“Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme.”Çin atasözü“Suriye’de Savaş Bitti mi” başlıklı yazımızda (28.11) Beyaz Saray’ın Trump-Erdoğan telefon görüşmesine ilişkin “Suriye’de sahadaki ortaklara! verilen destek konusunda olması gereken düzenlemelerin yapılacağı” açıklamasına “yoruma açık” kaydı ile yer vermiştik ki Pentagon yorum kapısını kapatan net bir tavırla sahne aldı.“İçinde YPG’nin yer aldığı SDG ile işbirliğinin süreceğini” duyuran Pentagon açıklamasında en önemli bölüm “henüz karara bağlanmayan silah yardımlarının gözden geçirileceği” vurgusu ve hemen ardından YPG’ye daha önce karara bağlandığı! anlaşılan yeni bir sevkiyatın gerçekleştirilmesiydi.Beyaz Saray ve Pentagon’un açıklamaları arasında ilk bakışta bir çelişki ve görüş ayrılığı bulunduğu izlenimi alınıyor olsa da orijinal metinler dikkatle incelendiğinde, YPG’ye silah yardımının tümden kesilmesi yerine yerel/bölgesel koşullar ve gelişmelere bağlı olarak yeni düzenlemelere gidileceğine ortak bir vurgu yapıldığı görülmektedir.Amerikan yönetsel sistemine göre Başkanların diğer ülkeler liderleri ile yaptıkları telefon görüşme zabıtları açıklanmadığı (geçmişte Rusya ve Çin’le ilgili birkaç istisnai örnek dışında) için Trump’ın, Beyaz Saray açıklamasında yer almayan kişisel anlamda bağlayıcı bir söz verip vermediği bilinmemekle birlikte YPG’ye silah yardımının kesilmesine odaklanan zihinlerimiz bir başka önemli noktayı atlamış görünmektedir.O da, YPG’nin yalnızca Pentagon değil Beyaz Saray tarafından da “Ortak” kimliği ile nitelenerek açıklanmış oluşudur.Böylelikle Beyaz Saray, resmi açıklaması ile bir terör örgütünü sahadaki ORTAĞI ilan ederek bir tür dokunulmazlık zırhına sahip kılmanın yanı sıra legalize ederek Suriye’nin gelecek planlamasında aktör konumuna da yükseltmiş bulunmak- tadır.Bir terör örgütü ile ortaklık kurarak buna en üst düzeyde resmi açıklamalarında yer veren ABD, kimi üçüncü ülkeleri, terör örgütü olarak nitelediği gruplara destek vermekle suçlamasının inandırıcılığını kaybettiğinin ne kadar farkındadır ya da bunu ne kadar önemsemektedir bilinmez ama bilinen terörizmle küresel mücadele paydaşlığının çok büyük bir yara aldığıdır.ABD ordusu Doktrin Komutanlığınca yayınlanan “21’ci Yüzyılda Terörizm” başlıklı raporda yer alan “Devlet Destekli Terör Örgütleri” sınıflandırmasına ABD-YPG işbirliği somut örneğini kazandıran Beyaz Saray’a araştırmacılara sağladığı kolaylaştırıcılığı nedeniyle teşekkür etmek gerekiyor.
