Ulus devlet modernitenin siyasi veçhesi. Ama iktisadi, sosyal, kültürel ve ideolojik veçheleri de var. Osmanlı eliti de bunun farkındaydı. Avrupa’nın başarısını taklit için İmparatorluğu ulus devlete dönüştürmeyi düşünecek kadar saf değillerdi. Ancak imparatorluk yapısını ayakta tutmanın mümkün olmadığının anlaşılmasının ardından milli devlet fikri kendisini zorunlu bir gerçeklik olarak dayatacaktı. Ne var ki bu millî devletin nasıl bir millî devlet olacağı konusunda farklı görüşler vardı.
Yusuf Akçura meşhur Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?” diye sorduktan sonra kendi cevabını veriyor. Yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşlerine “hangisi daha faydalı ve uygulanması mümkün” diye bakıyordu Osmanlı aydınları… Akçura gibi devleti ayakta tutmak yolunda Türklük siyasetini daha işe yarar görenler bu doğrultuda bir “Türk milleti” tasarımlamaya girişirlerken, Osmanlıcılar ve İslamcılar ise -tabiri caizse- yine aynı kumaştan farklı adlar taşıyan giysiler biçip dikmeye çalışmışlardır. Söz gelimi Osmanlılar adı verilen “millet”, Türkçülere göre Orta Asya’dan bu coğrafyaya gelip burada bir devlet kurmuş olan Oğuz Türkleridir. İslamcılara göre bu Osmanlılar farklı etnik kimlikleri de içinde barındıran ama hâkim özelliği Müslümanlık olan İslam milletidir ve zaten tarih boyunca kendilerini bu şekilde adlandırmışlardır. Osmanlıcılara göreyse Osmanlı milleti hem farklı etnik kimliklerin hem de farklı dinlerin mensuplarından müteşekkildir.
Osmanlı devletini Müslümanlar ve gayrimüslimler beraberce kurup yaşatmışlardır.
Aslında her üç görüşün de yanlış olduğunu veya târihî hakikatlerle çeliştiğini söylemek mümkün değil. Zira her bir kesim ortadaki gerçeğin sadece belirli bir kısmını ifade ederek körlerin fili tariflerindekine benzer bir yaklaşım sergilemişlerdir. Çünkü Osmanlıcılar devletin bütün unsurlarını bir arada tutmanın hâlâ mümkün olduğunu, bunu sağlamanın yolunun da kendi siyasi tasarımlarını gayrimüslimlere de kabul ettirmekten geçtiğini düşünmekteydiler.
İslamcılar ise milleti bir arada tutacak yegâne bağın Müslüman kimliği olduğuna inanmışlardı. Türk kimliğinin öne çıkarılmasının Arnavut, Gürcü, Çerkes, Kürt, Arap gibi Müslüman toplulukları devletten koparabileceğinden endişe ediyorlardı.
Buna mukabil Türkçüler devleti ayakta tutabilmek için öncelikle “asli unsur”a dayanmak ve bu asli unsurun kendi kimliğinin bilincine varmasını sağlamak gerektiğine kanaat getirmişlerdi. Onlara göre milliyetler çağında bütün etnik topluluklar kendi kimlik bilinçlerini geliştirirken asli unsurun milli bilinçten uzak tutulması devletin bekası adına büyük bir tehlike oluşturuyordu.
Gerçi Türkçüler kendi aralarında Türk kimliğini tarif konusunda bölünmüş olsalar da çoğunlukla son tahlilde devletin Müslüman tebaasını kapsayan bir millet tasarımına sahip bulunuyorlardı.
Uzun sözün kısası, dönemin aydınları için asıl mesele devleti ayakta tutmaktı. Bu amacı gerçekleştirmek yolunda hangi aracın kullanılması gerektiği konusunda ihtilaf vardı. Ancak bu ihtilafların oluşmasında söz konusu görüş sahiplerinin sosyal kökenlerinin, kültürel donanımlarının ve ideolojik angajmanlarının da etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Söz gelimi İslamcılık görüşünün mensuplarının hemen hemen tamamının mutekit ve dindar Müslümanlar olması, özellikle İkinci Meşrutiyet dönemindeki Osmanlıcılık taraftarlarının çoğunlukla seküler eğilimli ve Saray’a veya yüksek bürokrasiye yakın kişilerden oluşması, Türkçülerin ise genellikle orta sınıf ailelere mensup bulunmaları -bu arada Çarlık rejiminden kaçıp Türkiye’ye yerleşmiş olan Azerbaycan ve Kazan asıllı aydınların da İslamcılık veya Osmanlıcılık görüşlerine pek meyl etmeyip Türkçülüğe bağlanmaları- tesadüfle açıklanamaz.