Dün İngilizlerin Independent gazetesinde Tunus Başbakanı Habib Essid’le yapılan bir röportaj çıktı. Konu geçen ay Tunus’ta gerçekleşen ve 30 İngiliz vatandaşının ölümüyle sonuçlanan IŞİD saldırısı... Daha önce de bir müzeye yapılan saldırı sonucunda çoğu batılı turistlerden oluşan 22 kişi ölmüştü. Bu saldırıları gerçekleştiren kişilerin Libyalı oldukları veya Libya’da eğitim gördükleri söyleniyor. Galiba buna atfen Libya’da rakip gruplar bir araya gelip merkezi bir yönetim oluşturamazlarsa İngiliz, Fransız, Amerikan, İspanyol, Alman ve İtalyan askeri güçlerinin katılımıyla bu ülkeye yönelik yeni bir müdahalenin beklendiğine ilişkin haberleri hatırlatıyor Independent muhabiri. Bu konuda kendilerinin “bilgilendirilmediğini” açıklayan Tunus Başbakanı ise dış müdahalelere karşı olduğunu; komşu ülkedeki kaos durumundan zaten 2011’deki askeri müdahaleyi gerçekleştiren batı koalisyonunun sorumlu olduğunu söylüyor.
Şimdi söyleyin, Tunus Başbakanı haksız mı? 2011’den önce IŞİD kampları mı vardı Libya’da? Keza Suriye için de aynı şey geçerli. 2011’den önce ne Suriye ne de Libya belki güllük gülistanlık değildi ama bugünkü gibi etrafına kıvılcımlar saçılan bir yangın yeri de değildi. Tamam, dikta rejimleri hüküm sürüyordu bu ülkelerde ama sokaklarında oluk oluk kan akmıyordu.
Peki, neden böyle oldu? Batılı ülkeler bir taraftan, Körfez Arapları öbür taraftan ne uğruna Libya’yı ve Suriye’yi ateşe attılar? Türkiye olarak bizim buradaki günahımız ne? Takip edenler biliyordur, kendi adıma ben bu soruların cevabını 2011’den bu yana bulup dile getirme çabası içindeyim ama artık bu meselenin daha geniş ölçekte ele alınıp hem gerçekçi hem de insani açıdan muhasebesinin yapılmasında fayda var. Zira bu muhasebe yapılamadığı takdirde gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemenin sonuçları olarak başka başka sorunlarla karşılaştıkça yine doğru değerlendirme yapamıyoruz. Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan IŞİD ve PYD meselesinde olduğu gibi...
O zaman da yazdım; Libya ve Suriye hadiseleri aslında önce Tunus’ta, sonra Mısır’da meydana gelen halk hareketlerinin şekillendirdiği bahar havasını bozmaya yaradı. Tunus’ta ve Mısır’da barışçı halk hareketleri karşısında direnemeyen köhne diktatörlükler devrilip gitmişti. Belki sıra diğerlerine geliyordu. Ama derken Libya’da silahlı bir muhalefet hareketi ortaya çıktı. İngiliz ve Katar askerleri eşliğinde savaştıkları söylenen bu grupların yönetimi devirmeye gücünün yetmeyeceği anlaşılınca da batılı ülkeler doğrudan askeri müdahalede bulunarak Kaddafi rejimini yıktılar. Libya Müdahalesi sonrasında bir siyasi muhalefet hareketinin ne olursa olsun arkasına batı desteği almaksızın başarılı olamayacağı kabulü zihinlere yerleşti. Arap Baharı böylece sona erdi.
Türkiye başlangıçta batılı güçlerin Libya’ya yönelik hesaplarına karşı çıktı. Libya’ya yönelik bir dış müdahaleye sıcak bakmadığını açıkladı. Ama batılı güçlerin müdahale konusundaki kararlılığını görünce işin dışında kalmanın zararlarının daha büyük olabileceğini hesaplayarak taktik bir adım attı. Müdahalenin bir NATO operasyonu çerçevesine sokulması şartıyla işin içine dâhil oldu. Suriye konusunda da Ankara’nın başlangıçtaki tutumu Libya’da olduğu gibiydi.
Peki, Türkiye’nin bu hususlarda o günlerde farklı bir tutum göstermesi mümkün müydü? Objektif olarak değerlendirirsek mümkün değildi. Ama Türkiye’nin birer parçası olduğu Libya ve Suriye kampanyalarının bu ülkelerin insanlarına hayır getirmedi. Türkiye’nin kucağında bulduğu Suriye iç savaşı ise özellikle AK Parti iktidarlarının dış politika alanında elde ettiği bütün kazanımları berheva etmekle kalmadı; mevcut sorunların derinleşmesine ve yeni sorunların başımıza sarılmasına yol açtı. En başta PKK sorununu ve IŞİD’i kastediyorum...
Dolayısıyla hiç değilse artık bugün Suriye meselesini başka bir gözle değerlendirip rasyonel bir muhasebe yapmakta fayda var.