Türk filmlerinin tadı Alman radyosunda

8 Temmuz 2017

İtalyan arkadaşım Giacomo, Berlin’de kurduğu Cashmere Radio’yu anlatırken, Türkler için de çok özel bir proje yayınladıklarından bahsediyor. Radyoda Türkçe olan tek program ‘Filmin Tadı’. Programda reklam ve belgesel çalışmaları yapan Kerem Soyyılmaz ile Bilgi Üniversite’si Sosyoloji bölümünde akademisyenlik yapmış olan Sezai Ozan Zeybek, Türk filmlerindeki yemek, müzik ve şehirleşmeyi konuşuyor. İlk bölümde Çöpçüler Kralı’ndaki margarin, ekmek ve konserve üzerine müthiş detayları dile getirmişler, ikinci ise yolda. Berlin’den yola çıkan sinemamızı başka bir açıdan irdeleyen ‘Filmin Tadı’nı Kerem’den dinledik.Casmehere radyo ile yollarınız nasıl kesişti?Cashmere Radio ile kader bizi bir araya getirdi sanırım. Kopenhag’daydım ve konuğum olmasını istediğim sosyolog Ozan Zeybek’ten olumlu cevap aldığım için çok sevinmiştim. Ancak Ozan İstanbul’da değil, bir araştırma için Berlin’de olduğunu söylüyordu. Ya Berlin’e gidecektim ya da yaz sonuna kadar bekleyecektim. Derhal Berlin’e gitmeye karar verdim ve programı kaydetmek için mümkünse ücretsiz bir stüdyo aramaya başladım. Berlin’de yaşayan Cassandra Mehlhorn isimli arkadaşıma ulaşıp yardım istedim. Kendisi bana Cashmere Radio’dan Giacomo ile geri dönüş yaptı. Konuyu anlatıp çalışmalarımı paylaşınca Giacomo her ay bir bölüm yapmamı istediğini söyledi. Bir anda programımız kendi radyosunu da bulmuş oldu. Cashmere deneysellik ve ortak çalışmayı çok seven bir oluşum.Programın ana fikri nasıl ortaya çıktı?Eskiden beri film izlerken insanların yedikleri ve içtiklerine takılıp sahneyi kaçırdığım oluyordu. Mesela Neşeli Günler’deki turşu dükkanı ve turşu etrafında dönen tüm sohbetlerden aşırı zevk alıyordum. Adile Naşit’i turşu hazırlarken görmek beni köydeki anneannemin evine götürüyor ve çocukluğumun lezzetlerini hatırlatıyordu. Sanırım filmlerin bilinçaltımıza dokunmasında yemek sahnelerinin etkisi büyük. Kendim de film yönetmeni olduğum için bir sahnedeki elementlerin kazayla orada olamayacağını iyi biliyorum. Bu nedenle filmde gördüğümüz yemeklerin bize neler söylediğini konuşmayı denemek istedim. İlk etapta küçük videolar yapmayı düşünüyordum ama sevgili dostum Metehan Korkmazel’in önerisiyle radyo programına karar verdim.70’lerdeki margarin ve ekmek birleşimi Türk sinemasında yemek ve müzik birleşimini nasıl tarif edersin?Filmleri seçerken ilk baktığım şey yemek ve sosyal hayat, ikinci baktığım ise mutlaka müzikler. Dinleyiciye çalabileceğim şekilde müzikleri olan filmleri tercih ediyorum. Bence Türk sinemasında çoğunlukla ikisi de yönetmenin çok fazla üzerinde düşünmeden tercih ettiği şeyler. Bu çok düşünmeden yapılan tercihlerin bize daha gerçek bilgiler verdiğini düşünüyorum. Yani masadaki yemek hem günün gerçekliğini veriyor, hem de yönetmenin resmettiği sınıfsallığı görmemizi sağlıyor. Margarin seven çöpçü hem orta sınıf bir yönetmen olan Zeki Ökten’in yine orta sınıfa yaptığı filmin bir gerçekliği ama aynı zamanda 1977’deki margarin çılgınlığını resmeden bir gözlem. Özellikle eski Türk sinemasında filme özel müzik tasarımı her zaman biraz lüks olarak algılandığı için birçok filmde aynı müzikleri duyuyoruz.Özellikle altını çizmek istediğin konular neler oluyor?Benim öncelikli derdim sağlıklı ve ekolojik beslenme. Ek olarak geçmişteki yeme alışkanlıklarımızın zaman içindeki değişimi ve bugünkü üretim ve tüketim alışkanlıklarımızın altını çizmeye çalışıyorum.Mesela ilk programınız olan Kapıcılar Kralı filminde ekmek, müzik ve şehirleşmeye dair çok güzel anekdotlar veriyordunuz. Karşınızda bu konuda ciddi bir döküman söz konusu mu?Çöpçüler Kralı havası, rengi ve müziğiyle unutulmaz bir film. Aslında benim programı yapma amacım dinleyici ile beraber bir konuyu keşfediyor olmak. Bu nedenle derin bir araştırma yapıp her şeyi izleyiciye anlatmaktansa, kendim de bilmediğim soruların cevabını gerek bir sosyolog gerek bir araştırmacıdan duymayı tercih ediyorum. Böylelikle dinleyici açısından daha kolay takip edileceğini ve eğlenceli olacağını düşünüyorum. Ozan Zeybek’in varlığı programa çok güzel bir derinlik katıyor. Kendisi ekmek, müzik ve kentleşmeyi bir arada konuşabilen biri ve benim için bunları ondan bire bir öğreniyor olmak büyük şans.Artık müzik tasarlanarak yer alıyorBerlin çok kültürlülüğün en belirgin şekilde hissedilen yerlerden. Keza göç etmiş Türklerin yanı sıra yeni nesil