Ulus devlet modernitenin siyasi veçhesi. Ama iktisadi, sosyal, kültürel ve ideolojik veçheleri de var. Osmanlı eliti de bunun farkındaydı. Avrupa’nın başarısını taklit için İmparatorluğu ulus devlete dönüştürmeyi düşünecek kadar saf değillerdi. Ancak imparatorluk yapısını ayakta tutmanın mümkün olmadığının anlaşılmasının ardından milli devlet fikri kendisini zorunlu bir gerçeklik olarak dayatacaktı. Ne var ki bu millî devletin nasıl bir millî devlet olacağı konusunda farklı görüşler vardı.Yusuf Akçura meşhur Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?” diye sorduktan sonra kendi cevabını veriyor. Yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşlerine “hangisi daha faydalı ve uygulanması mümkün” diye bakıyordu Osmanlı aydınları… Akçura gibi devleti ayakta tutmak yolunda Türklük siyasetini daha işe yarar görenler bu doğrultuda bir “Türk milleti” tasarımlamaya girişirlerken, Osmanlıcılar ve İslamcılar ise -tabiri caizse- yine aynı kumaştan farklı adlar taşıyan giysiler biçip dikmeye çalışmışlardır. Söz gelimi Osmanlılar adı verilen “millet”, Türkçülere göre Orta Asya’dan bu coğrafyaya gelip burada bir devlet kurmuş olan Oğuz Türkleridir. İslamcılara göre bu Osmanlılar farklı etnik kimlikleri de içinde barındıran ama hâkim özelliği Müslümanlık olan İslam milletidir ve zaten tarih boyunca kendilerini bu şekilde adlandırmışlardır. Osmanlıcılara göreyse Osmanlı milleti hem farklı etnik kimliklerin hem de farklı dinlerin mensuplarından müteşekkildir.Osmanlı devletini Müslümanlar ve gayrimüslimler beraberce kurup yaşatmışlardır.Aslında her üç görüşün de yanlış olduğunu veya târihî hakikatlerle çeliştiğini söylemek mümkün değil. Zira her bir kesim ortadaki gerçeğin sadece belirli bir kısmını ifade ederek körlerin fili tariflerindekine benzer bir yaklaşım sergilemişlerdir. Çünkü Osmanlıcılar devletin bütün unsurlarını bir arada tutmanın hâlâ mümkün olduğunu, bunu sağlamanın yolunun da kendi siyasi tasarımlarını gayrimüslimlere de kabul ettirmekten geçtiğini düşünmekteydiler.İslamcılar ise milleti bir arada tutacak yegâne bağın Müslüman kimliği olduğuna inanmışlardı. Türk kimliğinin öne çıkarılmasının Arnavut, Gürcü, Çerkes, Kürt, Arap gibi Müslüman toplulukları devletten koparabileceğinden endişe ediyorlardı.Buna mukabil Türkçüler devleti ayakta tutabilmek için öncelikle “asli unsur”a dayanmak ve bu asli unsurun kendi kimliğinin bilincine varmasını sağlamak gerektiğine kanaat getirmişlerdi. Onlara göre milliyetler çağında bütün etnik topluluklar kendi kimlik bilinçlerini geliştirirken asli unsurun milli bilinçten uzak tutulması devletin bekası adına büyük bir tehlike oluşturuyordu.Gerçi Türkçüler kendi aralarında Türk kimliğini tarif konusunda bölünmüş olsalar da çoğunlukla son tahlilde devletin Müslüman tebaasını kapsayan bir millet tasarımına sahip bulunuyorlardı.Uzun sözün kısası, dönemin aydınları için asıl mesele devleti ayakta tutmaktı. Bu amacı gerçekleştirmek yolunda hangi aracın kullanılması gerektiği konusunda ihtilaf vardı. Ancak bu ihtilafların oluşmasında söz konusu görüş sahiplerinin sosyal kökenlerinin, kültürel donanımlarının ve ideolojik angajmanlarının da etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Söz gelimi İslamcılık görüşünün mensuplarının hemen hemen tamamının mutekit ve dindar Müslümanlar olması, özellikle İkinci Meşrutiyet dönemindeki Osmanlıcılık taraftarlarının çoğunlukla seküler eğilimli ve Saray’a veya yüksek bürokrasiye yakın kişilerden oluşması, Türkçülerin ise genellikle orta sınıf ailelere mensup bulunmaları -bu arada Çarlık rejiminden kaçıp Türkiye’ye yerleşmiş olan Azerbaycan ve Kazan asıllı aydınların da İslamcılık veya Osmanlıcılık görüşlerine pek meyl etmeyip Türkçülüğe bağlanmaları- tesadüfle açıklanamaz.
