce Gezi Parkı olaylarıyla zirve noktasında patlayan gerilimin azaltılması yönünde siyasi adımlar atılmadı; neticede toplumun bir kesiminde AK Parti karşıtlığı veya Erdoğan nefreti marazi bir şekle ulaştı. Öyle ki dünün ulusalcıları sırf AK Partiye zarar vermek için bölücü Kürt partisine oy verebiliyorlar. Hatta bu kesimin PKK cinayetlerine bile göz yumma veya bunları devlet yapıyor diyen PKK propagandasına inanma eğilimine girebilmesi kutuplaşmanın geldiği tehlikeli noktanın göstergesi. Bu tabloda kimin kabahatli olduğunu tartışmaktan ziyade bu sağlıksız duruma çare arayıp bulmalı siyaset kurumu.Hâsıl-ı kelam, iki parti arasında yapılan görüşmeleri sadece koalisyonun şekil şartları veya bakanlık pazarlıklarından ibaret göremeyiz. Bu bağlamda, genel başkanların yeniden bir araya geleceklerine ilişkin açıklamanın bir anlamı daha olabilir: Açıklamada heyetlerin veya önceki gün olduğu gibi heyet başkanlarıyla birlikte liderlerin değil, tek başına liderlerin buluşmasından söz edilmesi iki genel başkanın baş başa görüşecekleri anlamına geliyorsa bir koalisyonun kurulma ihtimalinin her zamankinden fazla olduğunu söyleyebileceğiz. Çünkü bu tür konularda bazı engellerin aşılması ancak lider inisiyatifiyle mümkün olabiliyor.
Son zamanlarda pek kimsenin gündeminde değil ama 7 Haziran’dan beri yeni bir hükümetin tesisi zorunluluğuyla ilgili problemlerimiz de var. Bugün AK Parti ve CHP genel başkanlarının yapacakları görüşmenin sonucu bu konudaki nihai tabloyu ortaya koyacak. Ya bir “AK Parti-CHP koalisyonu” nun yolu açılmış olacak ya da bir erken seçime doğru yol alacağız ülke olarak. Peki, ne beklemek lazım Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesinden?Görebildiğim kadarıyla bu görüşmeden bir uzlaşmanın çıkabileceğine dair beklentiler minimum seviyede. Gerçi her iki partide de koalisyona içtenlikle taraftar olanlar var ama hem tabanları memnun etmenin güçlüğü hem de bazı parti içi dengeler ve siyasi konjonktür koalisyondan uzak durmaya zorluyor liderleri. Bu bağlamda her iki partinin destekçi çevresinde de koalisyona yönelik açık bir destek havası görünmüyor. Hatta mevcut iktidar partisinin destekçileri arasında böyle bir işbirliğine itirazlar nispeten daha açık dile getiriliyor denebilir. Zira AK Parti açısından içinde bulunulan durum biraz daha avantajlı görünüyor. Bir erken seçimde daha iyi bir oy alarak tek başına iktidar olma imkânının yakalanabileceği düşünülüyor. Hiç değilse teorik olarak bu mümkün. 7 Haziran’da seçmen tabanında ortaya çıkan tepkisel tavrın ortaya çıkan tablo karşısında değişmiş olduğu düşünülerek bu yeni seçimde eski oyların bir kısmının geri kazanılabilmesi ihtimal dâhilinde görülüyor.AK Partililer yeni bir seçimde oy oranlarının pek fazla değişmemesi durumunda bile yine kendilerinin içinde olmayacakları bir koalisyon hükümeti kurulmasının mümkün olmayacağını hesap ederek “erken seçim kozu”nu oynamanın bir imkânı değerlendirmek olacağını düşünüyorlar. “Seçimde oyumuzu artırırsak tek başımıza iktidar olma imkânı buluruz, olmazsa koalisyonu o