Türk genci de Berlin’de çok fazla iş yapıyor. Kültürel anlamda şehirdeki diğer gençler ile nasıl bir etkileşim sağlanıyor?Sana katılıyorum, özellikle son birkaç yılda Türkiye’de sanat ve tasarım üzerine çalışırken Berlin’e taşınan insanlar var. Şehrin en öne çıkan özelliği, bambaşka yerlerden gelmiş birçok insanın bir arada ve birbirlerine saygı göstererek yaşıyor olması. Berlin’deki dünya mutfağından öte, Türk mutfağı da bence ilginç bir konu. İstanbul’da yok olmakta olan esnaf lokantası estetiği ve lezzetini Kreuzbeg’de yakalıyor olmak ilginç. Mesela Kottbusser Damm’daki İmren Lokantası’nda çocukluğumuzun esnaf lokantalarına gidebiliyoruz.Yabancı dilde de bu programları devam ettirmek ister misiniz?İlk bölüm sonrasıda Cashmere Radio, İngilizce devam etmemizi istediğini söyledi. Ancak emin olamıyorum çünkü Türkiye’de dinlenmesini istiyorum. Avrupa’da podcast ciddi şekilde dinleniyor ve Türkiye ile ilgili objektif değerlendirmeler çok ilgi çekiyor. İkinci bölümü Temmuz sonunda yayınlayacağız, filmimiz Yusuf ile Kenan olacak. Bu sefer Cihangir’de biraz aşağı, Tophane’ye iniyoruz ve yine kültürümüzü konuşuyoruz.Türk müziğinin o günden bugüne filmlerdeki evrimi nasıl?Eskiden filmleri biraz “izlence” mantığıyla yapıyorduk ancak bugün hikaye anlatımı denen şeyi dert etmeye başladığımızı gözlemliyorum. Bu da ses ve müziğin tek tek düşünülüp tasarlanması gerektiği anlamına geliyor. Hatta bu da farklı sanatçıların bir araya gelip bir filmi hep beraber oluşturmaları anlamına geliyor ki sinemanın en sevdiğim özelliği bu.‘Filmin Tadı’nı Cashmere Radio’nun internet sitesi dışında iTunes ve Soundcloud’da da bulabilirsiniz.’Filmlerin doğal seti BeyoğluTürk filmleri, yemek ve müzik ilişkisi yanı sıra geçtiği mekanları ile de hafımıza kazınmıştır. Geçtiğimiz hafta Google Photos’un özel bir projesine dahil oldum. Gazeteci Nilay Örnek rehberliğinde Beyoğlu sokaklarında geçen film mekanlarının şimdiki hallerini gördük. Örnek’in ince çalışması ile anılarımızda yer edinmiş sahnelerin sokaklarında bizler de yürüdük.Beyoğlu doğal bir film seti gibi... Şimdinin Türkiye’sini de en iyi anlatan yer hiç şüphesiz yine Beyoğlu. Google Photos uygulamasının pratikliğini göstermek için -bence bundan sonra da yapılması gereken- özel bir tur düzenliyor; “Filmlerdeki Beyoğlu”. Eski halleri Google Photos arşivimizde, yeni halleri ise tam da karşımızda. Nilay Örnek filmleri seçerken ne kadar zorlandığını çünkü burada çok fazla film çekildiğini ve hafızamızda en belirgin olanları göstermek istediğini söylüyor. Buluşma noktamız ise Pera Palas Hotel... Türk sineması kadar birçok yabancı filme de ev sahipliği yapmış bir mekandayız. Banker Bilo’nun o ünlü asansör sahnesinin çekildiği noktada filmi ilk izlediğim anı düşünürken buluyorum kendimi. Ardından bir dönemin ilişkilerine parmak basan Issız Adam’ın Asmalımescit’te çekildiği Antiocha’dan içeri giriyoruz. Restoran hiçbir değişime uğramadan önümüzde duruyor. Ardından Galata’daki Doğan Apartmanı... Tabii ki içeriye giremiyoruz, o ünlü avluyu görmek apartmanda oturanlara özel sadece. Hemen sonra yokuş yukarı yürüyoruz ve Cihangir’deyiz. Neşeli Günler’de geçen ve aslında Samatya’da olduğunu sandığım o turşucu tam da Cihangir’de hep geçtiğim sokağın yanından beliriveriyor. Sokaklarını arşınladığım bu şehrin beni hala şaşırtıyor olması iyi hissettiriyor. Tur devam ederken bana ayrılan süre dolduğu için Eşkıya’daki gibi İstiklal Caddesi’nin kalabalığına karışıyorum. Öğle saati kalabalığı içinde The Marmara Otel’in önüne arabama doğru koşuyorum. “Beyoğlu bitti” geyikleri kafamda çınlanıyor. Gülümsüyorum, yine kalabalığa bakarak. Çünkü sokaklar ne kadar değişse de filmler ve anılarımız hafızamızda kaldıkça Beyoğlu da bitmeyecek diye yine içimden haykırıyorum...Mekan ve film rehberiPera Palas Hotel- Salak Milyoner, Banker BiloAntiocha-Issız AdamHelvetia-İstanbul Kırmızısı, Hayallerim Aşkım ve SenTünel Geçidi-Hayallerim Aşkım ve SenDoğan Apartmanı-Muhsin Beyİstiklal Caddesi-EşkıyaSanta Maria Draperis Kilisesi-Hayallerim Aşkım ve SenAra Kafe-Organize İşlerAsri Turşucu-Neşeli GünlerGüneşli Sokak-Kapıcılar Kıralı, Çöpçüler KıralıCihangir Parkı-Şen Dul ŞabanFransa Başkonsolosluğu-Salak MilyonerTaksim Meydanı-Eşkıya, Salak Milyoner, Neşeli Günler, Üç ArkadaşAtatürk Kültür Merkezi-Turist ÖmerTaksim Gezi Parkı Merdivenleri-Salak Milyoner, Neşeli Günler, Üç ArkadaşThe Marmara-Eşkıya