Ulus devlet veya modern devlet dediğimiz modelin modernitenin bir ürünü olduğunu söylemiştik en son. 1789 Fransız ihtilalinden sonra başta Fransa olmak üzere Almanya ve İtalya gibi ülkelerde modern anlamda milletleşme süreci çerçevesinde etnik-bölgesel-dini kimlikler daha kapsamlı millî kimlikler içinde asimile olmuşlardı. Osmanlı’nın önce Tanzimat’la temeli atılan ve akabinde Islahat Fermanı ile hayata geçirilen Osmanlı vatandaşlık rejimi de Fransa örneğinde olduğu üzere eşit ve imtiyazsız bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedeflemiş; ancak neticede arzu edilen amacın aksine Hıristiyan unsurun imtiyazlı bir kitleye dönüşmesine yol açmıştı.Yeni Osmanlılardan İttihatçılara aydınlar bu çarpıklığı gidererek İttihat yani hürriyet ve eşit vatandaşlık zemininde milli birliği sağlamayı savunmuşlarsa da en nihayet bunun boş bir uğraş olduğu kanaati galip gelmiştir. Çünkü dağılmanın önlenmesi mümkün olmamıştır. Neredeyse her gün bir parçasını kaybetmek suretiyle hızla dağılmaya yüz tutmuş olan imparatorluk Birinci Dünya Savaşı sonunda tamamen dağılıp ortadan kalkmıştır. Böyle bir tarihi tecrübenin yaşandığı bir ülkede Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Fransa örneği esas alınarak etnik-dini farklılıkları yok sayan bir vatandaşlık- milliyet anlayışının benimsenmesi şaşırtıcı değildir.Avrupa’nın, daha doğrusu öncelikle Batı Avrupa ülkelerinin tecrübe ettiği modernleşme süreçleri Osmanlı coğrafyasında yaşanmadığı veya buradaki sosyoekonomik yapının özgül dinamikleri tarafından üretilmiş olmadığı- için “alelacele modernleşme” çabası içinde Türk toplumuna adapte edilmek istenen kurumların ve değerlerin bu topraklarda yeşerip kök salması kolay değildi. Haddizatında benzer sorunlar Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya için de geçerliydi.Avrupa toplumlarında meydana gelen sosyal, siyasi ve iktisadi değişimlerin hiçbiri devleti ayakta tutmak amacıyla veya başka herhangi bir amaç adına ihtiyaç duyulduğu için ve bilerek, isteyerek gerçekleştirilmiş değildir. Sosyal hadiselerin kendi doğal akışı içinde meydana gelmiş olan süreçlerden söz ediyoruz Avrupa’daki köklü değişimleri anlatırken...Osmanlı seçkinleri ise kendi toplumlarındaki doğal akışın yönünü değiştirmeye ihtiyaç olduğunu düşündükleri için ülkedeki sosyal ve siyasi düzeni yenilemek istiyorlardı. Bunun için Batı Avrupa toplumlarının kurumlarını örnek almak yanlış bir fikir değildi ama bu yolla Osmanlı toplumunu Batı Avrupa’nın sosyo-ekonomik seviyesine ulaştırmanın imkânsızlığını göremiyorlardı.Osmanlı toplumunun batı tipi bir modernleşmeyi tecrübe etmesini imkânsız kılan gerçek bizatihi modernleşme adı verilen tarihi sürecin hiç değilse başlangıçta bütünüyle Batı Avrupa toplumlarına özgü bir hadise olmasıydı. Osmanlı’da ulus devleti meydana getirecek siyasi-tarihi dinamiklerin mevcut olmayışı temelde Osmanlı toplumunun bir burjuva sınıfını ortaya çıkarmasının imkânsız olmasındandı. Çünkü Osmanlı’da feodalite de yoktu. Ruhban sınıfı da yoktu. Hatta sosyolojik anlamıyla sınıflı bir toplum olarak tanımlanması bile mümkün değildi belki. Nitekim Marks özel mülkiyet bulunmadığı için sınıfların mevcut olmadığı ve sınıf mücadelesi olmadığı için de toplumsal gelişme gösteremeyen Doğu’nun yani Asya tipi üretim tarzının örneği olarak gösterir Osmanlı toplumunu.Osmanlı toplumsal düzeninde özel mülkiyete yer olmadığı tezi ancak “kısmen” doğru sayılabilirse de burada Batı tipi bir feodalitenin mevcut olmadığı, Burjuvazi ve kapitalizmin ise Batı Avrupa’ya özgü yapılar olduğu muhakkak. Dolayısıyla Avrupa dışı toplumların yapması gereken akıntıya kürek çekercesine batı tipi modernleşmeyi tatbik etmeye çalışmak değil, kendi özgün modernleşme modelini yaratmak olmalıydı. Osmanlı seçkinleri bu gerçeğin farkındaydılar kuşkusuz ama yapılabileceklerin sınırını da görüyorlardı. Bunu bilahare konuşalım...
