Bir zamanlar üç kıtaya hükmeden devletinizden geriye bir avuç toprak kalmışsa bunu kabul etmekte zorlanırsınız. İşin içinde başka sebepler ararsınız. Gerçi İbn Haldun’un yüzyıllar önce gayet anlaşılır biçimde açıkladığı üzere devletler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Bir çevrim içinde bu süreç devam eder, gider. Diğer yandan tarihçilerin spesifik açıklamalarına bakarsanız Osmanlı devleti aslında epey uzun bir zaman önce canlılığını devam ettirme kabiliyetini yitirmeye başlamıştı ve adım adım mukadder sona doğru ilerlemekteydi.
Aslında Osmanlı’nın kaybettiği şey öncelikle rekabet kabiliyetiydi. Kapitalist üretim modeli sayesinde verimlilikleri artan, doğa bilimleri alanında gerçekleşen ilerlemeler sayesinde sanayi devrimini yapan ve bunlar sayesinde gelişen askeri gücüyle sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarına el koymuş olan batılı rakipleriyle mücadelesini sürdürmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor ve her geçen gün her bakımdan biraz daha zayıflıyordu.
Ancak Osmanlı elitleri olup biteni seyretmekle yetiniyor değillerdi. Onlar da bir çare arıyorlardı bu duruma. Bulunan çareler Tanzimat’tı, Meşrutiyet’ti, okullaşmaydı, sanayileşmeydi, ordunun modernizasyonuydu vs. vs. Bunlar hiç işe yaramadı diyemeyiz ama imparatorluğu eski heybetli günlerine döndürmeye değil, olsa olsa ömrünü biraz daha uzatmaya yaradı. Ne var ki galiba fazlasıyla gururlu bir millet olduğumuzdan güçsüz düştüğümüzü, hele yenildiğimizi itiraf etmeyi izzetinefsimize yedirmiyoruz. “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” diyoruz. Bazılarımız şunu söylüyor: Aslında devletimiz güçlüydü ama düşmanlarımız içimize sızarak kaleyi içten ele geçirdikleri için kaybettik mücadeleyi... Son yüzyılda ortaya çıkan Yahudi, mason ve dönmelerle ilgili komplo teorilerinin anlamı budur.
Bu komplo teorilerinin bir diğer eşdeğeri ise daha ziyade seküler-liberal aydınlar arasında kabul gören “milliyetçilik komplosu” tezi... Dün bir gazetede dönemi en iyi bilen tarihçilerimizden birinin yazısında bile bu tezin savunulduğunu gördüm. Değerli hocamız bugünkü Çözüm Süreci’ne karşı çıkan Türk milliyetçiliğinin yirminci asrın başındaki Arnavut ve Arap çözüm süreçlerine de karşı çıkarak Osmanlı’nın dağılmasına sebep olduğunu ileri sürüyor.
Bir defa bugünkü Kürt meselesini geçmişteki Arnavut ve Arap ayrılıkçılığı meselesinden ayırt etmemizi gerektiren binlerce farklılığı göz ardı etmek olacak şey değil. En başta da “hadi ayrılın” dendiğinde ayrılmanın imkânsız olması... Kürt nüfusunun coğrafi dağılımı ne Arapların ne Arnavutların durumuna benziyor. Kürt nüfusun toplumun diğer kesimleriyle kültürel entegrasyonu da öyle...
İkincisi, “Arnavut ve Arap çözüm süreçleri”ne ideolojik takıntılardan dolayı değil, rasyonel bir tez olmadığı için karşı çıkıldı. Çünkü Mısır, Trablus gibi uzak eyaletlere özerklik verilerek bir tür “Osmanlı Milletler Cemiyeti” içinde buraları uzaktan yönetmeye devam etme projesinin gerçekleştirilmesi için artık çok geçti. İkinci Meşrutiyet döneminin konjonktüründe böyle bir projeye evet demenin düşman güçlere karşılıksız toprak bağışlamaktan başka bir anlamı yoktu.
Bunlar bir yana, zaten Arnavutluk’un bağımsızlığı Balkan Harbi sonunda o topraklarla fiziki bağımızın kalmaması üzerine gerçekleşti. Arap eyaletlerinin elden çıkması da Birinci Dünya Savaşı’nın fiili sonucudur. Türk milliyetçiliğinin “çözüme karşı çıkması” yüzünden değildir. Haddizatında çözüme karşı olsaydılar, İmam Yahya ile gizli gizli sürdürülen “müzakere süreci”nin neticesinde Yemen’e özerlik veren bir anlaşmayı imzalamazlardı herhalde. Osmanlı Devleti adına sözkonusu “itilâfnâme” yi imzalayan Ahmed İzzet (Furgaç) Paşa da, tesadüf bu ya, Arnavuttu. “Türk milliyetçiliği” diye adlandırılan akımın mensuplarının büyük çoğunluğu gibi kendi etnik kimliğini Türk Milletine mensubiyete engel görmeyen aydınlardan biri...