Türkiye’nin en büyük sorunu etnik ayrılıkçı bir siyasi hareketin tehdidine maruz kalmak değil bence. Bu etnik ayrılıkçılık sorununun önce tanımlanması, sonra da çözümü konusunda toplumda fikir birliği oluşturamamış olması… Tam aksine toplumun hemen her konudaki bölünmüşlüğünün ülkenin bölünme tehlikesi karşısında da hızını kaybetmeden devam etmesi. Ortada hepimizi ortaklaşa ilgilendiren bir mesele var ama bu meselenin ne olduğu hakkında İslamcının tarifi ayrı, milliyetçinin tarifi ayrı, Atatürkçünün tarifi apayrı… Aslında yanlış bir şey söylemiyorlar ama mesele şu ki söyledikleri doğrunun tamamı değil. Tıpkı körlerin fil tarifleri gibi… Filin ayağını tutan bu bir direğe benzer diyor; hortumunu tutan boru diyor; kulağına dokunan büyük bir yelpaze diyor…
Toplum içinde her konu hakkında farklı görüşler, farklı yaklaşımlar bulunabilir. Sosyo-ekonomik farklılıklar veya kültürel-ideolojik angajmanlar dolayısıyla herkesin her konuda hemfikir olması beklenemez. Ama toplumun en önemli ve ortak sorunları hakkında bir fikir birliği tesis edilemiyorsa o toplumun ayakta tutulması da zorlaşır. Bahse konu sorunlara çözüm bulunamadığı takdirde zaten bu akıbet mukadderdir. Daha açık söyleyeyim: Türkiye etnik ayrılıkçılık sorununa kalıcı bir çözüm bulamadığı takdirde başka hiçbir sorununa çözüm bulması mümkün olamaz. Geleceği yönelik milli hedeflerinin hiçbirini de gerçekleştiremez. Çünkü bir devletin ayakta durması için toplumun birliği esastır. Birlik demek mutlak anlamda aynîlik veya homojenlik demek değildir. Toplumun hiç değilse asgari müşterekler üzerinde birleşmiş olması lazımdır. Bazılarımızın hamaset diye görüp burun büktüğü “milli birlik” kavramı da bunu ifade eder.
Milli birlik sadece etnik bölücülüğün tehdidi altında değildir. Etnik bölücülük gibi devletin varlık temeline müteallik bir konuda bile ortak görüş ve ortak hareket kararlılığının olmayışı da milli birliğin köküne kibrit suyu dökülmüş olduğu anlamına gelir.
Tamam, bizim toplumumuzun içinden geçen bazı fay hatları var. Özellikle laik-dindar gerilimi bunların en büyüğü... Ama her toplumda var bu kadarı. Hatta Batı dünyası mezhep savaşları adı altında bunun en kanlı örneklerine sahne oldu vaktiyle. Ne var ki artık hukuk sistemi yerleşmiş ülkelerde laik-dindar gerilimi sorun olmuyor; buna mukabil Afganistan’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de vs. oluyor nedense… Türkiye’nin çoktan bu ligden çıkmış olması gerekirdi. Ama hâlâ çıkamadık. Çünkü bu ligden bir üst lige çıkma konusunda bile uzlaşı geliştiremedik kendi aramızda. Belki de dışarıdan bakıldığında laik-dindar gerilimi olarak görünen hadise toplumun bazı kesimleri arasındaki başka çatışmaların kılıfı olduğu için. Tarih boyunca her yerde olduğu gibi çetin bir paylaşım kavgasının ifadesi olduğu için… Ancak paylaşım kavgalarının da, kültürel anlaşmazlıkların da, ideolojik çatışmaların da bir sınır noktası olur. Ortak varlığımız adına uçurumun başladığı bir çizgidir bu sınır.
Tarihe bakalım, coğrafyaya bakalım; toplumların bu sınır çizgisine riayet ederek varlıklarını sürdüklerini görürüz. Türkiye’de en başta siyaset kurumunun bu gerçeğin farkında olması gerekiyor. Hem günlük parti çıkarlarının hem de kültürel-ideolojik angajmanların veya kişisel takıntıların ötesine geçip alabildiğine ayakları yere basan bir siyaset anlayışıyla önce milli birliğin muhafazasını esas almalı. Yani siyaset toplumun fay hatlarıyla oynayarak oy kazanmaya değil, kendi mevcudiyetinin temellerini ayakta tutmaya öncelik vermek zorunda.