Siyaset kurumunun amacının, işlevinin veya varlık sebebinin ne olduğuna dair sayısız görüş var. İsteyen kendi anlayışına göre bunlardan birini tercih edebiliyor. Ama işin teorik boyutundaki anlayış farkları veya nihai beklentiler ne olursa olsun, bütün toplumsal kurumlar gibi, siyasetin de görevi sorun çözmek. Her kurum gibi, siyaset kurumu da sorun çözmek yerine sorun üretir hale gelmiş görünüyorsa bazı şeyler için alarm zilleri çalıyor demektir.
Bu durumda toplum siyasetten ümidini kesebilir. Sadece siyaset kurumunun mevcut aktörlerine değil, siyasetin yürütülme tarzına da illallah diyebilir. Sorunun bu en tehlikeli aşamaya ulaşmasını engellemenin yegâne yolu siyasi aktörlerin kendilerini yenileme iradesini gösterebilmeleridir. 2002 öncesinin Türk siyasetini hatırlayın. 28 Şubat düzeninin ayakta tutulması uğruna üç benzemez yapının kendi varlık amaçlarını da gözden çıkarmak pahasına bir araya gelerek kurdukları koalisyon hükümeti, aslında 1989’da Özal’ın Çankaya’ya çıkması sonucunda geçici statükonun yıkılmasından beri yaşanan düzensizliğin son halkası olmuştu. Aynı toplumsal tabanın sözcüsü gibi görünen iki partinin ve liderlerinin iktidar çekişmeleri Özal-Demirel rekabetinin ardından Yılmaz-Çiller didişmesi boyutuna geldiğinde ise siyasette ciddi anlamda itibar erozyonuna ve kan kaybına yol açmıştı.
Mesele sadece partilerin çekişip durması veya bir türlü uyumlu bir koalisyon hükümetinin kurulamaması değildi aslında; siyaset kurumunun bu haliyle sorun çözme yeteneğine sahip olmadığının görülmüş olmasıydı. O yılları şöyle bir hatırlayalım: Ekonomideki sorunlar bir yanda bölücü terör öbür yandaydı… Derken 1999 Körfez Depremi geldi ki böyle bir doğal afet karşısında devletin çaresizliği yıllar boyunca oluşan gerilim birikmesinin neticesinde toplumdaki fay hatlarını da harekete geçirdi ve siyasetteki deprem yaşandı. 2002 seçiminde siyasetin aktörleri değişti; o gün bulunan taze kan toplumun siyasete karşı tepkisinin daha ileri bir aşamaya ulaşmasına engel oldu.
Şimdi bütün bunlar durup dururken nereden aklına geldi diye soracak olursanız, hemen cevap vereyim: Önceki gün TBMM’de geçici seçim hükümetinde yer alan bakanların yemin ritüelinde yaşananları görünce aklıma geldi. Malum, 7 Haziran’da seçilen bu meclis bir hükümet çıkarmayı başaramadı. Bundan dolayı her parti bir diğerine suçu atsa da ortaya çıkan tablo siyaset kurumun ortak karnesine yazılıyor. Bunu bilmek lazım… Koalisyon kurulamadığı gibi, partilerden birinin ülkeyi seçime götürmek üzere bir azınlık hükümeti kurmasına da izin verilmedi. Bilhassa sistem partileri açısından HDP’nin de içinde yar alacağı bir kabinenin oluşturulmasına yol açmak ayrı bir fiyasko anlamına geliyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Türk milletine karşı savaş açmış bir bölücü organizasyonun siyasi kanadını tam da bu dönemde anayasa gereği kurulmuş da olsa bir hükümete ortak etmek hesabı kolay verilir bir iş değil.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, seçim kabinesinde yer alan bakanların yeminini engelleme girişimi ve bu sırada oluşan arbede görüntüsü çok tehlikeli. Ne yasal ve anayasal bir anlamı ve meşruiyeti var bu oyun bozucu tavrın ne de pratikte bir karşılığı ve faydası… Zaten seçim kabinesi aslında siyasetin ürettiği sorunu çözmek üzere anayasanın sunduğu geçici bir çözüm demek. Buna karşılık, özellikle bu son dönemde oluşan tabloda siyaset kurumu çözüm üretmek şöyle dursun, sorun üreten bir yapı görüntüsü arz ediyor. Tehlikenin farkında mısınız?