Soçi’de gerçekleşen Türkiye-Rusya-İran Liderler Zirvesi sonrası Suriye’de siyasi çözüm aşamasına gelindiği açıklaması, ABD’nin de katılımı ile olumlu ve umut verici bir gelişme olmakla birlikte savaşın sonlanması bağlamında kimi bilinmeyenler varlığını korumayı sürdürüyor.Örneğin Suriye ordusunun muhaliflerin son kalesi Doğu Guta’yı ağır bir bombardıman altına aldığı günümüzde “savaş bitti ise” İdlib’te Tahrir el Şam çatısı altında yuvalanan, ağırlığını El Nusra militanlarının oluşturduğu, sayıları 30.000 dolayında varsayılan radikal örgüt mensupları ne olacak?Ya da YPG’nin önce Tabka, sonrasında Rakka’dan silahları ile ayrılmalarına izin verdiği, Deyr ez Zor üzerinden güneye, Fırat vadisine çekilen, önemli bir bölümü yer altına giren teröristlerin süregelen varlığına karşın “DEAŞ bitti” denilebilir mi?Suriye’de radikal dinci örgütler arasında yer alan, ağırlıkla Kuzey Kafkasya ve Orta Asya’dan geldikleri için “Horasan Grubu” olarak adlandırılan adanmışlık kültürleri fanatizme varan çatışma deneyimli militanları kendisi için doğrudan bir tehdit kaynağı olarak gören Rusya’nın Suriye Savaşı gerçek anlamda sonlandı denilebilir mi?Suriye’de siyasi çözüm evresine ulaşıldığı konusunda Soçi açıklamasına katılan ABD, YPG’ye silah yardımını sürdürmesi halinde barışçıl süreci dinamitleyen ülke konumuna düşmeme açısından “Suriye’de sahadaki ortaklara! verilen askeri destek konusunda olması gereken düzenlemeleri yapacağı “yoruma açık söyleminin arkasında gerçekten durarak ve daha önceki sözlerini tutarak YPG’ye verdiği silahları geri alabilecek ya da Menbiç’ten çekilecek midir?Türkiye açısından doğrudan bilinmeyenlerden birincisi ise Rusya ve İran’ın “Suriye’deki tüm etnik ve mezhepsel toplulukların katılımı ile gerçekleştirilmesi planlanan toplantıya “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kesin sözlerle düştüğü nota rağmen PYD yine de davet edilirse Soçi zirvesinin alacağı yaranın hasar oranının ne olacağıdır.İkinci bilinmeyen ise Suriye’nin adım adım federalizme doğru yol aldığı yaşanan süreçte Ankara’nın masadan hiç kalkmadığını söylediği Afrin’e yönelik askeri bir harekatın, siyasi çözümün taraflarından birisi olan Türkiye açısından özellikle ABD’nin son hamlesi bağlamında ne ölçüde mümkün bulunduğudur.Reel politiğin akla getirdiği ve Türkiye’nin yeni proje ve politikalar üretmesi gerektiğini dayatan sorular şimdilik kaydı ile bunlar. Yanıtlarını Cuma yazımızda irdelemek üzere.
“Ben doğru yolda kaybolmuş görmedim.”SadiYurtdışında katıldığım toplantıların sohbet bölümünde söz NATO’dan açıldığında değişmeyen bir espri gündeme gelir. NATO sözcüğünün açılımı ile ilgili ancak içinde gerçeklik payı bulunan bu espri “No Action Talk Only”dir. NATO sözcüğünü oluşturan harflerin başlarına yerleştirildiği kelimelerden oluşan bu sarkastik tekerleme Türkçeye “Eylem yok, konuşma çok” olarak çevrilebilir.Ne var ki NATO kendisine izafe edilen tekerlemeyi, Norveç’te düzenlenen Plan Tatbikatında, orijinal jenerikte yer alıp almadığı açıklığa kavuşmamış olsa da kabul edilmesi ve özür dilemekle geçiştirilmesi mümkün olmayan bir skandala dönüştürerek doğrulamış bulunuyor.Kamuoyu ve siyaset dünyasındaki çok haklı tepkiler simülasyonlarda Atatürk ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, hayali ancak Rusya olduğu anlaşılan bir düşman ile işbirliği yapan bir başka hayali, ancak Türkiye olduğu çok açık bir ülkenin liderleri olarak tanıtılmalarına odaklanmışken Plan Tatbikatının jeneriği üzerinde yeterince durulmadı.Oysa Plan Tatbikatının jeneriği özellikle Rusya ile S-400 sistemlerinin satın alınmasına ilişkin anlaşma ile son dönemlerde Ankara’nın Moskova ve Tahran’la yakınlaşmasının, NATO çevreleri ve Pentagon’da yarattığı rahatsızlık ve tedirginliği yansıtması açısından ayrı bir önem taşımaktaydı.Norveç’te sergilenen bu ağır hakaret ve aşağılamayı, plan tatbikatına yetkisiz iki küçük ve geçici görevlinin bilgi dışı müdahalesine bağlayan açıklamalar ise bu tür