Devamını Oku

Pazar şarkıları

25 Haziran 2017

Bu yılın dikkat çeken albümleri birbir sıralanırken es geçmemek gereken albümler ve single’lar...London Grammar- Truth is a Beautiful ThingDört yıl önce çıkardıkları “If You Wait”le kemik bir dinleyici kitlesi edinen grup, yeni albümleri “Truth is a Beautiful Thing” ile bildikleri yoldan sapmadıklarını kanıtlıyor. Vokal Hannah Reid’in etkileyici ve karakteristik sesi hiç şüphesiz albümün alameti. Grup, albümde Adele’in yapımcılarından olan Greg Kurstin ile çalışarak müzikal haritasını çizmiş ve minimalist çizgilerde bir albüm yaratmış. Albümün en belirgin yanı ise tüm bu minimalliğin yanında sert sözlerin olması. İngiltere’nin siyasi ve toplumsal iklimi tamamen şarkıları etkilemiş. “Big Picture” ve “Oh Woman Oh Man” de bu ciddi bir şekilde görülüyor. Grup ise sanatçıların bir ayna olmadığını düşündüklerini, sadece rahatsızlıklarından ya da mutluluklarından yola çıkarak şarkılarını yazdıklarını belirtiyor. Albümün adını da belirleyen “Truth is a Beautiful Thing” şarkısı Reid’in sesinin ön plana çıkması ile dikkat çekiyor. Albümü açan “Rooting for You”nun ise retro bir havası var. Vokalin yüceltildiği albümleri sevenler için bir hazine gibi... Albümün tek sıkıntısı ise 14 şarkının bir süre sonra sizi depresif bir ruh haline sürükleme olasılığının yüksek olması. Favorimse “Non Believer.”Tricky-The Only WayÜlkemizde birçok kez konser veren Tricky, rüya gibi bir single ile hayranlarının karşısına çıktı. Trip hop’ın bu kadar güçlü olmasını sağlayan isimlerden biri olan Tricky, köklerine geri dönmüş gibi.Adeta bir filmden kopup gelmiş olan şarkıda Tricky’nin derinden gelen vokali ise parçayı güçlü bir hale getirmiş. Tricky, geçen yıl Moskova’da kaydedilen şarkı içinse şöyle diyor; “Birkaç yıl önce Maxinquaye’deki (Sanatçının 1995 yılında çıkan ve kült olmuş albümü) gibi şarkılar yapmadığımı söylemiştim, çünkü o sound çok bendim. Her zaman punk-rock bir tutumum vardı. O yüzden de Maxinquaye’i çok beğeniyorsunuz ama bunun aynısını yapmayacağımı vurguluyordum. Anladım ki bazen insanlara istediğini vermek lazım.” “The Only Way” sanki bu döneme ait değil, dinlerken başka anlara götüren bir etkisi var. Kulaklarınız bu şarkıdan eksik kalmasın.Royal Blood-How Did We Get So DarkRoyal Blood’un ikinci albümü “How Did We Get So Dark?” sert rifflerin üzerine oturttukları ritmik ve hızlı davulları ile son dönemde deneysel işler yapmayı tercih eden İngiliz garaj rock gruplarının tam tersi bir tutumda. Muse ve White Stripes’e benzetilen grup, ne yazık ki bundan kurtulamayacak gibi. Özellikle “Where Are You Now” şarkısında bu iki grubun izi bariz hissediliyor. Türk asıllı İngiliz müzisyen Nilüfer Yanya’nın da prodüktörü olan Jolyon Thomas, albüme çılgın ve çok çeşitli müzikal bakış açısını yansıtmış. Geçtiğimiz gün İngiltere’nin en önemli müzik festivallerinden biri olan Glastonbury’de sahne alan grup yeni albümü ise şöyle tanımlıyor, “Hırsımız sadece eğlenceli müzik yapmak adına”. Favorimse “Sleep”.