zaman yaparız” diyorlar...Bu yaklaşım ilk bakışta mantıklı görünüyor. Ancak yine AK Parti içinden bazılarının bu yaklaşıma itiraz gerekçeleri de mantıksız değil. “Seçmenin bize verdiği mesajı yerine getirmek üzere CHP ile uzlaşıp bir koalisyon hükümeti kurmalıyız. Bunu yapmazsak verilen mesajı almamış oluruz” görüşünü savunan bu kesime göre, bu kadar kısa bir sürede ülkedeki oy tercihlerinin değişmesini gerektirecek bir değişikliğin yaşanmadığı da bir gerçek. Dolayısıyla yeni bir seçimde arzu edilen sonuca ulaşmak o kadar kolay olmayabilir. Daha kötüsü, bugünkü şartların gerisine düşülmesi riski de tamamen yok sayılamaz. Ayrıca, hükümet kurmakta isteksiz görünmek bizim aleyhimize olur. CHP ile kurulacak koalisyon hükümeti yürümezse o zaman seçime gideriz, durumu halka anlatıp tek başına iktidar yetkisi isteriz...Bu ikinci görüşü savunanları “realist karamsarlar” diye adlandırabiliriz. “Şansımızı bir kere daha deneyelim” diye düşünenlere de “realist iyimserler” diyelim o zaman... Davutoğlu bugün Kılıçdaroğlu ile görüşürken zihninde realist iyimserlerin argümanlarıyla realist karamsarların argümanları çatışıyor olacak. CHP liderinden alacağı sinyaller doğrultusunda ise bu diyalektik Başbakan’ın zihninde bir senteze ulaşacak.
Geçtiğimiz haftalarda Şehir Üniversitesinde Şerif Mardin ile Mustafa Özel iki farklı “ıssız ada” tecrübesi olarak Robinson Crusoe ile Hay bin Yakzan’ı mukayese eden bir sohbet gerçekleştirmişlerdi. O gün bugündür bu konu genç entelektüellerin dilinde ve gündeminde. Bu genç arkadaşlarımdan biriyle bu konu üzerinde konuşurken aklıma geldi; Crusoe’nun “modernist” Robinson metnini postmodernist yaklaşımla yeniden yazan Tournier’nin romanı hakkında 20 yıl önce yazdığım bir yazıdan söz ettim. Hatta yazıyı bulabilirsem kendisine göndereceğime söz verdim. Henüz internet kullanımının yaygınlaşmadığı o günlerde gazetelerin web siteleri de olmadığından online arşivlerde değil, kendi dağınık kupür arşivimde arayacaktım yazıyı. Lafı uzatmayayım; fazla ümidim yoktu ama biraz da şans eseri o yazımı buldum. Hazır konu gündemdeyken, başka merak edenler de olabilir düşüncesiyle, o uzunca yazının bir bölümünü de sizinle paylaşmak istedim:(...) Kazadan sağ kurtulan tek kişi olan Crusoe, yüzerek ıssız bir adaya çıkar. Burada, batık gemiden taşıdığı malzemeleri kullanarak kendisine bir barınak inşa eder, tarım yapar, yabani hayvanları evcilleştirerek bir çiftlik kurar, vs. vs... Uzun lafın kısası, “adayı uygarlaştırır”. Ada’nın tek “sahibi” konumundaki Robinson’un buradaki günlük yaşayışının son derece katı kurallara dayalı, disiplinli, daha doğrusu püriten karakterli bir yaşayış olması da dikkat çekicidir. Ayrıca, dinî ritüellerini ve millî görevlerini de aksatmaksızın sürdürür. Sabahları elini yüzünü yıkadıktan sonra Kutsal Kitap’tan birkaç sayfa okur ve “hazır ol”a geçip evinin önündeki direğe İngiliz bayrağını çeker.Adadaki hayat birkaç yıl boyunca bu minval üzre sürüp gitmişken beklenmedik bir olay meydana gelir. Adaya gelen bir grup “yerli”nin elinden kurban etmek istedikleri