Birkaç yıl önce başka bir bayram yazısında da değinmiştim bu konuya. O yazıyı okumuş olanlar için tekrar olacak biraz, haberiniz olsun:Bayram kelimesinin kökeni tartışmalı. Bazılarına göre Farsça “bezram”kelimesinden geliyor. Bunun da “bezm-i râm” (neşe günü) sözünden bozma olduğu söyleniyor. Bazılarına göre ise eski Türkçede de mevcut olan bir kelime bu.Kaşgarlı Mahmud, Türkçenin ilk sözlüğü olan “Divan-ı Lügatü’t-Türk”deki bayram (bazram) maddesinde “bu kelimenin aslını bilmiyorum; Çünkü bu kelimeyi Farslardan dahi işittim” diyor ki İranlıların da kullanıyor olması Farsça kökenli olduğu tezini kuvvetlendiriyor.Zaten bizim Türkçede kullandığımız dinî terimlerin hemen hepsiFarsça: Arapçadaki “salât” kelimesini kullanmıyoruz sözgelimi, onun yerine Farsçadaki “namaz” kelimesini kullanıyoruz. Aynı şekilde Arapça “savm” yerine Farsça “oruç”, “vudu’” yerine “abdest” diyoruz.Hatta Arapçada kullanılan “nebi” ve “resul” kelimeleri yerine de Farsçadaki “peygamber” kelimesini tercih ediyoruz.Bu durum Türklerin İslamiyet’i İranlılar kanalıyla öğrenmiş olmasından kaynaklanıyor elbette. Bugünkü İran’ın İslam anlayışındaki farklılığa bakmayın. İran toprakları neredeyse bundan birkaç yüz yıl öncesine kadar “ehlisünnet” anlayışının kalesi durumundaydı. Unutmayın ki Türklerin büyük çoğunluğunun tâbi olduğu Hanefi mezhebinin önderi İmam-ı Azam Ebu Hanife de İranlıydı. Dolayısıyla Türkçedeki dinî terimlerin çoğunlukla Farsça kökenli olmasında şaşılacak bir durum yok. Keza Bayram sözünün de Farsça kökenli olması mümkün. Hatta bu kelimenin daha İslam öncesi devirlerde -doğrudan veya dolaylı olarak- Farsçadan dilimize geçmiş olması da ihtimal dahilinde.Bizim bugün Ramazan Bayramı dediğimiz günün Arapçadaki aslı ise “Iyd el-Fıtr”... Oruç açma (iftar) bayramı yani. Ramazan Bayramı adlandırması tamamen bizim ecdadın bir icadı. Tıpkı Şeker Bayramı adlandırması gibi...Ne var ki bugün Şeker Bayramı ifadesini daha ziyade “seküler” kesim tercih ediyor. Ramazan kelimesini “fazla dinî” buldukları için herhalde!Buna karşı muhafazakâr kesimde de Şeker Bayramı ifadesine karşı bir alerji oluşmuş bulunuyor. “Bu bayram Ramazan Bayramı, Şeker Bayramı değil!” tepkisini son zamanlarda sıkça işitiyoruz.Oysa, dediğim gibi, Şeker Bayramı adlandırması da tıpkı Ramazan Bayramı adlandırması gibi bizim ecdadın icatlarından.Osmanlı bu bayrama Şeker Bayramı diyordu, ama bugün Şeker Bayramı diyenlerin en azından bir kısmıyla aynı gerekçeyle değil. Şeker Bayramı adlandırmasını bu bayramda tatlı yemenin “sünnet” olmasına dayandırıyordu eskiler.Benim çocukluğumun İstanbul’unda, yani bundan topu topu 30-40 yıl öncesine kadar Şeker Bayramı adlandırması toplumsal bir ihtilafa yol açmaksızın kullanılıyordu ama galiba bir zamanlar eski İstanbul’un zariflerince tercih edilen bu ifade artık çocuk lisanına ait “sevimli bir söz” olarak kabul edilir olmuştu. Bayramı dinî yönünden ziyade kültürel ve toplumsal bir gelenek olarak gören dar bir kesimin Şeker Bayramı adlandırmasını benimsemesi de bugünkü gibi öfkeyle değil ama şaşkınlıkla karşılanıyordu.***Hepimiz için “ortak sevinç günü” olması dileğiyle... Şeker Bayramı diyenlerin Şeker Bayramlarını, Ramazan Bayramı diyenlerin Ramazan Bayramlarını ve bütün Müslümanların Fıtr Bayramlarını tebrik ederim.
