“Susamadan önce kuyu kazınız.”Çin AtasözüAfrin’e, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı üzere başlamış bulunan askeri harekata kilitlenen dikkat ve enerjimiz büyük fotoğrafın gözden kaçmasına neden oluyor. Çünkü Afrin Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren büyük Suriye fotoğrafının yalnızca küçük bir parçası.Suriye’nin, Rusya/İran ve ABD arasında Fırat’ın Doğusu ve Batısı olarak tanımlanabilecek coğrafi bir nüfuz alanına bölündüğü ve özerk ya da federal bir yapının şekillenmeye başladığı günümüzde Türkiye’nin güçlüğü, değişik aktörler arasında paylaşılan sınırlarımıza bitişik bu bölgenin tümünün ulusal güvenliğimiz açısından taşıdığı eşit önemdir.Bir başka anlatımla askeri harekat için Afrin’de, Rusya’nın açık ya da örtülü pasif konumuna gereksinim duyan Türkiye sıra Menbiç, Tel Abyad, Kobani’ye geldiğinde bu defa Amerika’nın karşı çıkmamasını sağlamak durumundadır.ABD’nin Suriye’den görünür bir gelecek içinde çekilmeyeceğinin Dışişleri Bakanı Tillerson tarafından açıklandığı, Pentagon’un ise “Suriye’de müttefikleri! ile” birlikte çalışmaya devam edeceğini vurguladığı ve Amerika’nın Suriye’de askeri varlığına İran’ın da dahil edildiği bir dönemde Fırat’ın Batısı kadar hatta orta/uzun vadede çok daha fazla tehdit üretme kabiliyetine sahip Doğusu, Türkiye açısından ciddi sıkıntılar ve kırılmalara eşlik etmeye aday görünmektedir.ABD’nin Suriye’ye ilişkin gelecek tasarımında SDG’nin -bu PYD olarak okunabilir- başat yerel aktör konumuna yükseltildiği ve İran’ın bu ülkede etki gücünün kırılmasında koç başı işlevi yüklendiği dikkate alındığında Fırat’ın Doğusunda PYD varlığının güçlendirilerek sürdürülmesi Pentagon için vazgeçilmez bir konuma evrilmektedir.Suriye’nin paylaşım savaşımında PYD’nin tümüyle ABD güdümüne girmesini arzu etmeyen Rusya’nın, örgütü doğrudan karşısına almak istememesinin örnekleri bu tabloya eklendiğinde Türkiye açısından olmasa da genelde Afrin’in büyük fotoğraf içindeki ölçeği küçülmektedir.ABD sözcülerinin “Afrin’le ilgilenmedikleri”, oradaki “PYD unsurlarının koalisyon gücünün bir parçası olmadığı” şeklindeki açıklamalarının Afrin üzerinden Türkiye ve Rusya’yı karşı karşıya getirmek, PYD ile Rusya arasında bir anlaşmazlık ve güven bunalımı yaratma hedefine yönelik olduğu dikkate alındığında diplomasinin krizlerde ne kadar önemli ve öncelikli olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.Ülkesinde, yabancı güçlerle işbirliği yapanları (PYD) hainlikle suçlayan Suriye’nin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar ve MİT Müsteşarı Fidan’ın muhatapları ile Moskova’da masaya oturduğu bir sırada, o hainlere! yönelik bir operasyona katılması halinde Türk savaş uçaklarını hedef alacakları açıklaması ise Rusya’nın, Afrin hava sahasını sınırlı olarak açmasının gerekçesine dönüştürülecek bir başka diplomatik hamle olarak okunmalı..Suriye’de başat güçler Rusya ve ABD’nin “federal devletler” olduğu, Şam’ın güçlü ismi Dışişleri Bakanı Velid Muallim’in, “İŞİD bertaraf edildikten sonra PYD ile federasyonu tartışabilecekleri” açıklaması bir arada okunduğunda “susamadan kuyu kazmanın” önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.Öyle görünüyor ki önümüzdeki süreç Sergey Malyutin’in Sarafan giysili Matruşka’larının içinden daha neler çıkacağını merakla bekleyeceğimiz sancılı günlere eşlik edecek..
