Geçtiğimiz haftalarda Şehir Üniversitesinde Şerif Mardin ile Mustafa Özel iki farklı “ıssız ada” tecrübesi olarak Robinson Crusoe ile Hay bin Yakzan’ı mukayese eden bir sohbet gerçekleştirmişlerdi. O gün bugündür bu konu genç entelektüellerin dilinde ve gündeminde. Bu genç arkadaşlarımdan biriyle bu konu üzerinde konuşurken aklıma geldi; Crusoe’nun “modernist” Robinson metnini postmodernist yaklaşımla yeniden yazan Tournier’nin romanı hakkında 20 yıl önce yazdığım bir yazıdan söz ettim. Hatta yazıyı bulabilirsem kendisine göndereceğime söz verdim. Henüz internet kullanımının yaygınlaşmadığı o günlerde gazetelerin web siteleri de olmadığından online arşivlerde değil, kendi dağınık kupür arşivimde arayacaktım yazıyı. Lafı uzatmayayım; fazla ümidim yoktu ama biraz da şans eseri o yazımı buldum. Hazır konu gündemdeyken, başka merak edenler de olabilir düşüncesiyle, o uzunca yazının bir bölümünü de sizinle paylaşmak istedim:
(...) Kazadan sağ kurtulan tek kişi olan Crusoe, yüzerek ıssız bir adaya çıkar. Burada, batık gemiden taşıdığı malzemeleri kullanarak kendisine bir barınak inşa eder, tarım yapar, yabani hayvanları evcilleştirerek bir çiftlik kurar, vs. vs... Uzun lafın kısası, “adayı uygarlaştırır”. Ada’nın tek “sahibi” konumundaki Robinson’un buradaki günlük yaşayışının son derece katı kurallara dayalı, disiplinli, daha doğrusu püriten karakterli bir yaşayış olması da dikkat çekicidir. Ayrıca, dinî ritüellerini ve millî görevlerini de aksatmaksızın sürdürür. Sabahları elini yüzünü yıkadıktan sonra Kutsal Kitap’tan birkaç sayfa okur ve “hazır ol”a geçip evinin önündeki direğe İngiliz bayrağını çeker.
Adadaki hayat birkaç yıl boyunca bu minval üzre sürüp gitmişken beklenmedik bir olay meydana gelir. Adaya gelen bir grup “yerli”nin elinden kurban etmek istedikleri birini kurtararak yanına alır Robinson. O günün anısına “Cuma” adını verdiği yeni “kölesi”ni de zamanla “uygar”laştırır ve sonraki yıllarda ikisi birlikte adanın “imarı”nı sürdürürler.
Bu hikâye, Protestan ahlakının şekillendirdiği modern Batı’nın doğaya, yeryüzüne ve başka kültürlere bakış açısını gayet net biçimde yansıtıyor. (...) Ne var ki, Batı’da ilerlemeci dünya görüşünün ortaya çıkardığı olumsuzlukların beraberinde, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yansından itibaren modernliğe yönelik eleştirel bir bakışın yaygınlaştığını görüyoruz. Bu yeni bakış edebiyat alanında da güçlü eserlerle kendini gösterdi. Çağdaş Fransız romancılarından Michel Tournier’nin Cuma ya da Pasifik Arafı isimli eseri, yukarıda sözünü ettiğim modernlik karşıtı veya post-modernist bakış açısıyla kaleme alınan eserlerin ilginç bir örneği.
Post-modern dediğimiz yaklaşımın modernlerden ayrılan en önemli yanlarından biri doğaya tahakküm düşüncesinin karşısına doğa ile uyum yaklaşımını koyması; bir diğeri evrimci ilerleme anlayışını reddi; bir diğeri farklı (Avrupa-dışı) kültürlerin ilkel, gelişmemiş şeklinde tanımlanışına karşı çıkarak farklılığın tanınması ve hatta yüceltilmesidir. Defoe’nun Robinson Crusoe’sunu yeniden yazan Tournier, bu yaklaşımın ışığında. Robinson ile Cuma’nın hikâyesini tersine döndürüyor: Beklenmedik bir kaza sonucu Robinson’un adada inşa ettiği “uygarlık” ortadan kalkınca, efendi Robinson kölesi Cuma’nın “kültürüne” göre hayatını sürdürmek zorunda kalır. Zamanla bu kültürün güzelliklerini fark eder, sever ve “uygar” dünyaya geri dönmeyi istemez. Onun yerine Cuma, “Batılı” olmaya karar verir.
Görüldüğü gibi, Tournier’nin romanı önceki anlatının kurgusunda gerçekleştirdiği küçük bir değişikliğin ötesinde önemli bir farklılığı içeriyor: Dünyaya bakış açısındaki keskin farklılık. Ortak özellikleri ise içinde yaşadıkları dönemin entelektüel yönelimine ışık tutmaları. Tournier’nin romanı, pastiş, parodi gibi teknikleri temel alması bakımından edebî postmodernizmin bir örneği sayılabilir. Ancak, Defoe’nun anlatısının kurgusuna müdahale ettiği noktada karşımıza çıkan düşünsel bakış açısının postmodern niteliği daha ilginç, bence.