Devamını Oku

Ne iyi ne kötü bir Tarkan

18 Haziran 2017

Malumunuz neredeyse bütün gazeteler Tarkan’ın albümüne dair birçok cümle kurdu. Hepsinin genel kanısı çok iyi bir albüm olduğuna dair. Tarkan ‘10’u aslında daha önce çıkaracaktı ama ‘Cuppa’nın başarısızlığından dolayı albümdeki şarkıları tekrar gözden geçirdiği iddia edilmişti. Böylelikle bazı şarkılar rafa kalkmış ve şu an her yerde çalan ‘10’daki şarkılar ortaya çıkmıştı. Geçtiğimiz gün sarı zarfın içinde albüm masamın üstündeki yerini alınca merakla ‘10’u CD çalara taktım. Ne yazık ki Tarkan’ın 90’lardaki kadar cesur ya da 2000’lerdeki kadar akım yaratacak bir gücü kalmadığını düşünenlerdenim. Albümün de ‘dünya standartlarında’ ‘yine yaptı yapacağını’ gibi bir içeriğe sahip olmayacağını tahmin ediyordum. Türkiye’nin tek megastarı olarak dünya starlarının aksine daha naif ve gizli bir hayatı tercih eden Tarkan’ın ilham perileri bir önceki yüzyılda kalmış gibiydi. İlk beş şarkıya katlanmak benim için çok zordu. Gerçekten üst üste beş kere dinledim ve bir türlü ilerlemiyordu şarkılar. Ozan Çolakoğlu’nun elektronik müzik sevdası ne yazık ki şarkıları yormaktan öteye geçememişti. ‘Çok Ağladım’ ile albüm biraz olsun kendini bulmaya başladı. Albümün sözleri bakımından en gözü yaşlı şarkısı hiç şüphesiz bu şarkısı. House alt yapılar çok da yakışmış bu şarkıya. Şarkıyı dinlerken suratınıza da hafif bir meltem çarpmıyor da değil. ‘Hodri Meydan’da ise arabesk nağmeli yaylılar ve sert gitarların birleşimi güzel bir sound ortaya çıkarmıştı. Bu şarkıyı Tarkan, açıkhava konserinde emin olun kusursuz söyleyecektir. ‘O Sevişmeler’ ve ‘Affedin Bizi Çocuklar’ da ön plana çıkan şarkılar. Özellikle ‘O Sevişmeler’i şarkı yazarı Ümit Sayın, 90’lardan bugüne saklamış gibi...O yük omzundan kalkmayacakTarkan’ın sırtındaki yük de büyük. Ülkede son dönemde yayınlanan pop şarkıları ortada... Hepsi birbirinin kopyası ve adeta sektörü geliştirmemek adına büyük bir çaba içerisindeler. Sektörün yeni kanları Aleyna Tilki tek şarkı ile kendini yıldız ilan ederken, bir başka çok dinlenen Çağatay Akman’ın ‘Gece Gölgenin Rahatına Bak’ şarkısının ise çalıntı olduğu iddia ediliyor. Keza kendini tekrar eden melodilerin üstüne yine kendini tekrar eden iki cümlelik şarkılar yazılıyor. Böyle bir enkazın arasından Tarkan’ın albüm çıkaracak olması beklentiyi en üst seviyelere çıkartıyor. Ana dilimizde, bağırarak şarkı söylemek, hislerimize tercüman olacak, bizi yeniliklerle tanıştıracak bir albüm beklentisine giriyoruz. O yükü Tarkan’ın sırtından kimse alamayacağına göre bu yazın en iyi albümü yine Tarkan’a ait oluyor. Ama bu şarkılar iki yıl sonra Tarkan’ın konser repartuarında ne kadar yer alır, orasını da zaman gösterecek.Dip not: Bu yaz Yaşar Gaga’nın ‘Alakasız Şarkılar’ albümünde yer alan Sezen Aksu’nun seslendirdiği ‘Şahane Bir Şey Yaşamak’ her yerde çalacak benden söylemesi. Ayrıca Tarkan ve Sezen Aksu’nun düet yaptığı Kıvanch K’nın kusursuz bir düzenleme ile ortaya çıkardığı Ceylan da adından söz ettirecek.

