“Evde huzur varsa dünyada barış olur.”Çin AtasözüPozitif düşünenler için yeni yıl, beklentiler ve umutların gerçekleşerek yaşanan sıkıntılarla olumsuzlukların geride kalacağı taze bir başlangıçtır.Yaşama olumsuz yönden bakanlar için ise yeni yıl, insanoğlunun sınırlı ömründen eksilen ve kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaşılan bir zaman dilimidir.Umutlarla mistisizme dayalı gerçeklerin bileşkesinde biçimlenen bu zıt görüşlerin ortak noktası ise insanları kendileri ve başkaları için yararlı şeyler yapmaya yönlendirmesidir.Bu gerçeklikler karşısında 2017, Çinli bilgelerin tanımlaması ile “evde olmayan huzurun” yansıdığı; barış yerine bunalım, buhran, çatışma, insanlık dramları ile dolu acı bir yıl olarak geride kalırken “gelenin gideni aratmamasını” dilemekten başka ne yapabiliriz ki?2018’in “2017’nin son günlerine insanlık adına bir umut ışığı olarak düşen Kudüs konusundaki küresel dayanışma ile güzel ülkemizin hak ettiği gibi yalnız olmadığına” süreklilik kazandırması dileği ile yılın son yazısında tüm Türkiye ve Vatan okurlarının yeni yıllarını içtenlikle kutluyorum.Aydınlık, huzurlu ve mutluluklarla bezenmiş günler hep sizlerin olsun...
“Düşünmek zor iştir. Muhtemelen bu nedenle çok az kişi düşünür.”Henry FordH.Ford bu cümleyi sarf ettiğinde gün gelip bu zor işi beceremeyen birisinin ülkesinin başkanlık koltuğunda oturacağını ve Amerika’yı utanç verici bir yalnızlık ve yenilgiye uğratacağını herhalde hiç düşünmemişti.BM Güvenlik Konseyinde, daimi ve geçici 14 ülkenin ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması kararına karşı oylarını veto kartını kullanarak engelleyen Washington’un, BM Genel Kurulunda yanında yalnızca 9 üye ülke/ülkecik bularak 128 üyenin “hayır” oyu ile yüzleşmesi Amerika’nın son yıllardaki en büyük diplomatik yenilgisi olmalı.Amerika’yı sahibi olduğu emlak şirketi gibi yönetmek isteyen Trump’ın, iş hayatında birkaç kez iflas noktasına geldiği anımsandığında eğer tamamlayabilirse Başkanlık döneminde ülkesi ve dünyayı ne tür krizlere sürükleyebileceği BM Genel Kurul toplantısı öncesi yaptığı yakışıksız ve tehditkar açıklamalarla gün yüzüne çıkmış bulunuyor.128 ülkenin karşı oylarını “ABD’ye saygısızlık” olarak niteleyen ve bunu not alarak hesap sorulacağını ima eden, özgür ülkelerin yine özgür iradelerini dolara endeksleyen sığ bir düşüncenin Beyaz Saray’da varlığından utanç duyması gerekenler “İnsan Hakları Bildirgesi”ni dünyaya armağan eden bu ülkenin vicdan ve akıl sahibi yurttaşları olmalıdır.Amerika’nın tam da merakla beklenen “Ulusal Güvenlik Belgesi”nin açıklandığı bir günde BM Genel Kurulunda ortaya çıkan, alınırsa eğer derslerle dolu bu tablo, Trump yönetiminin halkına layık gördüğü acı verici bir yeni yıl armağanı olmalı...Dünyaya her fırsatta demokrasi dersi veren ABD’nin demokrasi, hukuk ve özgürlük anlayışının yalnızca güçle sınırlı ve bağımlı olduğunun yadsınmaz bir biçimde açığa çıktığı 21 Aralık ilginç bir rastlantı ile Amerika’nın “en uzun gecesinin” başladığı bir tarih olarak anımsanacak.ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, Türkiye’nin öncülüğünde Genel Kurula sunulan karar tasarısına kabul oyu veren ülkelerin “unutulmayacağını” söyleyerek aba altından sopa gösterirken aslında bu sözlerinin insanlığın ortak hafızasına unutulmamak üzere kazındığının ne kadar farkındadır bilinmez ama “Oval Ofis”in duvarlarından birisine çok yakışacak Montesqieu’nün bir sözünü anımsatalım kendisine.“İnsanlar başaklara benzerler. İçleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.”