birini kurtararak yanına alır Robinson. O günün anısına “Cuma” adını verdiği yeni “kölesi”ni de zamanla “uygar”laştırır ve sonraki yıllarda ikisi birlikte adanın “imarı”nı sürdürürler.Bu hikâye, Protestan ahlakının şekillendirdiği modern Batı’nın doğaya, yeryüzüne ve başka kültürlere bakış açısını gayet net biçimde yansıtıyor. (...) Ne var ki, Batı’da ilerlemeci dünya görüşünün ortaya çıkardığı olumsuzlukların beraberinde, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yansından itibaren modernliğe yönelik eleştirel bir bakışın yaygınlaştığını görüyoruz. Bu yeni bakış edebiyat alanında da güçlü eserlerle kendini gösterdi. Çağdaş Fransız romancılarından Michel Tournier’nin Cuma ya da Pasifik Arafı isimli eseri, yukarıda sözünü ettiğim modernlik karşıtı veya post-modernist bakış açısıyla kaleme alınan eserlerin ilginç bir örneği.Post-modern dediğimiz yaklaşımın modernlerden ayrılan en önemli yanlarından biri doğaya tahakküm düşüncesinin karşısına doğa ile uyum yaklaşımını koyması; bir diğeri evrimci ilerleme anlayışını reddi; bir diğeri farklı (Avrupa-dışı) kültürlerin ilkel, gelişmemiş şeklinde tanımlanışına karşı çıkarak farklılığın tanınması ve hatta yüceltilmesidir. Defoe’nun Robinson Crusoe’sunu yeniden yazan Tournier, bu yaklaşımın ışığında. Robinson ile Cuma’nın hikâyesini tersine döndürüyor: Beklenmedik bir kaza sonucu Robinson’un adada inşa ettiği “uygarlık” ortadan kalkınca, efendi Robinson kölesi Cuma’nın “kültürüne” göre hayatını sürdürmek zorunda kalır. Zamanla bu kültürün güzelliklerini fark eder, sever ve “uygar” dünyaya geri dönmeyi istemez. Onun yerine Cuma, “Batılı” olmaya karar verir.Görüldüğü gibi, Tournier’nin romanı önceki anlatının kurgusunda gerçekleştirdiği küçük bir değişikliğin ötesinde önemli bir farklılığı içeriyor: Dünyaya bakış açısındaki keskin farklılık. Ortak özellikleri ise içinde yaşadıkları dönemin entelektüel yönelimine ışık tutmaları. Tournier’nin romanı, pastiş, parodi gibi teknikleri temel alması bakımından edebî postmodernizmin bir örneği sayılabilir. Ancak, Defoe’nun anlatısının kurgusuna müdahale ettiği noktada karşımıza çıkan düşünsel bakış açısının postmodern niteliği daha ilginç, bence.
Dün İngilizlerin Independent gazetesinde Tunus Başbakanı Habib Essid’le yapılan bir röportaj çıktı. Konu geçen ay Tunus’ta gerçekleşen ve 30 İngiliz vatandaşının ölümüyle sonuçlanan IŞİD saldırısı... Daha önce de bir müzeye yapılan saldırı sonucunda çoğu batılı turistlerden oluşan 22 kişi ölmüştü. Bu saldırıları gerçekleştiren kişilerin Libyalı oldukları veya Libya’da eğitim gördükleri söyleniyor. Galiba buna atfen Libya’da rakip gruplar bir araya gelip merkezi bir yönetim oluşturamazlarsa İngiliz, Fransız, Amerikan, İspanyol, Alman ve İtalyan askeri güçlerinin katılımıyla bu ülkeye yönelik yeni bir müdahalenin beklendiğine ilişkin haberleri hatırlatıyor Independent muhabiri. Bu konuda kendilerinin “bilgilendirilmediğini” açıklayan Tunus Başbakanı ise dış müdahalelere karşı olduğunu; komşu ülkedeki kaos durumundan zaten 2011’deki askeri müdahaleyi gerçekleştiren batı koalisyonunun sorumlu olduğunu söylüyor.