Devamını Oku

Primavera Sound’un yıldızlar geçidi

11 Haziran 2017

- Festival açılışını Solange ile yapıyorum. Geçtiğimiz yılın en iyi albümlerinden birini yapması onun sahnedeki kuvveti. Sahneyi ışıklarla kıpkırmızı bir küpe çeviriyor ve ‘A Seat at the Table’ın en iyi şarkılarını birer birer sunuyor. Ama Solange, sahnede o kadar farklılaşmaya çalışıyor ki bir şeyler eksik kalıyor. Bize bir çağdaş sanat güzellemesi sunuyor gibi... Ablası Beyonce’nin sahne ışığından çokça uzakta. Ama ipeksi sesinin hatrına ekstradan bir şarkı dinleyip oradan uzaklaşıyorum.- Merakla beklediğim Bon Iver ilk gün ana sahnesinde bizi selamlıyor. Müzikal bakışını tamamen değiştirdiği, her şarkısı farklı bir koda sahip olan ‘22, A Million’ albümünün ağırlıkta olduğu bir setlist ile sahnede Bon Iver, yani Justin Vernan... Albümlerini yazmak için kendini kapattığı o küçük kulübelerden çıkmış ve artık kocaman sahnelerin hakimi olmuş. Vernan’ın vokalinin nasıl değişken bir hal aldığını “10 deathbreast” ve 33 ‘God’ şarkılarında açıkça duyuyoruz. Sıkılacağımı düşündüğüm bir konserin hiç bitmemesini istiyorum. Buna etken de Vernan’ın hırpalanmış vokalleri ve bilerek bozduğu sert ayrıca derinden gelen müziği. Konseri bitirirken ise altın vuruşu yapıyor. Orkestrasını sahne arkasına gönderiyor, eline gitarını alıyor ve ‘Skinny Love’ı seslendiriyor. Festival seyircisini şarkı listesi ile de memnun bırakmayı iyi biliyor. Bu şarkı ile üstümüzü sessizlik kaplıyor. Müzik festivallerinin tek bir müzik türünün elinden çıkmaması gerektiğini Vernan hatırlatıyor. Karşı sahneyi işaret ediyor ve “Benden sonra Slayer’ı dinleyecek olmanız büyük bir onur” diyor.- İlk günün önemli isimlerinden biri de hiç şüphesiz Aphex Twin. Gizemli DJ Richard James, sahneyi ışıklarla adeta bir kaleydoskopa çeviriyor. Seslerle çıkaracağı yolculuğa seyirci de hazır bekliyor. Çünkü onlar da sahnenin birer parçası. Seyircilerin yüzleri sahnenin yanındaki ekrana gelince animasyonlarla değişime uğruyor ve adeta Aphex Twin’e dönüşüyor. Sahnenin yakınında ya da uzağında James’in yarattığı ses bir bakıma dalaklarımızı delecek bir güçlükte. Oysaki Primavera’nın ciddi bir ses sorunu var. İki saatlik seti ile IDM’in kötü örneklerinden adeta kulaklarımızı temizliyor.Artık stadyumları doldurmalı- İkinci günün yıldız ismi Frank Ocean konserini iptal ettiği için bütün alan The XX’e kalıyor. Disko ışıkları altında The XX’in yükselişini izliyoruz. Grubun as elemanlarından Jamie xx de bizi birazdan çalacağı kendi setine hazırlar gibi. The XX’in o pek haz etmediğim son albümü ‘I See You’dan şarkılar sıralanırken bu albümü neden sevmediğimi bir kez daha hatırlıyorum. Onlar minimal müzikleri ile var olmuşlardı. Şimdiyse kocaman bir grup olma yolundalar. Ama bu son albümdeki neşe sanki onlara hiç yakışmıyor. İlk kez 2012 yılında Sziget Festival’de izlerken kimsenin umursamadığı The XX, Primavera’da binleri ayağa kaldırıyor. Ardından ise sahne Jamie xx’e kalıyor, disko soslu bir DJ seti ile bizi karşılıyor.- Festivalin üçüncü gününün yıldızı ise hiç şüphesiz Arcade Fire. O dillere destan canlı performansını ilk kez izleyeceğim için kafamdaki çıtayı arşa çıkarıyorum. İlk şarkısı ‘Wake Up’ın girişi duyulur duyulmaz binlerce kişi aynı anda onlara eşlik etmeye başlıyor. Sesim kısılırcasına ‘Children don’t grow up’ derken evimde dinlediğim müziğin, sahnede nasıl bir evrime uğradığına şahit oluyorum. Arcade Fire’ın en güzel yanı konserlerde dümdüz bir şekilde şarkılarını çalmamaları. Gerçek bir konser grubu olduğunu kanıtlarcasına orada her bir şarkıyı başka bir forma sokuyorlar. Bu da onları canlı dinlemek için büyük bir motive nedeni. Hemen ardından yeni teklileri adeta ABBA şarkılarını andıran ‘Everything Now’ başlıyor. Katiyen bencil değiller, hitlerini birer birer bizim için sıralıyorlar. Özellikle ‘Afterlife’ şarkısında Win Butler’ın derin bir nefes alıp şarkıyı oturarak söylemesi benim için unutulmaz anlardan. İki metreye yakın boyuyla sahnenin tam ortasında dururken, şarkılarındaki gibi seyircisine kucak açıyor, müziği ile asla kapanmayacak büyülü bir kapının içinden bizi sokuyor. Bu sefer ‘Reflektor’ albümünün turnesindeki kadar şaşaalı bir sahneleri yok. Çok daha minimaller. Ne bir eksik ne bir fazla, onlar artık stadyumları dolduracak güce sahip. İlk albümlerini 2005 yılında Kanada’da 400 dolar maliyetle çıkarmış naif bir grubun sahnede nasıl da devleştiğine o an şahidiz. Konserden çıkarken kısılan sesim ve uzun zaman sonra gülümseyen suratımla bir festivalin daha sonuna geliyorum. Tavsiyem, ne yapın edin bir kez olsun Arcade Fire’ı canlı izlemeye çalışın…Festivalden anekdotlar- Haim yeni albümünün lansmanını burada yaptı. Kızlar aynı çizgide gidiyor ve Avrupa’da çok seviliyor, kalabalık bunun kanıtıydı.- Grace Jones, 69 yaşında ve hala sahnede 70’lerdeki kadar diri. Yine maskeleri ile yaptığı sahne şovuyla karşımızdaydı. Hulahop çevirerek şarkı söylerken, bir anda korumasının sırtına çıkıp seyircinin arasına daldı. Seyircinin tutkusuna karşı daha fazla dayanamayıp gözyaşları ile şarkısını söyledi.- Hollywood’un son dönemdeki önemli aktörlerinden, Time’ın geçen yıl seçtiği dünyadaki en etkili 100 kişiden biri olan Riz Ahmed de politik rap grubu Swet Shop Boys ile Barselona’da. Yaptığı rap’in hakkını veriyor. Havaalanlarında özellikle Müslümanların ayakkabılarının zorla çıkarılmasını anlattığı ‘Shoes Off’ şarkısında o da ayakkabılarını çıkartıyor. Hit’leri ‘T5’da ise herkes dans ederek yapılan rap’e eşlik etti. Gerçekten Riz Ahmed sahnede muhalif ve asla sözünü sakınmıyor. Star Wars ve Girls dizisi fanları önde ‘Ahmed’ diye bağırıyor.- Flying Lotus’u lütfen Sonar İstanbul’a getirin. İzlediğim en iyi elektronik müzik performanslarından birine hiç şüphesiz o imza attı. Aklım kaldı, evde Youtube’dan videolarını izleyip durdum.- King Gizzard & the Lizard Wizard’ı neden Türkiye’ye getirmiyorsunuz? En çılgın seyirci ne yazık ki Slayer’da değildi bu gruptaydı. En çok stage diving yine bu grubun sahne önünde oldu. Hatta poga’da… Saykodelik müzik ile metali birleştirmek bunu aynı karakteristik şekilde canlı çalmak harbi güç ister. Bunu en iyi şekilde tabii ki başardılar. - DJ Coco benim bu festivalde en değer verdiğim isimlerden. İspanyol DJ bir ritüeli gerçekleştirdi ve sabahın 6’sında sahne aldı. Her zamanki gibi festivalin kapanışını gerçekleştirdi. Amfitiyatroda oturmuş dans eden insanları izleyip güneşi müzik ile aydınlatmak ise paha biçilemez bir andı.Red Bull ile festival ayağınıza geliyorO kadar çok müzisyen vardı ki izleyemediğim. Bir konserden diğerine giderken haliyle bazılarını es geçtim. Festivali ayağınıza kadar getiren Red Bull TV ile evde sahne önündeymişim gibi kaçırdığım isimleri izledim. Primavera Sound sırasında onların canlı yayın araçlarına da ayak bastık. Müthiş bir yoğunlukla çalışan ekip 200 kişiden fazlaydı ve en iyi görüntüyü size sunmaya çalışıyorlardı. Bu çok kültürlü ekibin başında Brit, Mercury ödül törenlerini, Adele konserlerinin yönetmenliğini yapan Paul Dugdale, Liz Claire ve Tom George var. Ses ise süper bir isme emanet Emmy ödüllü ses mühendisi Tim Summerhayes. Primavera’da Red Bull TV 4 gün boyunca toplam 50 saat yayın yaptı. Toplam 10 sahneden çekim yaptı ve 30 kamera kullanıldı. Şimdi ise sıra Roskilde festivalinde. 28 Haziran-1 Temmuz arası festivale TV karşısında evimde dahil olacağım.