“Lafa bakarım laf mı diye, söyleyene bakarım adam mı diye”AnonimLozan görüşmelerinde Lord Curzon, İsmet Paşa’dan 1917 yılında Medine’den İstanbul’a getirilen “Kutsal Emanetlerin” iadesini talep etmiş ve “kutsallığı bulunan konuların siyasi müzakerelerde yerinin olmadığı” yanıtını aldığında bu konu kapanmıştı.Ya da biz 15 Temmuz darbe girişimi öncesi ve sonrasındaki sabıkalarına yüz yıl sonra (1917-2017)m bir yenisini ekleyen BAE Dışişleri Bakanı’nın densizliğine kadar öyle olduğunu sanmıştık.Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin altın ve asker gücü ile desteklediği Şerif Hüseyin liderliğindeki Arap Bedeviler, Medine’ye saldırarak kuşattıklarında bölgeyi savunmakla görevli 12’nci Tümen Komutanı Fahreddin Paşa, Padişahlar tarafından Surre alayları ile Mescidi Nebevi’ye gönderilen değerli armağanlarla kutsal emanetleri, yağmalanmaması ve İngilizler’in eline geçmemesi için 1917 yılında İstanbul’a göndermiş ve savaşa devam etmişti.Öyle ki Mondros Mütarekesi ile Osmanlı’nın teslim olmasına karşın Fahreddin Paşa, Hz. Muhammed’in şehrini İngilizler ve Bedevilere teslim etmeyi reddetmiş, askerlerinin günlük istihkakı bir avuç buğday ve bir dirhem yağın da tükenmesi üzerine çekirge yiyerek 2 ay 10 gün daha direnmiş, 9 Ocak 1919 günü, talebi üzerine Padişahın gönderdiği özel heyetin teslim ol emri üzerine 2 yıl 7 ay boyunca sürdürdüğü mücadeleye son vermişti.BAE Dışişleri Bakanı ünvanlı, onur ve şeref yoksunu olduğu için bu şanlı direniş ve kutsal emanetlere sahip çıkmayı anlamasını beklemediğimiz zatın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında Türk milletinin ecdadına dil uzatma cüretinin altında, varlığı başkalarının izin ve icazetine bağlı birisinin acizlik ve zavallılığı yatmaktadır.Bir bölümü Topkapı Sarayı’nın Hazine ve Kutsal Emanetler Dairelerinde sergilenen, müzenin Medine Defteri’ne kayıtlı eserler bugün İngiltere’de British Museum ya da Victoria and Albert Museum’da değil ve Lawrence’in akıl hocalığını yaptığı Şerif Hüseyin ile isyancı Arap Bedevilerin yağmasından kurtuldu ise bunun adı “hırsızlık” değil olsa olsa “hırsızlığı önlemiş” olmaktır.Birleşik Arap Emirliklerinin bir süredir “sahibinin sesi!” rolünü üstlenmiş oluşu kendilerine çok yakışan ve yaraşan bir davranış olsa da biz Bay Zayed’e eğer anlamına varabilirse Addison’un bir sözünü hatırlatalım.“Şerefim öleceğine kendim ölürüm daha iyi.”İyi de ya şerefiniz yoksa!..