Bugünlerde “nâdan elinde” tartışma nesnesi olan “ulus devlet” kavramı esas itibarıyla modern devlet dediğimiz cihazın bir niteliğini ifade ediyor. Dolayısıyla ulus devlet modelinin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması meselesini modernitenin ortaya çıkıp yaygınlaşması konusundan ayrı değerlendiremeyiz. Modernitenin veya Modern Çağ’ın başlangıcı ihtilaflı bir konu. Bazı tarihçiler orta Çağ’ın hemen ardından başlayan tarih periyoduna Modern Çağ adını verme eğilimindeler, bazıları ise daha geç bir zaman dilimini moderniteye hasrediyorlar.Sözgelimi tarihçi John Lukacs dünya -daha doğrusu Avrupa- tarihinin 1914’e kadar devam eden iki yüzyıllık dönemini Modern Çağ olarak belirliyor ve bu çağa “Burjuva Çağı” demekte de bir beis olmadığını söylüyor: “Burjuva Çağı aynı zamanda Devlet Çağı’ydı; Para Çağı’ydı; Sanayi Çağı’ydı; Şehirleşme Çağı’ydı; Kişisellik (Privacy) Çağı’ydı; Aile Çağı’ydı; Okullaşma Çağı’ydı; Kitap Çağı’ydı; Temsiliyet Çağı’ydı; Bilim Çağı’ydı; bir de gelişen bir tarih bilincinin çağıydı. Son ikisi hariç bütün bu özellikler bugün zayıflamış bulunuyor ve zayıflamaya da devam ediyor.” (John Lukacs, “At the End of an Age”, Yale University Press, 2002, sh. 15)Modern devletin de Modern Çağ’ın bir ürünü olduğunu söyleyen Macar asıllı Amerikalı tarihçi 15. yüzyıldaki aristokrasiler arası savaşlara ve bundan bile daha yıkıcı olan 16. yüzyıl din savaşlarına tepki olarak ortaya çıkan siyaset modeli arayışının modern devleti inşa ettiğini ileri sürüyor.Yani, bir anlamda, burjuva sınıfının güvenlik arayışının ürünü modern devlet. Ama sadece vatandaşların can güvenliği değil burada söz konusu olan. Belki ondan bile daha önemli olmak üzere ekonomik faaliyetlerin ve ticaretin güven içinde sürdürülmesini sağlayacak bir siyasi düzen.Daha 11 ve 12. yüzyıllardan itibaren Batı Avrupa şehirlerinde bir toplumsal aktör olarak beliren burjuvazi iktisadi anlamdaki gücünün yanında şehir meclislerinde etkinliğini artırmak suretiyle kazandığı önemli bir siyasi güce de sahipti. Aynı ülke içinde farklı yasal mevzuata ve farklı vergi oranlarına muhatap olmak ekonomik faaliyetleri ve ticareti tek tek şehirlerle sınırlayan veya küçük bölgelere sıkıştıran bir anlayışı işlevsiz hale getirmişti.Artık o devirler geride kalmıştı. Artık kasabalar, şehirler veya bölgeler ölçeğinde değil, “ulusal ölçekte” yani ülke çapında bir ekonomik faaliyet alanına ihtiyaç duyuluyordu. Öteki şehirlerin değil, öteki ülkelerin sanayicileriyle ve tüccarlarıyla sürdürülecek rekabet çerçevesinde siyasi (ve askeri) korunma arzu ediliyordu artık. Bu yüzden merkezi yönetimin güçlenmesi için feodal yapılara karşı kralların yanında saf tuttu burjuvalar.Burjuvazinin desteğiyle yeniden güçlenen mutlakiyetçi monarkların idaresindeki merkezi ve egemen devletler feodal yapıları iyice zayıflatıp sindirdiler. Krallar adeta yeniden tahta oturmuştu Avrupa’da... Ancak bir süre sonra burjuva sınıfı mutlakiyetçi monarkların da biletini kesmeye başladı. Kimi yerde (Fransa) kanlı, kimi yerde (İngiltere) kansız usullerle... Başında bir kral olsun veya olmasın, merkeziyetçi egemen devlet modeli ise güçlenmeye devam etti. Burjuva sınıfı giderek “orta sınıf”a dönüşürken geçmişteki azınlık hâkimiyetinin yerini çoğunluğun yönetimi, daha doğrusu temsili almıştı.Derken önce Avrupa’nın batısında oluşup egemen hale gelen bu yönetim modeli giderek Avrupa’nın diğer bölgelerinde ve Avrupa dışında da yaygınlık kazanmaya başladı. Modernitenin dünya çapında yaygınlık ve egemenlik kazanmasının paralelinde…Fırsat buldukça bu konuyu tartışmaya devam edelim.