tatbikat jeneriklerinin aylar süren çok uluslu ekip çalışmaları sonucu hazırlandığını, gerekli kleranslara sahip olmayanların sisteme girerek değişiklik/ekleme yapmalarının mümkün bulunmadığını bilenler açısından inandırıcı olmamalı.Uzunca bir süredir Türkiye ile ilgili yürütülen algı operasyonlarının yeni bir örnek ve aşaması olarak ortaya çıkan ve çevreleme politikasına NATO’yu da dahil eden bu skandal, Brüksel’de NATO karargahındaki fısıltılarla bir arada değerlendirildiğinde sergilenen oyun basit bir özürle geçiştirilemeyecek önemde...Türkiye ise tartışılmaz bir biçimde haklı olduğu yaşanan bu durumda, kurgunun kendisine yüklemek istediği rolü oynamama, daha açık bir ifade ile en son söylenmesi gereken sözleri en başta söylemekten kaçınma konusunda çok dikkatli olmalı.NATO’dan çıkmak ya da çıkmayı düşünmeyi söylemenin aslında bu oyunun müelliflerinin bilinçle tahrik ederek duymak istedikleri tepki olduğunu, Türk toplumunun baskı yapılacak sinir uçlarının çoktandır deşifre edildiğini bilerek davranılması gereken ilginç ve hareketli günler yaşadığımızı unutmamamız gerekiyor.
“Mert düşman kötü huylu dosttan daha iyidir.”AnonimDEAŞ’lı teröristlerin Tırlar ve otobüslerle YPG tarafından mutlaka ABD’nin bilgi ve izni dahilinde kendilerine açılan güvenli koridoru kullanarak silahları ile birlikte Rakka’dan ayrılmalarına ilişkin görüntülerin BBC televizyonunda yayınlanması ile birlikte Washington’un terörizmle mücadeledeki samimiyetsizliği bir kez daha ortaya çıkmış bulunuyor.DEAŞ’lıların Rakka’yı terk etmelerine izin verilmiş olmasını YPG’nin kayıp vermesini önlemeye bağlayan ABD kaynaklı açıklamalar ise neresinden tutulursa elde kalacak nitelikte. Bu açıklama gösteriyor ki ABD’nin amacı DEAŞ’ı yok etmekten çok Rakka’yı, YPG aracılığı ile ele geçirerek PYD’nin nüfuz bölgesini güney doğuya doğru genişletmek...Bu eylem, Pentagon’un Fırat Kalkanı harekatının niçin 20 km. derinliği aşmaması konusunda ısrarcı olduğunu, harekatın Menbiç’e yönelmesi olasılığına karşı niçin bölgeye kalkan görevi yapacak unsurlar gönderdiğini, verilen sözlere karşın YPG’nin Menbiç’te varlığını niçin sürdürdüğünü ve daha da önemli olmak üzere Türkiye’nin Rakka operasyonunu birlikte yapma önerisinin ABD tarafından niçin kabul edilmediğini çok net açıklıyor.Suriye’de yaşananları yakından izleyenler; Esad güçlerinin Palmira’ya yöneldiği günlerde, burada Suriye ordusuna ait yer altı depolarındaki ağır silahlar ve tonlarca mühimmatın DEAŞ tarafından 80 dolayında TIR’a yüklenerek üstelik hiçbir gizleme gereğini duymaksızın gündüz vakti Rakka’ya götürüldüğünü, ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin bu nakliye işlemine seyirci kaldıklarını, depoları korumakla görevli Suriye’li bir albayın Şam’da idam edildiğini anımsayacaklardır.ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Sözcüsü Albay R.Dillon’un, Afrin’e yönelik bir harekat gerçekleşmesi halinde YPG’yi koruyacakları açıklaması ile Başkan Yardımcısı M.Pence’in, geçici ve taktik olarak nitelediği YPG ile işbirliğinin bir süre daha daha devam edeceğine ilişkin sözleri bir arada okunduğunda ABD’nin, Türkiye’yi hala müttefiki olarak değerlendirmesi tüm inandırıcılığını çoktandır kaybetmiş bulunuyor.Kaldı ki YPG unsurlarının ABD’nin hava desteği ile Rakka’ya ilerlediği günlerde 200’ü aşkın DEAŞ’lının yine silahları ile birlikte mevzilerini terk etmelerine izin verilmiş olduğu belleklerdeki yerini korumaktadır.Suriye’de görevli Rus generallerin Rakka’da şiddetli çatışmalar yaşanmadığına ilişkin açıklamaları da anımsandığında, ABD’nin YPG ile birlikte DEAŞ’ın kalıntılarına niçin ve nerede ihtiyaç duyduğu gibi bir sorunun akla gelmesi doğal olmalı.“Tavşana kaç, tazıya tut” oyununun Afganistan’dan sonra sahnelendiği Suriye, ABD’nin artık klasikleşmiş, askeri varlığına ihtiyaç duyulacak kontrollü tehdit yaratma politikasının postmodern örneğine dönüşmüş durumda.Son gelişmelere bakarak bu ihtiyacın yeni adresi neresi dersiniz?..