“Ya bir yol bulacağız ya da bir yol açacağız.Anibal”Suudi Arabistan, Mısır ve BAE’nin beklendiği üzere düşük profille katıldığı İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü zirvesi hazırlık için çok kısa bir zaman aralığı olmasına karşın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncülüğünde yadsınmaz bir başarı ile sonlandı.17’sinin cumhurbaşkanı ve devlet başkanı düzeyinde temsil edildiği 56 üye ve 6 gözlemci ülke katılımı ile gerçekleşerek varılan ortak kararın açıklandığı zirve, İslam ülkelerinin Kudüs konusunda hassasiyet ve refleksini ortaya koymasının yanı sıra Türkiye’nin lider ülke kimliğini de gözler önüne sermiş bulunuyor.Diplomasinin, hukuksuzluk ve başına buyrukluk karşısında sağladığı bu çok önemli dayanışma ruhunun sürekliliğinin sonuç alıcılığa dönüşmesini dilediğimiz bir süreçte İsrail’den yükselen tehditler ise büyük oyunun ikinci perdesinin açılmak üzere olduğunu gösteriyor.Geçtiğimiz günlerde İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eisenkat’ın ilk kez Suudi Arabistan’da bir internet sitesine röportaj vererek İran’ın tehdit olduğu konusunda Suudi Arabistan’la tam bir mutabakat içinde bulunduklarını açıklaması, İsrail-Suudi Arabistan arasında kapalı kapılar arkasında uzunca bir süredir yürütülen görüşmelerin alenileşmesi, Ortadoğu’da her taşın altındaki kişi olarak bilinen İsrail İstihbarat Bakanı Yisrael Katz’ın Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’ı ülkesine davet etmesi ateşin üzerindeki suyun kaynamakta olduğunun sinyalleri...ABD öncülüğünde İsrail-Mısır-BAE arasında oluşturulmasına çalışılan, Körfez ülkeleri ile kilit kimliğindeki Ürdün’ün de dahil edilmek istenildiği İran karşıtı ittifakın Tahran’ı tahrik ederek ringe çekmek için Lübnan ve Hizbullah üzerinden harekete geçebileceğine önceki yazılarımızda yer vermiştik.Nitekim İsrail geçtiğimiz haftalarda Suriye’de, İran hedeflerine iki kez harekat düzenleyerek hedefinde Hizbullah’ın yanı sıra doğrudan Tahran’ın da bulunduğunun sinyallerini vermişti.İsrail İstihbarat Bakanı Y. Katz’ın, İran’ın Lübnan’da inşa ettiğini ileri sürdüğü füze tesislerini vuracakları ve “Lübnan’ı taş devrine döndürecekleri” sözleri, yaşanan son gelişmeler ve Hizbullah lideri Nasrallah’ın açıklamaları ile bir arada değerlendirildiğinde “altın vuruş” için gün sayma aşamasına gelindiği izlenimi alınmaktadır.Senaryosu çok ta gizli olmayan bu oyunun şimdilik tek bilinmeyeni son dönemlerde İsrail ve Mısır ile temas trafiği yoğunlaşan, Mısır’la silah satışı anlaşmalarına yönelen Putin Rusya’sının nasıl bir rol üstlenerek sahneye çıkacağıdır...Anibal’in sözü ile öyle görünüyor ki “yol ya bulunacak ya da açılacak” ama “ya barış ya da savaş için”...