Bir zamanlar üç kıtaya hükmeden devletinizden geriye bir avuç toprak kalmışsa bunu kabul etmekte zorlanırsınız. İşin içinde başka sebepler ararsınız. Gerçi İbn Haldun’un yüzyıllar önce gayet anlaşılır biçimde açıkladığı üzere devletler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Bir çevrim içinde bu süreç devam eder, gider. Diğer yandan tarihçilerin spesifik açıklamalarına bakarsanız Osmanlı devleti aslında epey uzun bir zaman önce canlılığını devam ettirme kabiliyetini yitirmeye başlamıştı ve adım adım mukadder sona doğru ilerlemekteydi.Aslında Osmanlı’nın kaybettiği şey öncelikle rekabet kabiliyetiydi. Kapitalist üretim modeli sayesinde verimlilikleri artan, doğa bilimleri alanında gerçekleşen ilerlemeler sayesinde sanayi devrimini yapan ve bunlar sayesinde gelişen askeri gücüyle sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarına el koymuş olan batılı rakipleriyle mücadelesini sürdürmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor ve her geçen gün her bakımdan biraz daha zayıflıyordu.Ancak Osmanlı elitleri olup biteni seyretmekle yetiniyor değillerdi. Onlar da bir çare arıyorlardı bu duruma. Bulunan çareler Tanzimat’tı, Meşrutiyet’ti, okullaşmaydı, sanayileşmeydi, ordunun modernizasyonuydu vs. vs. Bunlar hiç işe yaramadı diyemeyiz ama imparatorluğu eski heybetli günlerine döndürmeye değil, olsa olsa ömrünü biraz daha uzatmaya yaradı. Ne var ki galiba fazlasıyla gururlu bir millet olduğumuzdan güçsüz düştüğümüzü, hele yenildiğimizi itiraf etmeyi izzetinefsimize yedirmiyoruz. “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” diyoruz. Bazılarımız şunu söylüyor: Aslında devletimiz güçlüydü ama düşmanlarımız içimize sızarak kaleyi içten ele geçirdikleri için kaybettik mücadeleyi... Son yüzyılda ortaya çıkan Yahudi, mason ve dönmelerle ilgili komplo teorilerinin anlamı budur.Bu komplo teorilerinin bir diğer eşdeğeri ise daha ziyade seküler-liberal aydınlar arasında kabul gören “milliyetçilik komplosu” tezi... Dün bir gazetede dönemi en iyi bilen tarihçilerimizden birinin yazısında bile bu tezin savunulduğunu gördüm. Değerli hocamız bugünkü Çözüm Süreci’ne karşı çıkan Türk milliyetçiliğinin yirminci asrın başındaki Arnavut ve Arap çözüm süreçlerine de karşı çıkarak Osmanlı’nın dağılmasına sebep olduğunu ileri sürüyor.Bir defa bugünkü Kürt meselesini geçmişteki Arnavut ve Arap ayrılıkçılığı meselesinden ayırt etmemizi gerektiren binlerce farklılığı göz ardı etmek olacak şey değil. En başta da “hadi ayrılın” dendiğinde ayrılmanın imkânsız olması... Kürt nüfusunun coğrafi dağılımı ne Arapların ne Arnavutların durumuna benziyor. Kürt nüfusun toplumun diğer kesimleriyle kültürel entegrasyonu da öyle...İkincisi, “Arnavut ve Arap çözüm süreçleri”ne ideolojik takıntılardan dolayı değil, rasyonel bir tez olmadığı için karşı çıkıldı. Çünkü Mısır, Trablus gibi uzak eyaletlere özerklik verilerek bir tür “Osmanlı Milletler Cemiyeti” içinde buraları uzaktan yönetmeye devam etme projesinin gerçekleştirilmesi için artık çok geçti. İkinci Meşrutiyet döneminin konjonktüründe böyle bir projeye evet demenin düşman güçlere karşılıksız toprak bağışlamaktan başka bir anlamı yoktu.Bunlar bir yana, zaten Arnavutluk’un bağımsızlığı Balkan Harbi sonunda o topraklarla fiziki bağımızın kalmaması üzerine gerçekleşti. Arap eyaletlerinin elden çıkması da Birinci Dünya Savaşı’nın fiili sonucudur. Türk milliyetçiliğinin “çözüme karşı çıkması” yüzünden değildir. Haddizatında çözüme karşı olsaydılar, İmam Yahya ile gizli gizli sürdürülen “müzakere süreci”nin neticesinde Yemen’e özerlik veren bir anlaşmayı imzalamazlardı herhalde. Osmanlı Devleti adına sözkonusu “itilâfnâme” yi imzalayan Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa da, tesadüf bu ya, Arnavuttu. “Türk milliyetçiliği” diye adlandırılan akımın mensuplarının büyük çoğunluğu gibi kendi etnik kimliğini Türk Milletine mensubiyete engel görmeyen aydınlardan biri...