Şimdi söyleyin, Tunus Başbakanı haksız mı? 2011’den önce IŞİD kampları mı vardı Libya’da? Keza Suriye için de aynı şey geçerli. 2011’den önce ne Suriye ne de Libya belki güllük gülistanlık değildi ama bugünkü gibi etrafına kıvılcımlar saçılan bir yangın yeri de değildi. Tamam, dikta rejimleri hüküm sürüyordu bu ülkelerde ama sokaklarında oluk oluk kan akmıyordu.Peki, neden böyle oldu? Batılı ülkeler bir taraftan, Körfez Arapları öbür taraftan ne uğruna Libya’yı ve Suriye’yi ateşe attılar? Türkiye olarak bizim buradaki günahımız ne? Takip edenler biliyordur, kendi adıma ben bu soruların cevabını 2011’den bu yana bulup dile getirme çabası içindeyim ama artık bu meselenin daha geniş ölçekte ele alınıp hem gerçekçi hem de insani açıdan muhasebesinin yapılmasında fayda var. Zira bu muhasebe yapılamadığı takdirde gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemenin sonuçları olarak başka başka sorunlarla karşılaştıkça yine doğru değerlendirme yapamıyoruz. Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan IŞİD ve PYD meselesinde olduğu gibi...O zaman da yazdım; Libya ve Suriye hadiseleri aslında önce Tunus’ta, sonra Mısır’da meydana gelen halk hareketlerinin şekillendirdiği bahar havasını bozmaya yaradı. Tunus’ta ve Mısır’da barışçı halk hareketleri karşısında direnemeyen köhne diktatörlükler devrilip gitmişti. Belki sıra diğerlerine geliyordu. Ama derken Libya’da silahlı bir muhalefet hareketi ortaya çıktı. İngiliz ve Katar askerleri eşliğinde savaştıkları söylenen bu grupların yönetimi devirmeye gücünün yetmeyeceği anlaşılınca da batılı ülkeler doğrudan askeri müdahalede bulunarak Kaddafi rejimini yıktılar. Libya Müdahalesi sonrasında bir siyasi muhalefet hareketinin ne olursa olsun arkasına batı desteği almaksızın başarılı olamayacağı kabulü zihinlere yerleşti. Arap Baharı böylece sona erdi.Türkiye başlangıçta batılı güçlerin Libya’ya yönelik hesaplarına karşı çıktı. Libya’ya yönelik bir dış müdahaleye sıcak bakmadığını açıkladı. Ama batılı güçlerin müdahale konusundaki kararlılığını görünce işin dışında kalmanın zararlarının daha büyük olabileceğini hesaplayarak taktik bir adım attı. Müdahalenin bir NATO operasyonu çerçevesine sokulması şartıyla işin içine dâhil oldu. Suriye konusunda da Ankara’nın başlangıçtaki tutumu Libya’da olduğu gibiydi.Peki, Türkiye’nin bu hususlarda o günlerde farklı bir tutum göstermesi mümkün müydü? Objektif olarak değerlendirirsek mümkün değildi. Ama Türkiye’nin birer parçası olduğu Libya ve Suriye kampanyalarının bu ülkelerin insanlarına hayır getirmedi. Türkiye’nin kucağında bulduğu Suriye iç savaşı ise özellikle AK Parti iktidarlarının dış politika alanında elde ettiği bütün kazanımları berheva etmekle kalmadı; mevcut sorunların derinleşmesine ve yeni sorunların başımıza sarılmasına yol açtı. En başta PKK sorununu ve IŞİD’i kastediyorum...Dolayısıyla hiç değilse artık bugün Suriye meselesini başka bir gözle değerlendirip rasyonel bir muhasebe yapmakta fayda var.