“Cüret edemememizin nedeni işlerin zorluğu değil. Biz cüret edemediğimiz için işler zor...”SenecaRusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin’in geçtiğimiz hafta Suriye’de savaşın bittiği sözlerini Rus askerlerinin kademeli olarak geri çekileceği açıklamasının izlemesi siyasi alanda yeni bir dönemin başlangıcı kimliğinde.Tartus ve Hmeymim’de mevcut üslerini modernize ederek Şayrat hava alanını da envanterine dahil eden ve bu yıl imzaladığı 49+25 yıl süreli anlaşmalarla Suriye’de askeri varlığını 2091 yılına değin garanti altına alan Rusya’nın alandaki muharip birliklerini kademeli olarak azaltma kararı, Soçi ve Cenevre’de “şahinlikten güvercinliğe geçiş” ve buna bağlı taleplerin ön işaretleri olarak değerlendirilmeli.Nitekim Washington’dan gelen ve Rusya’nın bu kararına karşın istikrarın sağlanması için Amerika’nın Suriye’de kalmaya devam edeceği açıklaması, bu ülkede varlıkları Şam’la anlaşmaya dayalı olmayan askerlerin çekilmesi talebinin yakın gelecekte masaya sürüleceği olasılığına karşı bir ön alma olarak okunabilir.“Suriye’de görevlerini yerine getirmiş muzaffer Rus askerlerinin, ülkelerinde heyecanla beklendiği”ni gururla açıklayan Putin’in, Suriye-Mısır-Türkiye’nin yanı sıra İsrail ve Suudi Arabistan’ı da içeren son temasları Moskova’nın ilgi alanının Suriye sınırlarını aşan bir coğrafyaya yayıldığını gösteriyor.ABD’nin, İsrail ve Çekya dışında destek bulamadığı Kudüs kararının çatışmacılığı tahrik eden kararına karşı Moskova’nın bölgede barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik yapıcı hamlelerinin bir satranca dönüştüğü günümüzde Türkiye’nin önünde doğru kullanılması halinde yeni fırsat pencerelerinin açılmakta olduğu görülüyor.Rusya’nın Afrin’de askeri varlığını sonlandırması ve çekincelerini geri alması halinde ABD’nin burada etkin olmadığı dikkate alındığında Türkiye’yi öteden beri rahatsız eden bu sorunun çözümü konusunda yeni adım ve gelişmelerin gündeme gelmesi ufuk hattına düşmüş bulunuyor.Pentagon’un 2018 yılında PYD’ye yapacağı askeri yardımın ayrıntılarının açıklandığı bir dönemde Moskova, desteğini çekmesi halinde YPG’nin Amerika’ya rağmen bölgede varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığı mesajını Afrin üzerinden gösterdiğinde-ki bu mesaj Afrin’in anlaşmalı olarak Suriye güçlerine devrinin sağlanması ve Türkiye’nin, Suriye topraklarında sınırına bitişik bir güvenlik koridoru oluşturması şeklinde ortaya çıkabilir- Suriye ve Suriye üzerinden bölgede kimin en güçlü aktör olduğu tartışmasız bir biçimde açığa çıkmış olur.Kremlin ve Washington arasındaki satrancın önümüzdeki günlerde yeni ve değişik hamlelerini dikkatle izleyerek her türlü olasılığa karşı hazırlıklı olmak gerekiyor.
“Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma”Rus atasözüCuma günlü (8 Aralık) yazımızda Kudüs’ün gölgelediği, Deyr ez Zor’dan yansıtılan ve çoklu mesajlar taşıyan bir fotoğraftan söz etmiştik.Konuyu izleyenler bir toplantı sonrası Rusya bayrağı ve YPG flaması önünde poz veren Rus general Y. Poplavski ile askeri üniformalı YPG sözcüsü Nureddin Mahmud’un fotoğrafını anımsayacaklardır.YPG ve Amerikan bayraklarını sıklıkla bir arada görmeye, ABD’nin DEAŞ’la mücadeleden sorumlu temsilcisi Brett McGurk’un PYD’lilerle birlikte fotoğraflarına alışmış olanlar açısından basına sızdırılan bu yeni kare ilk bakışta şaşırtıcı olsa da aslında sahada süregelen bir bölümü ile kapalı işbirliğinin ilanı kimliğinde.Rus subaylar ve YPG’lilerin bir araya geldiği “Fırat Doğu Bölgesi Yerel Yönetim Birinci Toplantısı”ndaki “birinci” nitelemesi ve toplantı sonrası yapılan karşılıklı açıklamalardan anlaşılıyor ki Hmeymim’de “ortak bir karargah kurulması” düşüncesinin de ele alındığı bu birliktelik ileride güçlendirilerek sürdürülecek.Pentagon’un, DEAŞ’ın çatışmaların sona ermesi üzerine temizlenen bölgelere dönmemesi için güvenliğin sağlanmasının öncelik kazandığı ve YPG’nin bu bağlamda “polis gücü” olarak değerlendirilebileceğine ilişkin açıklamasını izleyen dönemde gerçekleşen bu toplantı, Suriye’nin gelecek planlamasında rol dağılımının Washington-Kremlin ekseninde kabul gördüğünün bir tür duyurusu anlamında...ABD ve Rusya arasında neredeyse paylaşılamayan ve taraflardan birisinin bütünüyle güdümüne girmemesi için çaba gösterilen PYD/YPG öyle görülüyor ki Suriye krizinden şimdilik kaydı ile en karlı çıkan taraf...İsrail’in; ABD özel kuvvetlerinin eğiterek Pentagon’un gelişmiş silahlarla donattığı, çatışma deneyimi kazanmış YPG’nin, Suriye’de Tahrir el Şam ve Hizbullah unsurlarına karşı varlığından kendi güvenlik politikaları bağlamında hoşnut olduğu da bu fotoğrafa eklendiğinde el-Salihiya’da yan yana gelen Rusya bayrağı ile YPG flaması ayrı bir anlam kazanmaktadır.Fırat Kalkanı harekatının Menbiç’e uzanması ve el-Bab’ın daha da derinine inmesinin engellenmesinde ABD kadar olmasa da Rusya’nın da rolü olduğu -el Bab’ta, ÖSO mevzilerine ateş açan bir Suriye tankının vurulması üzerine kimliği belirsiz! uçakların TSK’nın bir TOW ünitesinin üslendiği binayı hem de yarım saat geçmeden bombalaması ve şehit verdiğimiz- hatırlanmalıdır.Afrin’de, sayıları 12 olarak varsayılan gözlem istasyonlarında 200 dolayında Rus askerinin varlığı, bu istasyonlara helikopterlerle sürekli ikmal yapıldığı bilinirken, YPG unsurlarından ellerindeki Amerikan yapımı silahlarla helikopterlere kilitlenmeleri istenilerek yeni savunma önlem ve teknikleri geliştirilmesinde alanda süregelen işbirliğinin el-Salihiya’da açık bir mesaja dönüşmüş olması bu koşullarda niçin yadırganmalı ki?Daha da önemlisi PKK ve PYD’yi terör örgütü olarak kabul etmeyen, PYD’ye yakın geçmişte Moskova’da temsilcilik açma izni veren, “Suriye Ulusal Diyalog Kongresi”ne PYD’nin katılmasına yeşil ışık yakan ancak Türkiye’nin karşı çıkması üzerine toplantıyı erteleyerek çözüm arayışlarına giren -olasıdır ki tıpkı SDG gibi başka bir isim altında- Moskova değil midir?Doğaldır ki Rusya ve Amerika, her ülke gibi ulusal çıkarlarını korumak ve bu doğrultuda politikalar üreterek uygulamak durumundadırlar. Tıpkı Türkiye’nin yaptığı ve yapmak zorunda olduğu gibi..Bu gerçeklik bizi ister istemez yazımızın başında yer verdiğimiz üstelik Ruslara ait bir atasözüne götürüyor... “Kurtlarla arkadaş ol, yalnız baltayı elinden bırakma...”
“Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir.”Çin AtasözüGeçtiğimiz günlerde Deyr ez Zor’un el-Salihiya mahallesinde “Fırat Doğu Bölgesi Yerel Yönetim Birinci Toplantısı” adı altında YPG’lilerle Hmeymim üssünde görevli Rus General Yevgeni Poplavski’nin amaçlı olarak basına sızdırılan! fotoğraflarının ne ifade ettiği üzerinde durmaya hazırlanıyorduk ki kendimizi bir anda Kudüs’te bulduk.Trump’ın,Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklaması Dante’nin İlahi Komedya’sında tasvir ettiği cehennemin hem de en korkutucu yedinci kat kapısının açılması anlamında..Beyaz Saray, aslında 1995 yılında Amerikan Kongresinde kabul edilen ancak Clinton, Bush ve Obama dönemlerinde uygulamaya konulmayan bu kararı, Trump’ın seçim kampanyasında verdiği sözü yerine getirerek Ortadoğu’da kalıcı barışın sağlanmasına yönelik bir adım olarak niteleyip aklımızla alay ederken uluslararası hukuk kuralları ve BM kararlarını yok saydığını da açıklamış oluyor.Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından işgal edilmiş olmasının yasa dışılığı ile ilgili BM Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararı orta yerde durur ve neredeyse tüm dünya ülkeleri karşı çıkarken bu eylemi ile Trump, ABD’ni gücün hukukunu uygulayan bir ülkeye dönüştürmüş bulunuyor. Suudi Arabistan ve İran arasında Yemen’deki vekalet savaşının Husi’lerin Riyad ve BAE’ye orta menzilli balistik füzeler göndermesi ve Suud’larla anlaşan eski devlet başkanı Salihi’nin öldürülmesine vardığı, İsrail’in son bir hafta içinde iki kez Suriye’de, İran’ın kurmakta olduğu askeri üsse hava harekatı düzenlediği, İran-Suudi Arabistan arasındaki rekabetin Körfez ülkelerini içine çekecek sıcak bir çatışmaya doğru seyrettiği, Türkiye’nin sınırları boyunca oluşturulmasına çalışılan terör koridoruna sesinin giderek yükseldiği bir dönemde, İslam dünyasının çok hassas olduğu Kudüs’ü bütün bu gelişmelerin odak noktasına koymak eğer büyük bir planın işaret fişeği değilse ABD’nin son dönemlerde hatalar zincirinin en büyük halkası olmalı.Vatikan’dan Yeni Zelanda’ya, İngiltere’den Almanya ve Fransa’ya hatta 478 sayılı kararın sahibi BM’e kadar anonim bir tepki ile karşılanan bu karar karşısında, 6 Nisan’da Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınması karşılığı Batı Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul edeceğini açıklamış bulunan Moskova’nın alışılmadık sessizliği “bekle gör” politikasının bir yansıması değil de sahnelenen oyunun bir parçası ise bölgede “Çanların Kimin için Çalmaya Başladığı” ve okların sonunda nereye yöneleceği yüzeye yansımaya başlamış görünüyor.Türkiye; çok dikkatli, serin ve soğukkanlı olunması gereken yeni bir dönemecin daha eşiğine gelmiş bulunuyor.