Dün kaldığımız noktada bir AK Parti-CHP koalisyonunun gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel olarak CHP tabanının psikolojisini yönetmenin zorluklarını konuşuyorduk... Ama ondan önce madalyonun öbür tarafını, yani CHP için bir koalisyon hükümeti içinde yer almanın sağlayacağı avantajları ve faydaları da konuşalım... Aslında radikal bir kesim dışında- CHP tabanının ciddi bir bölümünde AK Parti ile koalisyona yeşil ışık yanıyor sayılır. Çünkü meseleye gerçekçi olarak bakıldığında elde bunun dışında bir seçenek bulunmadığını görüyorlar. İlk günlerde de yazmıştım, “AK Parti’nin elinde iki koalisyon formülü var. Biri CHP ile diğeri MHP ile” diye... “Aynı şekilde CHP ile MHP’nin elinde sadece birer seçenek var” diye de ekleyerek... Gerçekleşmesine fiilen imkân bulunmayan HDP’li formüller dışarıda bırakıldığında CHP ve MHP için ya AK Parti’yle koalisyon ya da yeniden seçim dışında üçüncü bir seçenek söz konusu değil.Peki, seçimin yeni baştan yapılması durumunda CHP için bugünkünden daha uygun bir fırsat oluşması mümkün mü? Türkiye’nin sosyolojisi önümüzdeki birkaç ay içinde tamamen değişmediği takdirde hayır. Öyleyse AK Parti ile koalisyon seçeneği CHP için tek seçenek. Elbette ana muhalefet partisi olarak kalmasını bir seçenek olarak kabul etmiyorsanız... CHP tabii ki Türkiye’nin mevcut sosyolojik realitesi itibarıyla daha uzun müddet ana muhalefet misyonunu sürdürebilecek potansiyele sahip. Yine de bir partinin pratikte hiçbir siyasi başarısı olmadığı halde seçmenin ciddi bir bölümünün oyunu almaya sonsuza kadar devam etmesi mümkün olmayabilir. Son seçimde HDP’ye giden oylar da gösterdi ki partinin tabanında yönetimden “elle tutulur” işler bekleniyor. Ayrıca, ne olursa olsun, CHP’nin iktidar alternatifi olarak kendisini göstermesi gerekiyor. Bunun da yolu hiç değilse bir koalisyon hükümeti içinde yer almak.Dünkü yazıda Bahçeli’nin “AK Parti- MHP koalisyonu başarılı da olsa, başarısız da olsa bundan MHP kanadının zararlı çıkmasından endişe ettiğini” söylemiştim. Kılıçdaroğlu için bu risk de söz konusu değil. Böyle bir koalisyonun yürümemesi halinde bile CHP’nin bundan zarar görmemesi, hatta kârlı çıkması mümkün. Ne de olsa fikirleri ve dünya görüşleri zıt iki parti bir araya gelmiş ve neticede ortaklık yürütülememiş. Kendi seçmen tabanlarına izah etmekte zorlanacakları birtakım kararların altına imza atmadıkları sürece her iki parti de böyle bir koalisyonun bozulmasından dolayı suçlanmazlar. Bilakis böyle bir koalisyon içinde bile kendi tabanlarının hoşuna gidebilecek bir takım işler yapabilmişlerse bundan karlı çıkabilirler.Peki, CHP bunu yapabilir mi? Yapar ama yaptıkları günü kurtarmaya yeter ancak... Şunu demek istiyorum: CHP’li belediyelerin hali ortada. Türkiye’nin her tarafında bu partinin kadroları tarafından yönetilen belediyeler var. Bunların hangisi CHP iktidarı için bir ümit oluşturuyor insanlarda? Yalnızca kendilerine oy vermiş olan kesimin hassasiyetlerini karşılayacak sembolik işler yapıyorlardır. Ama kendilerine oy vermemiş olanların da takdirini kazanıp bu insanların da CHP’ye yaklaşmasını sağlayacak en ufak bir yönetim başarısı var mı CHP’li belediyelerin? Mesela, sosyal demokrasiyi savunan bu partinin belediyelerinde sosyal demokrat esintili en ufak bir icraata rastlayan var mı?Demek ki CHP’nin koalisyon hükümeti içinde yer alması halinde olacak şey şudur: kendi tabanının hassasiyetlerini karşılayacak sembolik işler yapılacaktır. Kültür Bakanlığında solculuk, Dışişlerinde Kemalizm esintili birkaç jest CHP’ye yeter. Üstelik uluslararası konjonktür dolayısıyla Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında bazı önemli değişikliler gerçekleşmeye başlamışken Dışişleri Bakanlığını uhdesine alması durumunda bunu CHP kendi damgası olarak seçmen tabanına satabilecektir.Madalyonun bu yüzü CHP açısından koalisyonun avantajlarını ve kolaylıklarını gösteriyor. İşin zorluğu ise AK Parti’ye tıpkı MHP’lerin HDP’ye baktığı gibi bakan radikal CHP’li kesimini ikna etmek. Bunları belki hükümetteki bazı tavırlarıyla, yani Nazım Hikmet şiirleriyle veya Atatürk heykelleriyle falan yumuşatabilir CHP yönetimi ama alttan gelecek homurtuları büsbütün kesemez. Üstelik çok vaktini alır bu işler... Bu işlerle uğraşırken de koalisyon hükümeti içindeki icraatıyla toplumun geneline ulaşmaya yönelik bir siyasi atılım geliştirmeye fırsat bulamaz.