“Önemli olan vatansa gerisi teferruattır.”Geçtiğimiz hafta (7 Ocak) KKTC’de gerçekleşen erken genel seçim sonuçları yerel basında “Kaos”, “Yeni Seçim”, “Karmaşa” gibi manşetlerle verildi.Seçime giren sekiz siyasi partiden 6’sının yüzde 5 barajı aşarak meclise girmeye hak kazanmasına karşın hiçbir parti tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamadı.Seçimde yüzde 35.57 oy alarak 21 milletvekili çıkaran UBP (Ulusal Birlik Partisi) birinci, yüzde 20.97 oyla 12 milletvekilliği elde eden CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi) ikinci, seçimlere ilk kez katılan HP (Halkın Partisi) yüzde 17.10 oyla 9 milletvekili çıkararak üçüncü sırada yer aldı.Serdar Denktaş liderliğinde mevcut hükümetin koalisyon ortağı DP (Demokrat Parti) ise ciddi oy kaybına uğrayarak ancak 3 sandalye kazanabildi.CTP ve mecliste ilk kez temsil hakkı kazanan HP, UBP ile koalisyona kapılarını kapattıkları için güçlü bir hükümet kurulması en azından şu aşamada mümkün görülmediğinden KKTC’yi sandalye sayısı açısından kırılgan bir koalisyon ve olası yeni bir erken seçim bekliyor.Cumhurbaşkanı Akıncı’nın teamüllere göre hükümeti kurma görevini UBP lideri ve mevcut Başbakan Özgürgün’e vermesinin beklendiği KKTC’de, UBP’nin yanına 3 sandalyeli DP ve 2 sandalyeli YDP’yi (Yeniden Doğuş Partisi) alarak 26 sayısına ulaşması ve üçlü bir koalisyon kurmasının baskın bir olasılık olarak göründüğü KKTC’de, Crans Montana’da müzakerelerin çökmüş olması üzerine yeni yol arayışlarının öne çıkması gereken yaşanan dönemde güçlü hükümet yokluğu ciddi bir zafiyet olarak görünüyor.Derviş Eroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı döneminde başmüzakereci görevini yürüten ve Kıbrıs sorununu en iyi bilen isimlerden birisi olan HP lideri Prof. Özersay’ın “mevcut statükoya ortak olmayacakları” gerekçesi ile koalisyona kapısını kapatması aslında yakındığı statükonun meclise girmesine rağmen sürdürülür kılınması anlamında olduğu için KKTC’de şaşkınlık ve hoşnutsuzluk yaratmış durumda.KKTC’nin geleceğine ilişkin planlama yapma, yol haritası çizme, temaslarda bulunma ve dinamik bir uygulamaya geçmede kaybedilen her günün çok önemli olduğu bir ortamda sorumluluk almak her türlü siyasi görüş ve hesabın dışında vatanseverlik görevi olmalıdır.KKTC’de, yemin töreninden sonra başlaması beklenen hükümet kurma çalışmalarında siyasi parti liderlerinin, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun çözüm süreci ile ilgili yaptığı açıklamada yer alan (10 Ocak) “Bizim ekonomimiz iyi, biz bu ekonomiyi Türklerle niye paylaşalım? Bizim yönetim gücü olan bir devletimiz var, bunu neden Türklerle paylaşalım? Dönüşümlü başkan olacak, neden bir Türk bizim başkanımız olsun? Anlayış bu. Halktaki, kilisedeki ve siyasi partilerin çoğundaki anlayış bu. Böyle bir durumda Rum kesimi bu parametrelerle hiçbir zaman çözüme yanaşmayacak.” sözlerini anımsayarak davranmaları ülkeleri adına kaçınılmaz olmalıdır.
