Bugünlerde “nâdan elinde” tartışma nesnesi olan “ulus devlet” kavramı esas itibarıyla modern devlet dediğimiz cihazın bir niteliğini ifade ediyor. Dolayısıyla ulus devlet modelinin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması meselesini modernitenin ortaya çıkıp yaygınlaşması konusundan ayrı değerlendiremeyiz. Modernitenin veya Modern Çağ’ın başlangıcı ihtilaflı bir konu. Bazı tarihçiler orta Çağ’ın hemen ardından başlayan tarih periyoduna Modern Çağ adını verme eğilimindeler, bazıları ise daha geç bir zaman dilimini moderniteye hasrediyorlar.
Sözgelimi tarihçi John Lukacs dünya -daha doğrusu Avrupa- tarihinin 1914’e kadar devam eden iki yüzyıllık dönemini Modern Çağ olarak belirliyor ve bu çağa “Burjuva Çağı” demekte de bir beis olmadığını söylüyor: “Burjuva Çağı aynı zamanda Devlet Çağı’ydı; Para Çağı’ydı; Sanayi Çağı’ydı; Şehirleşme Çağı’ydı; Kişisellik (Privacy) Çağı’ydı; Aile Çağı’ydı; Okullaşma Çağı’ydı; Kitap Çağı’ydı; Temsiliyet Çağı’ydı; Bilim Çağı’ydı; bir de gelişen bir tarih bilincinin çağıydı. Son ikisi hariç bütün bu özellikler bugün zayıflamış bulunuyor ve zayıflamaya da devam ediyor.” (John Lukacs, “At the End of an Age”, Yale University Press, 2002, sh. 15)
Modern devletin de Modern Çağ’ın bir ürünü olduğunu söyleyen Macar asıllı Amerikalı tarihçi 15. yüzyıldaki aristokrasiler arası savaşlara ve bundan bile daha yıkıcı olan 16. yüzyıl din savaşlarına tepki olarak ortaya çıkan siyaset modeli arayışının modern devleti inşa ettiğini ileri sürüyor.
Yani, bir anlamda, burjuva sınıfının güvenlik arayışının ürünü modern devlet. Ama sadece vatandaşların can güvenliği değil burada söz konusu olan. Belki ondan bile daha önemli olmak üzere ekonomik faaliyetlerin ve ticaretin güven içinde sürdürülmesini sağlayacak bir siyasi düzen.
Daha 11 ve 12. yüzyıllardan itibaren Batı Avrupa şehirlerinde bir toplumsal aktör olarak beliren burjuvazi iktisadi anlamdaki gücünün yanında şehir meclislerinde etkinliğini artırmak suretiyle kazandığı önemli bir siyasi güce de sahipti. Aynı ülke içinde farklı yasal mevzuata ve farklı vergi oranlarına muhatap olmak ekonomik faaliyetleri ve ticareti tek tek şehirlerle sınırlayan veya küçük bölgelere sıkıştıran bir anlayışı işlevsiz hale getirmişti.
Artık o devirler geride kalmıştı. Artık kasabalar, şehirler veya bölgeler ölçeğinde değil, “ulusal ölçekte” yani ülke çapında bir ekonomik faaliyet alanına ihtiyaç duyuluyordu. Öteki şehirlerin değil, öteki ülkelerin sanayicileriyle ve tüccarlarıyla sürdürülecek rekabet çerçevesinde siyasi (ve askeri) korunma arzu ediliyordu artık. Bu yüzden merkezi yönetimin güçlenmesi için feodal yapılara karşı kralların yanında saf tuttu burjuvalar.
Burjuvazinin desteğiyle yeniden güçlenen mutlakiyetçi monarkların idaresindeki merkezi ve egemen devletler feodal yapıları iyice zayıflatıp sindirdiler. Krallar adeta yeniden tahta oturmuştu Avrupa’da... Ancak bir süre sonra burjuva sınıfı mutlakiyetçi monarkların da biletini kesmeye başladı. Kimi yerde (Fransa) kanlı, kimi yerde (İngiltere) kansız usullerle... Başında bir kral olsun veya olmasın, merkeziyetçi egemen devlet modeli ise güçlenmeye devam etti. Burjuva sınıfı giderek “orta sınıf”a dönüşürken geçmişteki azınlık hâkimiyetinin yerini çoğunluğun yönetimi, daha doğrusu temsili almıştı.
Derken önce Avrupa’nın batısında oluşup egemen hale gelen bu yönetim modeli giderek Avrupa’nın diğer bölgelerinde ve Avrupa dışında da yaygınlık kazanmaya başladı. Modernitenin dünya çapında yaygınlık ve egemenlik kazanmasının paralelinde…
Fırsat buldukça bu konuyu tartışmaya devam edelim.