Hani en başından beri “doğru olan AK Parti-CHP koalisyonu ama kolay olan AK Parti-MHP koalisyonu” deyip duruyorum ama erken seçim hâlâ en büyük ihtimal. Bir defa Meclis Başkanlığı seçiminin ardından, sanılanın aksine, AK Parti-MHP koalisyonunun şansı artmadı. Bahçeli kimseye “AKP’yle işbirliği yaptın” dedirtmek istemez görünüyor. Tıpkı “HDP’yle aynı safta yer aldın” ve hatta “CHP’yle işbirliği yaptın” dedirtmek de istemeyeceği gibi. Çünkü koalisyonun artılarını değil, eksilerini görüyor sadece.Oysa MHP tabanı çoğunlukla AK Parti ile koalisyon kurulmasına sıcak bakıyor. Aynı şekilde AK Parti tabanı da en fazla MHP ile koalisyonu arzu ediyor. İki tabanın sosyo-kültürel müşterekleri bunu getiriyor. Aslına bakarsanız her iki partinin meclisteki milletvekili grupları da bu anlamda birbirinden çok uzak değiller. Ayrıca parti grubuna ve teşkilatlarına hâkim bir genel başkan olarak Bahçeli, AK Parti ile koalisyonu problemsiz yürütebileceğini biliyor. Davutoğlu ile anlaşmazlık yaşamayacağını da tahmin ediyordur muhtemelen.Ancak Bahçeli’yi düşündüren nokta muhtemelen başka... Bir AK Parti-MHP koalisyon hükümetinin başarısının da başarısızlığının da MHP’ye zarar vereceğini düşünüyor galiba. Zira koalisyonun başarılı olması halinde bunun sevabının MHP hanesine yazılmayacağından endişe ediyor olmalı Bahçeli. Çünkü ideolojik çizgileri yakın veya en azından seçmen tabanlarının sosyolojisi benzer olan partilerin birlikteliğinde büyük ortağın diğerinin tabanını da kendine çekmesi riski vardır. Koalisyonun başarısız olması halinde ise bunun günahın da kendisine yazılması kaygısını taşıyor gibi MHP lideri. Daha önce içinde yer aldığı bir başka koalisyonun başarısızlığının da faturasını ödemek zorunda kalmış olduğundan tekrar aynı şeyi yaşamak istemiyor belki. Tabiri caizse, “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” diye ifade edilen türden bir açmaz içinde olduğunu düşünerek koalisyon konusunda çekingen duruyor olabilir MHP liderliği.Bana sorarsanız büsbütün anlamsız bir endişe değil bu ama yüzde yüz isabetli de sayılmaz. Çünkü siyaset hayatın aynasıdır. Aynı suda iki defa yıkanılmaz. Şartlar değiştiğinde aynı sebepler aynı sonuçlara yol açmayabilir. Üstelik bu bakış açısını devam ettirdiği takdirde MHP’nin bundan sonra tek başına iktidar olmaya yetecek kadar oy alıncaya kadar iktidardan uzak durması gerekecektir. Oysa MHP gibi misyon partilerinin o düzeyde oy alması siyasette çok nadir görünen türden hadiselerdir. İkincisi bir misyon partisinin kendi temsil ettiği misyonu ısrarla iktidardan uzak tutmasının o misyon adına olumlu bir tutum olup olmadığı da tartışma götürür. Bu iktidardan uzak durma ısrarının partinin seçmen tabanı nezdinde de olumlu bir karşılık bulması zor olur.Gelelim CHP’ye… Bahçeli için “parti grubuna ve teşkilatlarına hâkim bir genel başkan” dedim. Bunun koalisyonun problemsiz yürümesi için güvence olduğu muhakkak. Ne var ki aynı şeyi Kılıçdaroğlu için söylemek zor. CHP’de genel başkanlık hep tartışmalı bir pozisyon. Teşkilatların geleneksel gücü dolayısıyla genel başkan ne kadar güçlü olursa olsun partiye tam olarak hâkim olamıyor.Ecevit’i hatırlayın, 12 Eylül darbesinin hemen arkasından, yani ilk fırsatta, CHP genel başkanlığından istifa etti. Sonra da bu yapıyla ilişkisini tamamen kesip kendi elleriyle kendi partisini kurdu. Çünkü CHP’nin geleneksel yapısı genel başkanlara genel başkan olma fırsatı vermiyor. Belki vaktiyle “devlet partisi” olmasının hâlâ devam eden etkisi... Ne de olsa Türkiye’nin “parti devleti” olduğu devirlere uzanan bir geleneği var CHP’nin. Gerçi Kılıçdaroğlu kısa süre önce güçlü genel sekreterini de tasfiye ederek parti yönetimindeki gücünü büyük ölçüde arttırdı ama CHP’nin hem seçmen tabanı hem de teşkilatları genel başkana, ağzıyla kuş tutsa bile, bir gül bahçesi vadetmiyorlar.CHP için diğer sorun parti tabanının psikolojini yönetmenin zorluğu... Yapılan araştırmalar da gösteriyor ki CHP seçmeninin önemli bir bölümü AK Parti ile koalisyona taraftar ama ciddi bir bölümü de buna şiddetle karşı. Neredeyse MHP tabanının HDP’ye itirazı şiddetinde... Hatta “AKP’yle koalisyon yaparsanız bir dahaki seçimde HDP’ye oy veririm” diyen CHP’liler var.wBurada mecburen bir virgül koyup bu sorunu konuşmaya bilahare devam edelim.