“Araba devrilince yol gösteren çok olur.”Türk Atasözü10 Kasım günlü yazımızda İran’ın bölgede yükselişinin yarattığı rahatsızlık nedeniyle Riyad merkezli yeni bir oyun planının sahnelendiğinden söz etmemizin üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş olmasına karşın izlenecek yol haritasının taşları döşenmeye başlamış bulunuyor.Washington’un İran, Tel Aviv ve Riyad’ın İran ve Hizbullah karşıtlığı temelinde şekillenmeye başlayan, Mısır’ın anılan üç başkentle sıcak ilişkileri ve Hamas bağlamında dahil olduğu, Ürdün üzerinde çalışmaların devam ettiği ilan edilmemiş ittifakın nihai hedefinde Tahran bulunmakla birlikte düğmeye basılacak yer olarak sanki Lübnan seçilmiş görünüyor.Riyad hava limanına Yemen’den atılan füzeye misilleme olarak Suudi uçaklarının Husi’lerin denetimindeki başkent Sana’yı bombalamaları, İsrail cephesinden Riyad’a yönelik sıcak açıklamalar ve uzunca bir süredir kapalı kapılar ardında iki başkent arasında yürütülen işbirliğinin açık bir şekle dönüştürülme imaları, Irak ve Suriye’deki Hizbullah militanlarının olası bir saldırıya karşı koymak üzere Lübnan’a dönmeye başlamış olmaları, Hizbullah lideri Nasrallah’ın Suudi Arabistan ve İsrail’i suçlayan açıklamaları, Netanyahu’nun Kremlin ziyaretleri sahnelenen oyunun birinci perdesinin Lübnan’da açılacağının ön işaretleri...Tahran güdümündeki Hizbullah’a Lübnan’da vurulacak ağır bir darbeye İran’ın kayıtsız kalamayacağı, güç, nüfuz alanları ve prestijini korumak için harekete geçebileceği varsayımı üzerine kurgulandığı düşünülen oyun planı son tahlilde tıpkı İran-Irak savaşında olduğu gibi bu defa Şii ve Vehabi-Selefi akımların merkez ülkeleri İran ve Suudi Arabistan’ı uzun bir süre yaralarını saracak bir çatışmaya sürüklemeyi hedeflemiş gibi görünüyor.Kağıt üzerinde gerçekleşme yüzdesi yüksek gibi görünen bu planın pratikte batmasına neden olacak pek çok delik bulunmasına karşın Washington ile Tel Aviv’in, İran ve Hizbullah alerjileri umulur ki tüm bölgeyi ateşe atacak akılcı ve analitik düşüncenin ötelenmesi ile sonuçlanmaz.İran’ın bölgede ustalaştığı ve Körfez ülkelerinde harekete geçirebileceği küçümsenmemesi gereken paramiliter aktiviteler ile bölge ülkelerinde yaşayan Şii nüfusun bir enstrüman olarak kullanılma olanağı, Riyad merkezli oyun planının müelliflerince ne derece dikkate alınmıştır bilinmez ama bilinen Tahran-Riyad arasında ABD-İsrail-Mısır-BAE-Kuveyt ve olabilirse Ürdün destekli nihai bir hesaplaşma başlatılıp önce İran sonrasında Suudi Arabistan’ın uzun bir süre oyun dışı bırakılarak terbiye edilmesi amaçlanıyorsa bunun yaratacağı olumsuzluklardan tüm dünya ülkeleri bir şekilde etkilenmeye hazır olmalıdır.