PKK cinayetlerine ve devletin PKK’ya yönelik operasyonlarına ilişkin ortaya konan tepkiler, tavırlar, bildiriler vs. şunu bir kere daha gösterdi: Türkiye’deki “aydınlar cemaati”nin toplumun geri kalanından ayrı bir dünyası var. O dünyada geçerli kurallar bildiğimiz dünyanın kurallardan farklı.İyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavram çiftlerinin ifade ettiği ahlakî veya epistemolojik kriterler yerine faydalı-zararlı gibi dikotomilerin temsil ettiği politik kriterler hüküm sürüyor o dünyada. Kimin için faydalı, ne için zararlı? Boşuna düşünmeyin, şunu hatırlayın: “Murphy’nin altın kuralı: altını olan kuralı koyar.”Keza, bu yazıyı okuyacakların itiraz sadedinde soracaklarını tahmin ettiğim “Peki, tek bir aydın tipolojisi mi var bu toplumda?” sorusunun cevabı da aynı. Kavram üretebilmek, kavramların içini doldurabilmek ve en önemlisi toplumun geri kalanına sesini duyurabilmek imkânlarına kim sahipse onu muhatap almak zorundasınız. Haddizatında bir zümreye baskın karakterini kimler veriyorsa o zümreyi onlar temsil ederler. Dolayısıyla Türkiye’de toplumsal bir zümre olarak aydınlardan söz edilirken kimlerin kastedildiği bellidir.Türk aydınının en önde gelen alamet-i farikası politik niteliği. Daima politik bir mücadelenin tarafı ve aktörü olmaya hevesli oluşu. Politik derken toplumsal hayatı bütünüyle dar bir alandaki küçük iktidar çekişmelerine indirgeyen yaklaşımı kastediyorum. Çünkü Türk aydını için yegâne mesele öteden beri politik alandaki iktidar meselesidir. Toplumsal yapıyı politik bir piramit gibi algılama eğilimi içinde olduğundan her türlü toplumsal problemi de bir hiyerarşi problemi olarak görür bizim aydınımız. Problem “ayakların baş olması”dır.Bu aslında kendi özgün toplum yapımıza bağlı olarak Türk devlet geleneğinin şekillendirdiği bir bakış açısıdır. Bizde siyasî iktidarın ortağı konumunda bir kilise kurumu hiçbir zaman var olmadığı gibi, devletin idare cihazının dışında toplumsal ve politik hayatın şekillenmesinde söz sahibi durumuna yükselen burjuvazi benzeri bir sınıf da mevcut olmadı yakın zamana kadar. Dolayısıyla tarihimizde, Batı’daki gibi ne kilise ideolojisini ne de burjuva değerlerini temsil eden örneklere benzer aydın zümrelerine de sahip olmadığımız için tek tiptir bizim aydınımız. Geleneğimizde Saray’ın dışında bir iktidar merkezi mevcut olmadığı için de politik tutum saray entrikası düzeyinde gelişebiliyor.Gerçi artık geleneksel devletin resmî ideolojisi değil, yeni yeni oluşmakta olan alaturka burjuva ideolojisi referans ve meşruiyet kaynağı durumunda ama aydınımızın öz nitelikleri ve alışkanlıkları değişmiş değil. Toplumsallığı politikaya indirgeyen, politikayı ise toplumsal gruplar ve anlayışlar arasındaki iktidar kavgası olarak görmekten ziyade dar alanda ve dar bir zümre arasında oynanan köşe kapmaca oyunu gibi görmeye eğilimli olduğu için bu kavgadaki safını insiyakî olarak seçen bir aydın zümremiz var.Daha açık ifade etmek gerekirse, etnik bölücülüğün ürettiği şiddet hareketlerine ahlaki kriterlerle değil, sonuçta politik iktidarın yıpranması veya güç kazanması açısından yaklaşan bir aydın zümremiz var. Bu zümrenin referans kaynağı olan ve aslında son elli yılda teşekkül etmeye başlamış bulunan alaturka burjuva ideolojisi kolektif çıkarların kişi ve grup çıkarlarından üstünlüğünü kabul etmediği için mesele bu halde. İşin psikolojik ve sosyal psikolojik boyutları ayrı bir konu...