“Her şeyden önce plan.. Nuh Peygamber gemisini yapmaya başladığı zaman daha yağmur başlamamıştı!”General Features CorporationTürkiye’nin, Afrin’de PYD/YPG varlığını yakın bir tehdit olarak gördüğü, koşullar ve konjonktürün uygunluk taşıyacağı bir dönemde, siyasi açıdan çözüm üretilememesi halinde askeri seçeneklere başvuracağı en yetkili ağızlarca defalarca ve ısrarla açıklandığı üzere bir sır değil...Askeri bir operasyonun hazırlıkları aylardır bir caydırıcılık sağlanmasına yardımcı ve ilgili taraflara uyarıcı bir mesaj olur düşüncesi ile göstere göstere yapıldığına göre, mevcut durumun değişmemesi halinde Türkiye’ye yönelik olası eleştiriler haklılık gerekçe ve zeminini daha şimdiden kaybetmiş durumda.Afrin’de konuşlu PYD/YPG olasıdır ki Amerika’nın desteğine, geçmişte kimleri hangi koşullarda ortada bıraktığını hatırlamadan güvendiği için Türkiye’nin askeri bir harekatına ihtimal vermemekle birlikte yine de bir hazırlık yaptığından ne tür olanaklara sahip olduklarına bakmamız gerekiyor.PYD’nin elinde ABD yapımı TOW-2, Javelin, -Amerika’nın Türkiye’ye satmayı kabul etmediği- Milan, Rus yapımı ve rejimden elde ettiği Metis, SPG-9 antitank güdümlü füzeleri, ABD yapımı makineli tüfek monte edilmiş Hummer araçları, az sayıda Zırhlı Personel Taşıyıcı, (ZPT) rejimden elde ettiği Fransız yapımı 30’luk top taşıyan AMX-30 zırhlı/paletli küçük tank ile Rakka’da DEAŞ’tan ele geçirdiği sanılanRus yapımı T-55 , T-58 eski model birkaç tank bulunuyor.Bunlara ek olarak YPG, Kandil’den gelen ve bir Avrupa ülkesine mensup mühendislerin yardımı ile Afrin’in kuzeyinde uzunluğu 20 kilometreyi bulan ve beton kulelerle takviye ettiği bir tahkimat hattı oluşturmuş durumda. İçinde motorsiklet ve triporterlerle dolaştıkları bu tahkimat hattını yıldız biçiminde inşa ettikleri koruganlarla destekleyen bir savunma hattı inşa eden YPG’nin, Kandil’den gelen çatışma deneyimli militan sayısı 500. ABD 5’nci gruba mensup askerlerce özellikle tanksavar eğitimi verilen 1000 civarında bir militan kadrosuna da sahip olan YPG’nin Afrin’de daha çok iç güvenlik gücü olarak kullandığı eğitimsiz ve deneyimsiz ancak silahlı oldukça kalabalık bir milis grubu da bulunuyor.PYD/YPG, TSK’nın sahip olduğu gelişmiş silah sistemleri, güçlü ateş desteği, eğitim, deneyim ve harbe hazırlık düzeyi son derece yüksek profesyonel birlikleri, bölge coğrafyasını çok iyi bilen dost muhalif gruplarla Rusya’nın yeşil ışık yakması halinde Türk Hava Kuvvetlerinin desteğine karşı koyabileceğini düşünüyorsa bunun son hatalarına eşlik ettiğini görebilecek zamana herhalde sahip olamayacaklardır.“Son pişmanlığın fayda vermediği” sözünü yaşamlarının son bilgisi olarak öğrenmek için Amok koşusuna gerek var mı?