“Hayatımız, yaptığımız tercihlerin toplamıdır.”W.DwyerTürkiye’ye yönelik, dışarıdan yönetilen bir planın parçası olmasaydı gündemimizi işgal eden Sarraf konusuna bu köşede değinmeyecektik. Bu parantezden sonra Sarraf bilmecesini çözebilmek için taşları doğru yerlere koyarak okuma yapmak, bu nedenle de Amerikan hukuk sistemi ve yargı usullerinde üç temel ilkeye değinmek gerekiyor.Bu ilkelerden birincisi Amerikan hukuk sisteminde gıyapta, yani atılı suçu işlediği iddia edilen kişinin yokluğunda yargılamanın yer almamasıdır. İkincisi savcılık makamınca mahkemeye sunulan delillerin geçerli olabilmesi için mutlaka yasal yollardan elde edilmesi zorunluluğudur. Üçüncüsü ise jürili duruşmalarda sanığın suçlu olup olmadığına karar verenin yargıç değil jüri olduğudur. Duruşma yargıcı, sanığın jüri tarafından suçlu bulunması halinde mahkemeye sunulan delillerin ağırlığı oranında verilecek ceza aralığını takdirle yükümlüdür.Bu açıklamalara yer vermemizin nedeni Sarraf ve ardından Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Atilla, Amerika’ya gitmemiş olsalardı şu anda görülmekte olan davanın açılamayacağını vurgulayarak hatalar zincirinin birinci halkasına gönderme yapmak.İkinci halka, mahkemede Sarraf’a dinletilerek kendisine ait olup olmadığı sorulan ve adı geçence onaylanan dinleme kayıtları, 17/25 Aralık öncesi yasal yollardan elde edilmeyen ve bir şekilde Amerika’ya ulaştırılanlar değil de ABD istihbarat ve güvenlik kurumlarının doğrudan kayıt altına aldığı görüşmeler ise bunun bilgisine nasıl olup da ulaşılamadığıdır.Üçüncü halka her ne kadar duruşma yargıcı ve savcılar soruları ile jüriyi etkileme ve yönlendirme olanağına sahip olsalar da -ki savcıların amacı budur- savunma avukatlarının da aynı olanaklara sahip oldukları gerçeğinden hareketle, mahkeme heyetine yönelik eleştirilerin, Amerikan kamuoyu ve basınında yaratması olası olumsuzluklara zemin hazırlamaktan kaçınma konusunda gerekli özenin gösterilmeyişidir.Amerikan kamuoyunu, onlar için hiçbir anlam ifade etmeyen Sarraf ve ortaya saçtığı iddialar değil bir Amerikan mahkemesinin “tiyatro” olarak nitelenmesinin ilgilendirdiği unutulmamalıdır.Sarraf’ın dönemin bir bakanına verdiğini açıkladığı rüşvetlerin nasıl ödendiğine ilişkin savcının sorusuna “bazen nakit, bazen hediye, bazen de kardeşine banka havalesi ile” cevabını vermesi üzerine delil isteyen savcıya verdiği “dekontu var” yanıtı bizi hatalar zincirinin birinci halkasına götürüyor.Bu yanıttan anlaşılıyor ki Sarraf, Amerika’ya, varıldığı açık bir anlaşma uyarınca dersini çalışarak ve hazırlığını yapıp dosyasını koltuğunun arasına alarak gitmiş görünüyor.Amerika’da görülmekte olan davanın şimdilik kaydıyla, kamuoyu ve piyasalarca fiyatlanarak satın alındığından yola çıkıldığında doğrudan bir siyasi hedef gütme yerine bozulmasına çalışılan ve üzerinde daha da çalışılacağı anlaşılan ekonomik göstergeler üzerinden dolaylı bir yıpratma kampanyasına dönüşeceğinin sinyallerinin alındığı günümüzde hamasi söylemler yerine akılcı bir karşı oyun planının devreye alınması olası hasarları önleme adına herhalde yararlı olacaktır.Bu bağlamda Sarraf davasının, Türkiye’de bir rüşvet ağını açığa çıkarmaktan çok, içinde siyasetçiler ve bürokratların bulunduğu bu ağ üzerinden yürüyerek İran’a yönelik ambargonun kırılmasını kanıtlama ve bağlı olarak ekonomiyi zorlama kurgusu olduğu unutulmamalıdır.Birinci perdesi gösterimdeki bu oyunun yaratılacak belirsizlikler ve ayrışmalar üzerine kurgulanacağı anlaşılan ikinci perdesinin açılmasına izin vermemek ise farklılıklarımız ötelenerek hiç olmazsa bir süre aynı dili konuşmaktan geçiyor...Çünkü Türkiye adlı gemi bir tane ve kara çok uzaklarda!..