İki yıl önce bir girişimde bulunmuşlardı, ilahiyat fakültelerinden felsefe, mantık vb dersleri kaldırmak üzere... Kamuoyundan yükselen tepkiler üzerine o gün o girişimden vaz geçildi. Ne var ki, yeniden başlayan tartışmalardan anlaşıldığına göre, bu arzularını yerine getirmek üzere yeniden harekete geçmişler. Ama bu defa başka bir kılıf altında yapıyorlar bunu. Bir yandan başka derslerin saatlerini arttırarak felsefe, kelam, tasavvuf, mezhepler tarihi gibi derslerin saatlerini azaltıyorlar... Diğer yandan da bu gruptaki derslerin öğretim üyesi kontenjanlarını sınırlayarak ilahiyat fakültelerini söz konusu dersleri okutacak hocalardan mahrum etmeyi planlıyorlar.
Amaç ne? Hem iki yıl önce akim kalan girişimi başlatan hem de bugün ders saatleri üzerinde oynamalarla aynı amacı gerçekleştirmeye çalışan kişilerin kendi beyanlarına göre amaç, ilahiyat fakültelerinde “temel İslami bilimlere” daha fazla yer açılması. İlk bakışta masum bir istek gibi görünüyor bu. Ancak temel İslami bilimlerin yeterli oranda okutulmadığı için ortaya çıktığı söylenen sorunlardan söz edildiğinde, amaçlanan şeyin “kafası felsefe-kelam problemleriyle karışmamış” ilahiyat mezunları üretmek olduğunu anlıyorsunuz. İlahiyat öğrencilerinin standart tv hafızları seviyesinde Kuran tilavetini ve mevlit okumayı bilmeleri, ilaveten “sakız çiğnemek orucu bozar mı” türünden sorulara verilecek cevapları ezberlemiş olarak mezun olmaları arzu ediliyor.
Görüldüğü gibi istenen eğitim modeli eski medrese sisteminin bozulmuş örneklerine çok benziyor. Bozulmuş örnek diyorum çünkü medrese İslam medeniyetinin geliştirdiği ve zamanına göre çok ileri bir eğitim kurumu. Avrupa medreseleri diyebileceğimiz kilise okullarında skolastiğin hüküm sürdüğü devirde Buhara’dan Bağdat’a, Endülüs’e kadar uzanan bir coğrafyada felsefe, matematik, mantık, tıp, astronomi eğitimi veriliyordu. Osmanlı’nın ilk döneminde de aynı eğitim vizyonu geçerliydi ama 16. yüzyılın sonlarından itibaren bir bölümünden felsefe derslerinin diğer bölümünden matematik, astronomi gibi derslerin kaldırıldığı bir medrese tablosu karşımıza çıkıyor. Düşünmenin, araştırmanın, gerçeği aramanın yerine taklidin ve ezberin konulduğu bir sistem egemen oluyor eğitimde. Üstüne üstlük “liyakat” de ortadan kalkıyor; bir kürsü sahibi olmak için gereken başarının ve bilimsel yeterliğin yerini başka ilişkiler alıyor, hatta medrese hocalığı babadan oğula geçmeye başlıyor. “Beşik uleması” diye bir sınıfla tanışıyor Osmanlı medreseleri.
Peki, neden? Neden düşünmeye ve araştırmaya kötü gözle bakılan, taklidin ve ezberin yüceltildiği -yani taşların bağlanıp köpeklerin ortalığa salındığı- böylesine ucube bir eğitim modeli revaç bulabildi? Bu sorunun cevabını Toynbee’nin bir kavramlaştırmasında buluyoruz: Yenilen bir medeniyetin mensupları, diyor ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, galip medeniyet karşısında iki tür tavır gösterirler: Ya “Zealot” tavrı ya da “Herod” tavrı... Bu çerçevede, Batı medeniyetinin birçok alanda tezahür eden üstünlüğü karşısında içine kapanarak dünyadaki gelişmelere gözlerini kapatan ve arkaik usullere sarılarak gösterilen tepki “Zealot tavrı” oluyor. Diğer yanda ise galip tarafın kurumlarını ve hatta değerlerini benimseyerek ayakta kalmaya çabalayan “Herodian” tutum yer alıyor.
İlahiyat fakültesi öğrencilerini “kafası felsefeyle karışmadan” mezun etmeyi tasarlayan anlayış, başını kuma gömerek gerçekleri görmezden gelmeyi tercih eden Zealot tavrının bir örneği... Felsefeyi bilmezsem felsefenin sorduğu sorulara cevap vermem de gerekmez... Oh ne rahat!