“Muktedir olan yapar, muktedir olmayan yol gösterir.”İngiliz atasözüGeçtiğimiz günlerde Tunus’ta “Rusya’nın Suriye’de Kalıcılığının” tartışıldığı çok uluslu bir toplantıya katıldım.İki gün süren tartışmaların sonucu, SSCB döneminde Suriye ile 1955 yılında başlayan ilişki ve işbirliğinin, Gorbaçov döneminde yaşanan kısa süreli bir anlaşmazlık dönemi dışında kesintisiz ve güçlenerek sürdüğü, 2017’de imzalanan yeni anlaşmalarla Rusya’nın 2091 yılına kadar Suriye’de askeri varlığına bağlı olarak siyasi gücünü de garanti altına aldığı idi.Bu bağlamda Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliğinin korunması konusunda Trump ile Putin’in anlaşmaya vardığının açıklandığı bir süreçte Suriye-Rusya ilişkilerinin geleceğini öngörebilmek için iki ülke arasında yaklaşık 70 yıllık bir geçmişe dayalı işbirliğini irdelemek gerekmektedir.İki ülke arasında 1955 yılında SSCB Dışişleri Bakanı Molotov döneminde imzalanan “Dostluk Anlaşması-Treaty of Amity” ile başlayan işbirliğini, 1972’de Hafız Esad’ın Moskova’da imzaladığı Suriye’nin savunma kapasitesini artırmayı amaçlayan “Barış ve Güvenlik Paktı-Peace and Security Pact” izlemiştir.8 Kasım 1980’de ise günümüzde de yürürlüğünü sürdüren “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması-Treaty of Friendship and Cooperation” imzalanarak RF’nin Suriye’deki varlığını gerekçelendiren, iki ülkenin kendilerine yönelik tehditleri etkisizleştirme bağlamında ortak davranarak barışı birlikte sağlamaları üzerinde anlaşmaya varılmıştır.Nihayet 2017’de Rusya’nın Tartus ve Hmeymim’deki üslerini 49+25 yıl süre ile kullanmasını öngören anlaşma imzalanarak yürürlüğe girmiştir.1980’de imzalanan anlaşma uyarınca 2011 yılına kadar 40.000’i aşkın Suriye’li asker ve sivil bürokrat Rusya’da eğitim almış olup bunların çok büyük bir bölümü halen Suriye ordusu ve yönetiminde üst düzey görevlerde bulunmayı sürdürmektedirler. Öyle ki örneğin 2011 yılında Baas Partisi Genel İdare Kurulu üyelerinin yarısı Rusça konuşmaktaydı.Rusya, çok uzun yıllardır kullandığı Tartus Deniz üssünü son dönemde modernize ederek nükleer güce sahip olanlar da dahil olmak üzere 11 savaş gemisinin aynı anda üslenmesine uygun hale getirmiş, Hmeymim Hava üssünü ise ağır nakliye ve denizaltı avcı uçaklarını da kapsayan her tür savaş uçağının operatif faaliyetlerine açmış, Şayrat hava üssünü de modernize etmeye başlamış ve bu üslerin korunması için S-400 hava savunma sistemleri konuşlandırmıştır.Askeri analistler Tartus’un ABD’nin İspanya’daki deniz üssüne, Hmeymim’in ise İncirlik’e alternatif olarak geliştirildiğine işaret ederek, Rusya’nın askeri varlık ve amacının yalnızca Suriye ile sınırlı olmadığına dikkat çekmektedirler. Tartus ve Hmeymim üsleri ile ilgili varılan anlaşmanın en dikkat çekici yönleri, bu üslerde görevli Rus personelin bir suça karışmaları halinde Suriye yasalarına tabi olmadıkları ve Rusya’nın üslerin herhangi bir hedefe yönelik operatif amaçlı kullanımında Suriye Devletinin iznini almak zorunda olmayışıdır.Bu bilgiler ışığında tartışılması gereken Rusya’nın Suriye’de kalıcı olup olmadığı değil, kalıcılığını niçin, hangi amaç ve gelecek projeksiyonları doğrultusunda bu kadar güçlendirme gereğini duyduğu olmalıdır. Çünkü görünen Suriye üzerinden Rusya ile zorunlu komşuluğumuzun 2100 yılına kadar süreceğidir.