Devamını Oku

Viyana’nın müzikal haritası

3 Haziran 2017

Viyana, tüm anlatılanların dışında sandığınızdan çok daha genç ve yaşayan bir şehir. Özellikle klasik müzik tutkunuysanız yolunuz buradan mutlaka geçmeli...Bundan yedi yıl önce sadece müzik için seyahat etmeye başladığımda beklentim iyi konserler izlemekti. Aradan yıllar geçtikten sonra gittiğim şehirlerin müzikal ayak izlerini takip etmenin aslında ne kadar da değerli olduğunu keşfettim. Geçtiğimiz hafta Viyana Turizm Ofisi ile onlarca kez gittiğim Viyana’nın alternatif müzik sahnesi dışında sadece klasik müziği ile temas içerisinde olduğum bir programa dahil oldum. Şehrin klasik müzik haritası ile karşınızdayım. Seneye Mayıs ayı için şimdiden plan yapmanızı sağlayan Viyana Filarmoni Orkestrası’nın Yaza Merhaba konseri ile girizgahı yapalım o zaman...Bir yaz gecesi rüyasıViyana’nın en önemli noktalarından biri olan Habsburg Hanedanı’nın yazlık sarayı ve ülkenin en güzel bahçelerinin bulunduğu Schönbrunn Sarayı’ndan içeri giriyorum. Üç hafta önce sadece kitap okumak için sarayın bahçesindeydim, şimdiyse dünyanın en önemli orkestası Viyana Filarmoni Orkestrası’nın Yaza Merhaba konseri için içeriye giriyorum. Konser ücretsiz olarak gerçekleştiği için piknik sepetleri ile binlerce seyirci erken saatlerden itibaren kuyruktaki yerini almış. Çünkü orkestrayı dünyaca ünlü Alman şef Christoph Eschenbach yönetecek. Ayrıca yine dünyanın en önemli sopranalardan biri olan Amerikalı solist Renée Fleming de bizi sesi ile büyüleyecek. Bu yılın program teması ise peri masalları ve efsaneler. Sarayın barok mimarisi ve Neptün çeşmesinin hemen arkasında konumlanan sahnesi ile tam da bu havayı bize solutuyorlar. Ayrıca Avusturyalıların sanatsal dokuşunun nasıl mükemmel olduğunu da bize kanıtlıyorlar. Antonin Dvorák, Çaykovski’nin ‘Uyuyan Güzel’ balesi, Sergej Rachmaninoff, Engelbert Humperdinck’in ‘Hansel ve Gretel’ operası ve gecenin sürprizi John Williams’ın Harry Potter için yaptığı ‘Hedwig’s Theme’ film müziği ile lezzeti bol bir repartuar ile sahnedeler.175’inci yılını kutlayan dünyanın en önemli orkestrası yeniliklere asla kapalı olmadığını 300 yıllık bir sarayın bahçesinde her ırktan, her yaştan insana müzik ile anlatır gibi. Kurdukları ses sistemi ile hayatında ilk kez konsere gelmiş birine konser akustiği dersi de verir gibiler. Sahnenin hemen arkasında yer alan sarayın ön yüzündeki ışık oyunları ise müziğin nabzını en iyi şekilde tutuyor. Şef Eschenbach’in adeta rock star karizmasıyla müzisyenlerini yönlendirmesi de biz faniler için ölümsüz bir an. Orkestranın kulaklarımda bıraktığı müzikal ahengi ise ömrüm boyunca unutacağımı sanmıyorum.Adım adım tarihViyana klasik müzik ile arınmak isteyen çoğu kişinin ilk adım attığı yerlerden biri. Şehirde hafta sonu sabahları gittiğiniz her tarihi kafede piyano sesi sizi karşılar. Yine kaldığınız otellerin lobilerinde piyano ziyafetine şahit olabilirsiniz. Adım adım şehrin müzikal haritasını takip etmeniz için size birkaç önerim olacak... Bu lokasyonların içerisini ücretsiz gezebilirsiniz ve yine ücretsiz turlarını yakalarsanız dahil olabilirsiniz.Wiener Musikverein: Viyana’nın tarihi yarımadası olarak adlandırılan Ringstrasse’de bulunan mekan 1863’te Avusturya İmparator I. Franz Joseph tarafından 1870’de hizmete giriyor. TRT’de izlediğiniz Viyana Filarmoni Orkestrası yeni yıl konserlerini hep burada veriyor. Johannes Brahms, Eduard Schön gibi birçok önemli besteci buradan geçmiş. Geçmişte burada burada büyük polka baloları da düzenliyormuş.Mozarthaus Vienna: Mozart’ın 1784-87 yılları arasında yaşadığı evi. İçeride ona dair birçok anekdotla karşılaşıyorsunuz. Piyona çalabiliyorsanız girişte bulunan piyano ile konser verebilirsiniz.Viyana Opera Binası: Bugüne kadar besteleri ile hayran bırakan birçok müzisyen burada hayranları ile buluşmuş. 1869 yılında kapılarını açan opera, dünyanın en önemli konser salonlarından biri olarak anılır. Eğer içeride konser izleme şansınız yoksa, dışarıdaki büyük ekrandan operanın o muazzam hissini yaşama şansını da size sunuyorlar.Johann Strauss Müzesi: Strauss ailesi, Avusturyalıların en önem verdiği besteciler. Ülkenin en mühim valslerinin bestecisi olan Strauss ailesi, bu özel müzede tarihi dökümanlar ile anılmakta. Strauss ailesinin tarihi konser afişlerini de görme şansınız var.Tanzschule Elmayer: 1919 yılında kapılarını açmış Viyana’nın en önemli vals okulu. Viyana’da yılda 200’den fazla gerçekleşen vals balolarının eğitimleri burada veriliyor. Öğrenciler burada bir bakıma bir geleneği de devam ettiriyor. Ben eğitim almaya çalıştım ama ne yazık ki o yeteneğe sahip olmadığımdan başaramadım. Günlük eğitimleri söz konusu. Enteresan bir turistik aktivite olabilir.Volksoper Wien: Bağımsız müzikal ve operaların oynandığı önemli bir konser salonu.Riemergasse Sokağı: Şehrin en önemli caz ve blues kulüpleri bu cadde üzerinde konumlanmakta. Bu sokağın en iyisi Porgy&Bess ise önerimiz.Biraz soluklanmak içinHaziran ayında yolunuz Viyana’ya düşerse eğer mükemmel bir hava ile karşılaşacağınızdan emin olabilirsiniz. O yüzden, yüzde 80’i yeşillikle çevrili bu kentte kendinizi park ve bahçelere atın. Yüksek tavanlı kafelerinde kahvenizi içtikten sonra yine şehrin müzikal ayak izlerini takip eden bahçelerdeki sürprizlerle karşılaşın...Cafe Sperl: Before Sunrise filminde Julie Delpy’nin Ethan Hawke ile yaptığı hayali konuşma tam da bu kafenin cam kenarında gerçekleşir. Dünyanın en güzel ve en romantik filminin arka planı da Viyana’nın film setini andıran sokaklarıdır. Bir melange kahve söyleyin, sağ köşede kafenin sahibi Manfred Staub’un herkesi selamladığı yerin hemen yanına oturun ve çalan piyano eşliğinde istediğiniz bir yüzyıla ışınlanın.Stadtpark: Bu aylarda çimenlerinde uzanacağınız en güzel noktalardan biri. Ünlü Johann Strauss heykeli bu parkta yer almakta. Hafta sonları sokak müzisyenlerinin konserlerine de denk gelebilirsiniz. Parkın içinde mobil bir kahveci ve dondurmacı ise sizi bekliyor olacaktır.Donau Kanal: Donau ya da Türkçesiyle Tuna (Türkçesini söylerseniz kimse sizi anlamaz!) çevresinde birçok güzel bar, kafe ve restoran yer almakta. Yine bu mevsimde marketten yanınıza alacağınız içecek ve yiyeceğiniz ile hiçbir restorana girmeseniz bile kanalın her yerinden duyulan müzik ile keyifli anlar yaşayacağınız bir alan yaratılmış. Viyana’nın en güzel yanı da bu... Sokaklar, parklar ve bahçeler hep yaşayan yerler. Uzaktan bakmamanız gereken...Konaklarken lüks de arayanlaraViyana’nın 1873 yılında kapılarını açan en önemli otellerinden biri hiç kuşkusuz Hotel Imperial... Hofburg hanedanlığı için yazlık saraylardan biri olarak inşaa edilmiş ama kraliçe beğenmeyince otele dönüştürülmüş. Odaları ise adeta sanat eseri gibi... Otelin iç dekorasyonları, 19. yüzyıl Viyana zerafetini yansıtıyor. Yıllar boyunca, bu otelde Kraliçe Elizabeth II, Charlie Chaplin, Madonna gibi pek çok ünlü konuk ağırlanmış. Özellikle İmparatorluk Torte’si ve çalışanlarının kıyafetleri ünlü film Grandhotel Budapest’e ilham olmuş. Otelde kalmasanız bile kafesine mutlaka uğrayın.