“Nereden başlayacağınızı bilmiyorsanız, başlayamazsınız.”General Patton“Afrin’de teröristler teslim olmazsa orayı başlarına yıkacağız. Münbiç’te bize verilen sözler yerine getirilmezse kendi göbeğimizi keseceğiz. Bir haftaya kalmaz, ne yapacağımızı görecekler.”Bu sözler AK Parti’nin Elazığ İl Kongresinde konuşan (13 Ocak) Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait.Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteği ile İdlib’e güneyden ilerleyerek İdlib-Şam karayolunun denetiminde stratejik bir öneme sahip Ebu Zuhur hava üssüne yöneldiği, Tartus ve Hmeymim üslerine havan topu ve drone saldırısı üzerine Rusya’nın tutumunu sertleştirdiği, Salur çayı yakınlarında muhalif gruplarla ABD unsurları arasında yaşanan çatışmanın yansımalarının devam ettiği, Afgan kökenli savaşçıların İran desteği altında İdlib yöresinde hareketlendiği ve Astana’da uzlaşıya varılan çatışmasızlık bölgelerinin çatışmalara sahne olduğu bir dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaman sınırlamasını kayda geçirerek yaptığı açıklama Türkiye’nin Suriye’de yeni bir faza geçeceğinin ön işaretleri kimliğinde.Geçtiğimiz günlerde Rusya, İdlib’te yuvalanan, ana gövdesini El Nusra’nın oluşturduğu THŞ ve Fetih el Şam’ın varlığına son vereceklerini “imha edecekleri” sözleri ile açıklamış, eş zamanla Suriye ordusu güneyden İdlib’e doğru hareketlenmişti.Rusya ve rejimin, Fırat’ın batısını tümüyle kontrol altına almak ve muhalif grupları etkisizleştirmeyi amaçladığı anlaşılan hareketlenmeye paralel olarak Amerika’da Fırat’ın doğusunu Irak’ın bitişik bölgeleri ile bir bütün halinde gelecek tasarımı için şekillendirmeye hız vermiş görünüyor.Bu amaçla Rakka’nın ele geçirilmesinden sonra DEAŞ’a biat eden Arap aşiretlerini SDG bünyesine katarak donatan Amerikan güçleri, Menbiç kent merkezi ile Salur çayının geçiş noktası Ayn Dadat’ta konuşlu sabit ve geçici birlikleri, Ayn İsa ve Ayn el Arap’ta mevcut eğitim kampları ile bölgedeki varlığını güçlendirmeye ve PYD’ye ek olarak yeni müttefikler elde etmeye yönelmiş bulunuyor.Suriye’nin, Rusya ve Amerika arasında güç ve denetim bölgeleri oluşturma bağlamında paylaşım hamlelerinin giderek hız kazandığı bir dönemde Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik kısa ve orta vadeli bir tehdidi etkisizleştirmek için harekete geçeceği sinyallerinin en yetkili ağızca verilmiş olması tüm taraflara son bir ikaz ve “köprüden önce son çıkış” olarak görülmeli.
“Kuş bakışı bakmak güzeldir, fakat kuş gibi bakmamak şartıyla...”Şeyh Sadiİran’da bir haftadır yaşananların nereye evrilebileceğinin analizi için bu ülkede sosyal dokuyu biçimleyen inanç sistemi ile yönetsel yapı üzerinde durulması gerekmektedir.Şia’nın bir inanç olmanın çok ötesinde bir yaşam biçimi olduğu, etnik bir mozaik olan İran’da kişilerin kendilerini etnik aidiyetlerini öteleyerek önce Şii olarak tanımladıkları ve bu şemsiye altında bütünleştikleri, dini lider Hamaney’in “Velayete Fakih” makamını temsil ettiği ve “Merci-i taklid” sıfatına sahip bulunduğu (İran’ın resmi mezhebi olan İmamilik’te kayıp 12’nci İmam (Mehdi) ortaya çıkana kadar Dini Liderin O’na vekalet ettiği, buyruklarına mutlak anlamda itaat ve biat edilmesi gerektiği, davranış ve sözlerinin rehber olmasını ifade eden kavramlar) dikkate alınmadan İran üzerine yapılacak yorumlar mutlaka eksik ve yanıltıcı olacaktır.