Ulus devlet veya modern devlet dediğimiz modelin modernitenin bir ürünü olduğunu söylemiştik en son. 1789 Fransız ihtilalinden sonra başta Fransa olmak üzere Almanya ve İtalya gibi ülkelerde modern anlamda milletleşme süreci çerçevesinde etnik-bölgesel-dini kimlikler daha kapsamlı millî kimlikler içinde asimile olmuşlardı. Osmanlı’nın önce Tanzimat’la temeli atılan ve akabinde Islahat Fermanı ile hayata geçirilen Osmanlı vatandaşlık rejimi de Fransa örneğinde olduğu üzere eşit ve imtiyazsız bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedeflemiş; ancak neticede arzu edilen amacın aksine Hıristiyan unsurun imtiyazlı bir kitleye dönüşmesine yol açmıştı.
Yeni Osmanlılardan İttihatçılara aydınlar bu çarpıklığı gidererek İttihat yani hürriyet ve eşit vatandaşlık zemininde milli birliği sağlamayı savunmuşlarsa da en nihayet bunun boş bir uğraş olduğu kanaati galip gelmiştir. Çünkü dağılmanın önlenmesi mümkün olmamıştır. Neredeyse her gün bir parçasını kaybetmek suretiyle hızla dağılmaya yüz tutmuş olan imparatorluk Birinci Dünya Savaşı sonunda tamamen dağılıp ortadan kalkmıştır. Böyle bir tarihi tecrübenin yaşandığı bir ülkede Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Fransa örneği esas alınarak etnik-dini farklılıkları yok sayan bir vatandaşlık- milliyet anlayışının benimsenmesi şaşırtıcı değildir.
Avrupa’nın, daha doğrusu öncelikle Batı Avrupa ülkelerinin tecrübe ettiği modernleşme süreçleri Osmanlı coğrafyasında yaşanmadığı veya buradaki sosyoekonomik yapının özgül dinamikleri tarafından üretilmiş olmadığı- için “alelacele modernleşme” çabası içinde Türk toplumuna adapte edilmek istenen kurumların ve değerlerin bu topraklarda yeşerip kök salması kolay değildi. Haddizatında benzer sorunlar Doğu Avrupa ülkeleri ve Rusya için de geçerliydi.
Avrupa toplumlarında meydana gelen sosyal, siyasi ve iktisadi değişimlerin hiçbiri devleti ayakta tutmak amacıyla veya başka herhangi bir amaç adına ihtiyaç duyulduğu için ve bilerek, isteyerek gerçekleştirilmiş değildir. Sosyal hadiselerin kendi doğal akışı içinde meydana gelmiş olan süreçlerden söz ediyoruz Avrupa’daki köklü değişimleri anlatırken...
Osmanlı seçkinleri ise kendi toplumlarındaki doğal akışın yönünü değiştirmeye ihtiyaç olduğunu düşündükleri için ülkedeki sosyal ve siyasi düzeni yenilemek istiyorlardı. Bunun için Batı Avrupa toplumlarının kurumlarını örnek almak yanlış bir fikir değildi ama bu yolla Osmanlı toplumunu Batı Avrupa’nın sosyo-ekonomik seviyesine ulaştırmanın imkânsızlığını göremiyorlardı.
Osmanlı toplumunun batı tipi bir modernleşmeyi tecrübe etmesini imkânsız kılan gerçek bizatihi modernleşme adı verilen tarihi sürecin hiç değilse başlangıçta bütünüyle Batı Avrupa toplumlarına özgü bir hadise olmasıydı. Osmanlı’da ulus devleti meydana getirecek siyasi-tarihi dinamiklerin mevcut olmayışı temelde Osmanlı toplumunun bir burjuva sınıfını ortaya çıkarmasının imkânsız olmasındandı. Çünkü Osmanlı’da feodalite de yoktu. Ruhban sınıfı da yoktu. Hatta sosyolojik anlamıyla sınıflı bir toplum olarak tanımlanması bile mümkün değildi belki. Nitekim Marks özel mülkiyet bulunmadığı için sınıfların mevcut olmadığı ve sınıf mücadelesi olmadığı için de toplumsal gelişme gösteremeyen Doğu’nun yani Asya tipi üretim tarzının örneği olarak gösterir Osmanlı toplumunu.
Osmanlı toplumsal düzeninde özel mülkiyete yer olmadığı tezi ancak “kısmen” doğru sayılabilirse de burada Batı tipi bir feodalitenin mevcut olmadığı, Burjuvazi ve kapitalizmin ise Batı Avrupa’ya özgü yapılar olduğu muhakkak. Dolayısıyla Avrupa dışı toplumların yapması gereken akıntıya kürek çekercesine batı tipi modernleşmeyi tatbik etmeye çalışmak değil, kendi özgün modernleşme modelini yaratmak olmalıydı. Osmanlı seçkinleri bu gerçeğin farkındaydılar kuşkusuz ama yapılabileceklerin sınırını da görüyorlardı. Bunu bilahare konuşalım...