Devamını Oku

Herkes sanatçı olmalı mı?

6 Mayıs 2017

Saate hatta telefonuma bile bakmayı unuttuğumu fark ediyorum. Karanlıkta girdiğim gece kulübünden çıktığımda gün aydınlanmış, gençler sokak yemeği kuyruğuna karışmış bile. Viyana’da ‘uzun hafta sonu’ olarak tabir edilen hafta sonunda sokaklardayım. Avrupa’nın son dönemde mülti-kültür kıyafetini çıkardığı söylentilerinin arasında, her ırktan gencin eğlendiği 8. bölgede, yani bir başka paralel evrendeyim. Alt yapısını müziğin oluşturduğu bir evren olduğundan, insanlar gecenin iyi geçmesini iyi müzik yapan bir mekana giderek sağlıyor. Gittiğim kulüpte beş ayrı müzik türü için dizayn edilmiş odalar bulunmakta. İran, Norveç, Fransa, Afrika ve Avusturya asıllı arkadaşlarımla kulübün en beğendiğim odasından birindeyiz. Bu odanın özelliği gençlerin ‘free style’ müzik yaptığı bir alan yaratmış olmaları. Bir enstrüman ya da DJ yok. Sadece insanlar bir arada koltuklarda oturuyor ve bir kişi aniden kalkıp şarkısını söylüyor. Müziğin tamamlayıcısı ise ayak ritimleri, kahkaha sesleri, dans hareketleri... Sizden tek istedikleri ise yapılan müziğe katkı sağlarken kavga çıkarmamanız ve söylediğiniz şarkılarda karşınızdakine hakaret etmemeniz. Herkes buna uyuyor ve kendi eğlencesini yaratıyor. Az önce bir bankada finans uzmanı olarak çalıştığını söyleyen kız, bir anda ayağa kalkıyor ve yıllara meydan okuyan bir blues şarkıcısı gibi Nina Simone’dan Feeling Good’u söylüyor. Aşırı klişe bir şarkı anımızı güzelleştiriyor, o an bizi iyi birer insana dönüştürüyor. “Bir grup ile müzik yapıyor musun?” diye soruyorum; cevabı çok net “Hayır. Herkes sanatçı olmak zorunda değil. Profesyonel olarak bu işi yapacak yeteneğim yok, sesimin keyfini çıkarıyorum” diyor. Bunun üzerine söyleyebilecek bir cümlem daha yok.Bazı seslerin güzelliğini tüm dünyanın duyması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu yargımı tamamen yıkan bir cümle karşısında müziğe dair bakışım da değişiyor. Yapılan müzik yarışmalarında derece alanların albüm, Youtube ya da Spotify’da viral olmuş şarkıları söyleyenlerin büyük plak şirketleri ile çalışıp single yapmasını istiyoruz. Aleyna Tilki gibi sesi bile daha oturmamış, tek şarkı ile Amerika’yı yeniden keşfettiğini sanan gençlerin yeteneklerinin sınırlarını keşfetmesini sağlamak yerine büyük cümleler edip, kendini otorite sanmasına uzaktan bakıyoruz. Aslında merdivenleri yavaş yavaş çıkmayı unutup, kısa yoldan “dünya starı” olmanın peşindeyiz.Her ay plak şirketleri onlarca albüm çıkarmaya devam ediyor ve onlarca genç sesini duyurmaya çalışıyor. O albümlerden yarısından fazlası ise tarih oluyor. ‘Hayallerinizden vazgeçin’ diye yazılan bir yazı değil bu, sadece klasik müziğin kalesi Viyana’da sabaha karşı sesi ile bizi büyüleyen kızın dediği gibi; “Herkes sanatçı olmak zorunda değil”i hatırlatmak.