İran’da, İslam Devrimi ile birlikte seçilmişler ve atanmışlar şeklinde ikili bir siyasi sistem oluştuğu ve atanmışların seçilmişlere oranla daha güçlü bir konumda oldukları söylenebilir. İran’da adaylıkları “Anayasayı Koruyucu- lar Konseyi”nce onaylanmayanların Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimlerine katılmalarının mümkün olmadığı, Konsey üyelerinin ise Rehber (Hamaney) tarafından görevlendirildiği, Yüksek Mahkeme üyelerinin mutlaka dini eğitim almış olmaları ve üyelerin yarısının yine Rehber tarafından atandığı dikkate alındığında Dini Lider ve atanmışların sistem üzerinde belirleyici gücü net bir şekilde ortaya çıkar.Buna kendi içinde Kara, Hava, Deniz, Hava Savunma kuvvetleri bulunan düzenli ve güçlü bir ordu olan Devrim Muhafızları ve bağlı elit Kudüs Gücü ile sayıları 1 milyon olarak varsayılan milis gücü Besiç’lerin doğrudan Dini Lidere bağlı olduğu, Ruhban sınıfının sahip olduğu, vergi ve bütçe dışı vakıflar (Bonyad) aracılığı ile büyük bir ekonomik gücü elinde bulundurduğu, eğitim sistemini düzenlediği de eklendiğinde İran’ın yönetsel yapısında Rehber’in egemenliği daha da anlaşılır olur.İran’da gösterilerin hedefine Ruhani’den çok Hamaney’in alınması aslında doğrudan yönetsel sisteme yönelmiş görünüyor olsa da, dini liderliğin sahip olduğu ve Şia inancı ile beslenen güç karşısında başarılı olabilme olasılığı son derece zor görünmektedir.Kaldı ki ABD ile İsrail karşıtlığının ayrıca beslediği çok güçlü bir milliyetçi damara sahip İran’da, yaşananların arka planında kanıtlanmasa da bu ülkelerin varlığına ilişkin söylenti ve söylemler bir süre sonra sokaklardaki tansiyonu düşürecek bir rol oynayacak görünmektedir.Yaşananlar her ne kadar bir süreliğine İran’ın dikkat ve enerjisini içeriye yöneltmesini sağlayacak görünse de sistemi doğrudan etkilemeyecek ancak halkın sıkıntılarına bir ölçüde çözüm getirecek kimi uygulamalarla olayların yatıştırılmasından sonra uygun yer ve zamanlarda İran’ın, tahmin edilmesi çok da zor olmayan bazı adreslere misillemelerde bulunması, bu ülkenin geleneksel davranış kod ve reaksiyonlarını bilenler açısından sürpriz olmamalıdır.
“Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.”AnonimUzun ve zaman zaman yaşanan sert tartışmalarla kopma noktasına gelen nükleer müzakereler 14 Temmuz 2015 günü Viyana’da Coburg Sarayı’nda P5+1 ülkeleri ile İran arasında anlaşmayla sonuçlandığında, İsveçli saygın siyaset insanı Carl Bildt bu mutabakatı Vatikan’da Papa seçimine gönderme yaparak “Viyana’da Coburg Sarayı’ndan beyaz duman yükseldi” açıklaması ile dünyaya duyurmuştu.ABD’de ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılanan anlaşmaya İsrail güçlü bir tepki göstermiş, Rusya ve AB ülkeleri ise anlaşmayı olumlu bulduklarını açıklamışlardı.İran’da, ekonomik ambargoların kalkarak yaşanan sıkıntıların sonlanacağı umudu ile sevinçle karşılanan anlaşmaya o dönemde muhafazakar şahin kanadın yönelttiği eleştiriler gündemde çok fazla yer almamıştı.Dini lider Hamaney’in ihtiyatlı onayı ve doğrudan kendisine bağlı Devrim Muhafızları Komutanı Caferi’nin “varılan anlaşmada bazı şartların İran’ın kırmızı çizgileri ile çeliştiği” eleştirisi ile parlamentoda aşırı muhafazakar şahin kanadın “çok fazla ödün verildiği” açıklamaları da yaşanan sevincin gölgesinde kalmıştı.O günlerde gölgede kalan bir başka açıklama ise üniversite gençliği üzerinde çok etkili olan “İran’ın Çıkarlarını Koruma Konseyi”nin “İran’ın kırmızı çizgilerinin çiğnendiği ve gerçeklerin halktan gizlendiği” açıklaması ile İran Meclis Güvenlik ve Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Muhammed Kevseri’nin “İran’ın kazanan taraf olmadığı” sözleriydi.Ruhani’ye ikinci kez Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıran bu