“Balık iğneyi değil, ucundaki yemi görür.”Çin atasözüSuudi Arabistan’daki gelişmeleri doğru okuyarak parçalardan büyük fotoğrafa ulaşmak için son bir haftanın yaşananlarını anımsamak ve zaman tünelinde biraz geriye gitmek gerekiyor.Petrol fiyatlarının düşmesi, Yemen’de süren ağır maliyetli savaş, İran’la rekabet ve husumetin savunma harcamalarına getirdiği aşırı yük gibi nedenlerle bozulan ekonomik dengeler Suudi Arabistan’da mevcut rejimin sürdürülebilirliğini risk sınırının eşiğine getirmişti.Son yıllarda dini referans alarak şiddet eylemlerine yönelen birey ve örgütlerin baskın Vahabi-Selefi kimliğinin arka planında S.Arabistan’ın inşa ettiği sosyo-politik kültürün yer alması ile ülkede genç nüfus arasında yaygın işsizlik, (%25) sınırlı özgürlükler, gelir dağılımındaki uçurum bir araya geldiğinde “sorunlu ve sorun yaratan ülke” imajı giderek yaygınlaşan Riyad için sancıları tüm bölgeyi etkileme potansiyeline sahip bir restorasyon süreci zorunlu hale gelmiş bulunmaktaydı.İlerleyen yaşı ve sağlık sorunları nedeniyle bir süredir görevini bırakacağı söylenen Kral Selman bin Aziz’in, Suudi Anayasasında yapılan bir değişiklik sonrası (madde 50) oğlu Prens Muhammed bin Selman’ı Veliaht Prensliğe getirmesi ile başlayan “imaj onarımı” sürecinin, tahtı devralacak veliahdın “dikensiz gül bahçesi” yaratma operasyonlarına eşlik ederek muhaliflerini tasfiyesi aslında Ortadoğu’nun entrikalarla örülmüş siyasal ve sosyal kültürel tarihinin doğal bir sonucu olmalı.“Ilımlı İslam” gibi Batı dünyasına selam gönderen ABD orijinli bir retoriği seslendiren, reformist ve vizyoner bir kimlik sergileyerek radikalizme karşı olduğu imajını yolsuzluklarla mücadele gibi geniş halk kitlelerince satın alınacak söylemler ve kadınların eşitliğine yönelik makyajlarla pekiştirmek isteyen Muhammed bin Selman’ın ülkesini içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtarması iç dinamiklerin yanı sıra başta ABD, İsrail ve İran gibi başat aktörlerin tutum ve konumlarına bağlı görünüyor.Yemen’de Husi’lerce Riyad havaalanına düzenlenen ve arkasında İran’ın olduğu söylenerek “uygun yer ve zamanda Suudi Arabistan’ın cevap verme hakkını saklı tuttuğu” açıklaması, Başkan Trump’ın saldırı nedeniyle İran’ı işaret etmesi, Lübnan Başbakanı Saad Harriri’nin Kral Selman’ı ziyareti sırasında İran ve Hizbullah’ı hedef göstererek (Lübnan ordusunun bu yönde bir bilgi bulunmadığını açıklamasına rağmen) kendisine suikast düzenleneceği endişesi ile istifasını açıklamış olması ve ülkesine dönmemesi, önümüzdeki süreçte Suudi Arabistan’daki Saray Darbesinin hangi yönlere kayabileceğinin ön işaretleri kimliğinde görülmeli.Öyle görünüyor ki Suudi Arabistan’da mevcut rejimin sürdürülemez bir noktaya evrilmesi ile İran’ın bölgede yükselişinin ABD, İsrail, Mısır ile Körfez ülkelerinde yarattığı rahatsızlık bir araya getirilerek Riyad merkezli yeni bir oyun planı sahnelenmiş bulunuyor.“Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığının” yaşanacağı önümüzdeki günler özellikle İran bağlamında Türkiye açısından çok dikkatli olmaya aday görünüyor...
“İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.”Montesqieu1 Kasım’da yapılacağı duyurulan ancak yaşananlar karşısında ertelendiği söylenen IKBY’deki seçimlerde aday olmayacağı Barzani tarafından referandum öncesi açıklanmıştı.Ancak Barzani’nin bu açıklamayı yaparken hesabı olasıdır ki dünya kamuoyunda kabul görecek referandum sonuçları sonrası bağımsız Kürdistan’ın kurucu lideri olarak Bölgesel Yönetim Başkanlığına tüm partilerin ortak kararı ile yeniden aday gösterilmesi üzerine kurgulanmıştı.Ankara ve Tahran’ın yaptırımlarla desteklenen, Bağdat’ın ise askeri güç kullanımı eşliğindeki sert tepkileri yaşanmamış olsaydı Washington’un “referandumun yalnızca zamanlamasına karşı çıkan cılız söylemleri ve İsrail’in koşulsuz desteği” Barzani’nin kurgusunu gerçeğe dönüştürebilirdi.Ne var ki ülkesinin bütünlüğünü korumakla yükümlü Başbakan İbadi, otoritesine meydan okuyan, topraklarını sürekli genişleten ve hiç hoşlanmadığı Barzani’yi ezmek için, Ankara ve Tahran’ın güvenlik endişelerini de yanına alarak harekete geçtiğinde, Barzani’nin aslında varsayımlara dayalı naif planı tüm çırpınışlarına karşın daha başlangıç aşamasında çökmüştü.“Kerkük’te ihanete uğradığını” açıklayıp KYB’ye bağlı peşmergelerin mevzilerini terk ederek Irak ordusuna direnmemelerini suçlayan Barzani, ihanetin, daha doğrusu büyük oyunun, Talabani yanlısı Vali Kerim’in, Kerkük’te resmi dairelere IKBY bayrağı astırması ve Kürtçe’yi resmi yazışmalarda zorunlu kılan kararı ile başladığını hala anlamamış görünüyor.Vali Nurettin Kerim’in, KYB’nin onayı olmaksızın uygulaması olanaksız bu kararları karşısında Barzani, konum ve gücünü korumak için elinde kalan tek kartı, referandum silahını zamansız olarak masaya sürmek zorunda kalmış ve “Şah Mat”a giden süreç başlamıştı.Talabani liderliğindeki KYB ve Bağdat ile Tahran arasında var olan yakın ve sıcak ilişkilerle Tahran’ın bölgede değişik aktörler eli ile yürüttüğü usta işi oyun planları dikkate alındığında Barzani’nin çöküşü sonrası Irak’ta yükselen güç olarak karşımıza Suriye’den sonra bir kez daha İran’ın çıkması şaşırtıcı olmamalı...Irak ve Suriye’deki gelişmeleri, her iki ülkedeki etki gücünü artırarak konsolide etme bağlamında İran’ın çok iyi değerlendirdiği yaşanan sürecin önümüzdeki günlerde Washington ve Tel Aviv kaynaklı rövanşist hamlelere sahne olması ise şaşırılmaması gereken bir başka gerçeklik.Özelde Irak’ın kuzeyi, genelde bölgede taşlar havada asılı kalmayı bir süre daha sürdürecek görünüyor.Hele Suriye’nin siyasi geleceğinin belirlenmesinde Kürtlerin de PYD üzerinden Astana sürecinde masada yer almaları gerektiğinin Rus sözcüler tarafından açıklanmış olmasından sonra...