Avrupa’nın öteden beri Yunanistan’a zaafı vardır. Mora İsyanı çıkınca kadın-çocuk demeden komşularını katletmeye girişen Olimpos’un çocuklarının yardımına elinde silahla koşacak kadar yunanperestliği abartmış olan şair Lord Byron’ın neslinden beri böyledir bu. Onun için geçen gün Yunan halkı AB’nin yardım planına hayır dediğinde “eyvah, ne olacak bu komşumuzun hali” diye hayıflananlara cevaben “Merak etmeyin, Yunanistan’a bir şey olmaz” dedim. Nasıl ki vaktiyle Kıbrıs Rumları AB’nin çağrısına rağmen Annan Planı’na hayır dedikten bir hafta sonra “ödül olarak” AB üyesi yapıldılarsa, Almanlara olan borçlarını ödemiyorlar diye Yunanlıları da ayağından vurduracak değiller.Bir de Yunanistan’ın yerinde Türkiye’nin olduğunu bir düşünün. Kapımıza dikilen alacaklılarımıza karşı “Ödemiyoruz işte borcumuzu, canımızı mı alacaksınız” diye efelendiğimizi varsayın, canımızı almakta tereddüt etmezlerdi herhalde. Yunanlıların karşısında ise sadece öfkeden dişlerini sıkıyorlar. Son yirmi yıl boyunca Avrupa Birliği’nin cömert fonlarının oluşturduğu para bolluğu içinde har vurup harman savuran; Avrupa’nın hibe şeklindeki yardımlarını tüketip ucuz faizli kredilerine dadanan; en nihayet tüketince antikapitalizm ayağına yatıp “çoluk çocuğumuzun rızkını Alman bankerlerine yedirmeyeceğiz” edebiyatına başvuran Yunanlılara sadece “Ne yaptın be Yorgo” diye sitem edebiliyorlar.Avrupa’nın Yunan zaafı bizim kolay anlayabileceğimiz bir konu değil. Çünkü akılla, mantıkla kavranabilecek bir durum değil. Adı üstünde zaaf... Aslına bakarsanız Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne üye olarak alınmasının da makul bir sebebi yoktu. Birlik fikrinin gerisindeki hiçbir hedefle, hiçbir amaçla uyuşmayan bir tercihle AB üyesi yapılmıştı komşumuz. Kendileri yetmiyormuş gibi allem edip, kallem edip sonunda küçük kardeşleri Kıbrıs Rumlarını da Birlik üyesi yaptırdılar hatta... Şimdi o karardan da pişman bazı Avrupalılar ama olan oldu artık.(Ama genç nüfusu, dinamik ekonomisi ve hepsinden daha önemlisi Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’da ve Kafkasya’da stratejik derinliğini oluşturabilecek kapasitedeki Türkiye hep dışarıda tutuldu. Bu tutumda Türkiye’nin dininin ve tarihinin payı yok diyenlere inanmayın. Ya Avrupa’yı Avrupa yapan zihniyetin ne olduğunu bilmeyen bir cahildir, ya da düpedüz yalancı...)Öyle görünüyor ki Avrupa Birliği’nin sonunu da yine Yunanlılar getirecek. Çünkü Yunanistan’la ilgili problem çözülemezse sistemin sürdürülebilmesi zora girecek gibi görünüyor. Onun için AB kurucularının, özellikle de Almanların işi zor. Almanların işi özellikle zor. Çünkü Yunanistan gibi üyeleri sisteme dahil etmek için bugüne kadar harcanan ve yüz milyarlarla ifade edilen fonları çoğunlukla Alman ekonomisi finanse etti; bundan sonra da finansal zararların büyük bölümünü yine Alman ekonomisi finanse edecek.Ama Almanlar için mesele bu olsa yine iyi. Ta en başından bu yana kurulup gelişmesi için bütün sosyal enerjilerini, bütün siyasi güçlerini, bütün ekonomik imkanlarını harcadıkları Avrupa Birliği projesinin bütünüyle çökmesi bile ihtimal dahilinde olabilir. Zira Yunanlıların şımarıklarını idare etmeye kalkışsalar bu sefer İspanya, Portekiz ve hatta İtalya gibi benzer sıkıntıları olan ülkelerin de aynı muameleyi isteme hakları doğacak. Yunanistan’a karşı daha fazla sertleşmenin ise somut bir sonuç getirmesi mümkün değil. Hatta bütün dünyada olduğu gibi Avrupa kamuoyunda da Yunanlıların mağduriyetine inanan kesimler mevcut olduğu için sert ekonomik tedbirler belki tepkiyle, çünkü acıma hissiyle karşılanacak; belki bir kere daha “Avrupa’nın Yunan zaafı”nın devreye girmesine şahit olacağız.Bu bakımdan Avrupa elitinin “en temiz çözüm olarak” akıllarına gelen formülün “Yunanistan’ları olmayan bir Avrupa Birliği” modeline geçmek olabileceği düşünülebilir. Zaten yanlış genişleyen ve özellikle son genişlemede aldığı üyelerin entegrasyonunu başaramayan Birlik çevresinde bu düşüncenin öteden beri savunucuları olduğunu biliyoruz. Bu arada önümüzdeki yıl içinde İngiltere’nin de bir referandum sonucunda Avrupa Birliği’ne veda etmeye hazırlandığı düşünülürse bu hengame içinde eski yapının yenilenmesi için harekete geçme fırsatının oluşabileceği söylenebilir. Harekete geçmek zorundalar, yoksa son asrın en önemli politik projesi bu enkazın altında kalır.