anlaşmadan mutlu olmadığı belli olan muhafazakar kesimin sesini yükseltmek için uygun zaman kolladığı ise İran’ın politik uygulamalarında sabır faktörünün ne kadar önemli olduğunu bilenler açısından sürpriz olmamalıydı. Esat rejiminin kısa sürede yıkılacağı üzerine yapılan hesap hataları sonucu İran’ın, Suriye ve Irak’ta belirleyici bir güce erişmesi, Tahran güdümlü Hizbullah’ın siyasi ve ideolojik gücünün yanı sıra askeri yeteneklerinin ciddi anlamda yükselmesi karşısında ABD ve İsrail’in bölgede yeni oyun planlarına yönelmesi kaçınılmazdı.Nitekim Trump yönetiminin Mısır-İsrail-Suudi Arabistan-BAE arasında, İran karşıtı bir koalisyon oluşturup Tahran’a yönelik tutumunu sertleştir- mesi, Viyana anlaşmasından hoşnut olmayanların bekledikleri fırsatı nihai hesaplaşma için yaratmış görünmektedir.Geniş halk kitlelerinin, bekledikleri refaha kavuşmak bir yana artan ekonomik sıkıntılarının yarattığı memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığına dayalı tepkilerini kolaylıkla arkasına alanlarca düğmeye Meşhed’de basılmış olması ve haklı nedenlere dayalı gösterilerin ikinci günden başlayarak rejime yönelmesi tesadüf olamayacak kadar açık görünüyor.İran’da, Beyaz Saray’ı tweetlerle yöneten Trump’ın deyimi ile gerçekten “değişim zamanı” ise bunun beklediği gibi olmayacağını görmek için çok fazla beklemek gerekmeyecek görünüyor.ABD ve İsrail’in sahip çıkarak destek verdiği eylemli toplumsal bir hareketin İran’da başarıya ulaşamayacağını öğrenmek için CIA’nin arşivleri yeterli bir kaynak olmalı...
“Düşünmeden konuşmanın cezası sonradan düşünmeye mahkum olmaktır.”Latin Atasözü2009 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hile yapıldığı iddiaları üzerine başlayan ve 30 kişinin ölümü ile sonuçlanan Yeşil Dalga’dan sonra İran son bir haftadır sonuçlarının öngörülmesi zor bir şiddet sarmalının içine sürüklenmiş bulunuyor.İki eyalet dışında ülkenin tümüne yayılmış görünen ve bu satırların yazıldığı ana kadar 20 kişinin yaşamını yitirdiği açıklanan protesto gösterileri aslında başlangıç yerleri ve gerekçeleri açısından kimi soru işaretlerine eşlik ediyor.Hayat pahalılığı ve yolsuzlukları protesto gibi anlaşılır ve masum bir gerekçe ile başlayan gösterilerin kısa bir süre sonra doğrudan rejim ve hükümeti hedef alan bir kulvara kayması, kamu binaları, polis karakolları ve askeri birliklere yönelerek göstericilerin silah kullanması farklı bir tablo ile karşı karşıya bulunulduğunun işaretleri kimliğinde.Buna ilk kıvılcımın aşırı muhafazakar dokusu ile bilinen Meşhed’de çakıp ruhban sınıfının merkezi olan Kum’a sıçraması ve İran’da bu tür hareketlerin genelde kentsel alanlarda başlayıp kırsala yayılma geleneğinin tam aksine kırsaldan kentlere yöneldiği dikkate alındığında mevcut fotoğraf giderek karmaşık bir hal alıyor. İran gibi bilgiye erişim ve sosyal medya kaynaklarının sınırlı olduğu ve halkın doğrudan/kendiliğinden eylemli protesto başlatmasının çok da mümkün bulunmadığı bir ülkede yayılarak süregelen hareketlenmenin beklentilerden kaynaklanan düşünce ve yayınlara göre değil doğru haberlere dayalı değerlendirmesini yapmanın önünde ciddi engeller bulunuyor.İran’da sosyal, siyasi ve ekonomik alanlarda söz sahibi etkin bir sınıf olan ve her dönem halkın içinden gelen değişim talepleri ile muhalefetin temsilcisi konumundaki Bazara (çarşı/geleneksel orta direk) sınıfının protestolara katılıp katılmadığı konusunda bilgi eksikliği doğru bir değerlendirme yapılmasının önünde en önemli engel olarak ortaya çıkıyor.Bütün bu etmenler ve İran’da yönetimin, başlangıçta gösterilere sert müdahale yerine hareketlenmenin çapı, katılım düzeyi, gerçek amacı, benimsenme derecesini ölçmek için bir süre bekleyerek göstericilerin enerjilerini tüketmesini bekleyen bir tutum izlediği de anımsandığında önümüzdeki günler daha sağlıklı yorumlar yapabilmeyi sağlayacaktır.Ancak aralarında muhafazakarların da bulunduğu bir kesimin reform isteyerek, reformist olarak nitelenen ve seçim kampanyasını bu tema üzerine inşa eden Ruhani’den reform istemeleri gibi bir çelişkiye eşlik ettiği gözlemlenen “yumurta krizinin” başladığı kuluçka döneminin 14 Temmuz 2015’de Viyana’da P5+1 ülkeleri ile İran arasında imzalanan nükleer anlaşma olduğu unutulmamalıdır.Başkent Üniversitesince 2015 yılında yayımlanan “İran’ı Anlamak” adlı kitabımızda yer alan bir paragrafı anımsatarak gelecek yazımızda devam etmek üzere.“İran’da halk tarafından genel bir kabul ve sevinçle karşılanan anlaşmaya, ilerleyen süreçte aşırı muhafazakar kesimlerin ne tür bir tepki verecekleri soru işareti kimliğini koruyor olmakla birlikte Rehber Hamaney’in ihtiyatlı onayı ve Ruhani’nin açık desteği karşısında “nihai hesaplaşmanın” zamana bırakıldığı değerlendirilmektedir.”
“Bugün yarına dünle beslenerek yol alır”Bertold BrechtParlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerde gelenekleri sembolize eden monarşizme ev sahipliği yapan saraylarla, totaliter ve otokratik bir monarşizmin hüküm sürdüğü ülkelerdeki sarayların sokakla ilişkilerindeki farklılıklar, son dönemlerde BAE, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinden yansıyan dolaylı/doğrudan açıklamaları yorumlama açısından yararlı olmalı.İngiltere, İspanya, Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda gibi ülkelerde monarşi; ülkelerin birlik ve beraberliğini simgeleyerek sosyal doku ve yapıyı biçimleyen, geleneklere bağlılığı aidiyet duygusunu yükseltmenin aracına dönüştüren siyaset dışı bir semboldür.Ülkeye bağlılıkla Kraliyet’e sevgi ve saygının özdeşleştiği bir aidiyet duygusunun egemenliğindeki bu gibi ülkelerde monarşinin, esasen sokaklardan çoktandır soyutlanmış siyaset üzerinde bir etki ve yönlendirme gücü yoktur.Bu ülkelerden herhangi birinin yurttaşı iseniz monarşiye karşı eleştirilerinizi hakaret sınırlarına varmadan düşünce özgürlüğü içinde seslendirebilir örneğin kraliyet ailesine tahsis edilen bütçenin kamu maliyesine aşırı yük getirdiğinden hem de parlamentoda söz edebilirsiniz.Sıra Arap ülkelerindeki monarşilere geldiğinde bunların hiçbirini yapabilme özgürlüğüne sahip olmadığınız gibi örneğin Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Filistin ve Kudüs konusunda sergilediği liderlikten duyduğunuz sevinci sokaklara yansıtırsanız, sırça saraylarında hüküm sürenleri önce endişelendirir sonra kızdırırsınız.Kızdırırsınız çünkü o sarayların sahipleri, ülkeleri dışındaki bir liderin Arap sokaklarında artan popülaritesini, varlık ve konumlarına yönelik bir tehlike ve tehdit olarak algılarlar. Ve o saraylarda oturanlar “sevginin geçici, korkunun kalıcı” olduğunu çok iyi bildiklerinden sokaklara yansıyan duyguları bastırmakta son derece mahir ve başarılıdırlar.“Parayla satın alınan sadakatin daha fazla para verenlere satıldığı” bir kültür ve geleneğin biçimlediği, entrikalarla örülü bir geçmişe sahip olan kimi saraylardan son dönemlerde yansıyan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında Türkiye karşıtı söylemlerin temelinde,“sorgulayan, eleştiren, hesap sorabilen” bir sokağın oluşması tedirginliğinin varlığı ile “sahiplerine yaranmanın” yarışı yok mudur dersiniz!..