Devamını Oku

‘Şarkı yapmak dünyayı değiştirmekle eş değer’

29 Nisan 2017

Müziklerini hayatımın her döneminde hayranlıkla dinlediğim müzisyenlerle röportaja giderken beni hayal kırıklığına uğratmamasını dilerim. Bülent Ortaçgil’in senfoni orkestrası ile kült olmuş şarkılarını yorumladığı, hem DVD hem de müzik CD’si olarak çıkan “Senfonik Ortaçgil” ilgili röportaj yapmaya giderken aynı düşünce vardı kafamda. Ortaçgil beni katiyen hayal kırıklığına uğratmadı. Sanki yakın bir arkadaşıymışım gibi ciddiyetle cevaplarını verdi. Bir dinleyici olarak onun müziği artık daha anlamlı oldu. Umarım siz de bu röportajı okurken Ortaçgil’in samimiyetini hissedersiniz... İşte Ortaçgil ile müziğe dair konuştuklarımız.Geçtiğimiz gün bir gazetenin hazırladığı “Türkiye’nin En İyi 100 Albümü” listesinde, 1974 yılında yayınladığınız “Benimle Oynar Mısın?” albümünüz ikinci sırada yer aldı. Böyle listelerde albümlerinizi görünce ne hissediyorsunuz?Liste dediğiniz şeylerde bir gerçeklik payı vardır ama kim seçiyorsa o albümleri, ona göre de değişkenlik gösterir. Dolayısıyla salt bir şeyi temsil etmiyor. En iyi albüm deniyor ama müzik adına mı yoksa şan şöhret adına mı seçim yapılıyor bilmiyoruz? Bütün bunlar ayrı sonuçlar verir. Jürinin isimlerini okudum ve onların o albümleri seçmesi bana abes gelmedi. O jüri bazından objektif bir liste olabilir. Bunun ötesinde biliniyor olmak, insanların aklına hala geliyor olmak, övünç kaynakları doğal olarak.Sizin şarkı listeleriniz olur mu?Hiç olmadı. Hangi müziği sevip, hangisini sevmediğimi bilirim. O yüzden liste yapmama da gerek yok. Pek bana gelmiyor öyle şeyler.Sizin müzik dinleme ritüeliniz nasıldır? Bazı müzisyenler müzik dinlemekten sıkıldığını ifade eder, siz de böyle bir durum hiç oldu mu?Müzik dinlemekten sıkılmadım ama müzik dinlemek benim için başlı başına bir vazife ve iş. Müzik dinlemek; hayatın belli bir dilimini ona ayırmak, onu düşünmek, onunla beraber yatıp kalkmak anlamına geliyor. Ben ders çalışırken hayatta müzik dinlemezdim. Arabada müzik dinlemekten nefret ederim. Çünkü müzik dinlesem kaza yaparım. Dinlediğim müziği elekten geçirdiğim için konsantrasyon isteyen bir iş haline de geliyor. O nedenle öyle boşluğa gelsin istemem. Ben çok çabuk karar veren biri değilim. Şarkının bütünlüğünü yani tamamını dinlerim ve ona göre bir yorumda bulunurum.Sizin yeni bir şarkı keşfetmeniz zorlu olsa gerek…Yeni bir şarkı keşfetmem. Şansına önüme çıkarsa dinlerim ya da birileri bana önerecek. O da seçimine güvendiğim en azından saygı duyduğum biri olacak. Tabii çeşitli yaş gruplarından sevdiğim ve güvendiğim insanlar var. Genç neslin neler dinlediğini anlayabiliyorum bu sayede.Türkiye’deki mutlu insanlar klasmanındayımSiz sahnede yeri geldiğinde tek gitarla müziğini yapan müzisyenlerdensiniz. Bunun tam tersi olan senfoni orkestrası ile müziğinizi yeniden yorumlamanızın avantajı ya da dezavantajı ne oldu?Bunlar hep gençlik hayalleri. Ben yaylı enstrümandan her zaman etkilenen birisiyim. Her zaman sevdim… Dolayısıyla benim gençliğimin ticari koşullarında böyle bir konseri gerçekleştirmek hayaldi. Ama şimdi bu işten iyi anlayan arkadaşlarımız var, hem statümüz bu işleri yapacak konuma geldi. Bu nedenle senfoni orkestrası ile aynı sahnede olmaktan haz duyuyorum. Bunlar benim için “evet bunu da yaptım dediğim” şeyler. Şarkıları yaylılara göre aranje etmek benim için çok özeldi.Müzik hayatınız boyunca hayal ettiğiniz birçok şeyi gerçekleştirdiniz mi?Tek yapmak istediğim bu müzikle yaşayabilmekti, geç yaşlarımda da olsa başardım bunu. Türkiye’deki mutlu insanlar klasmanında sayılırım, sırf bu nedenden dolayı. Öyle kaoslu bir hayatımız var ki hiçbir insan kendi istediği mesleği yapamıyor, hatta istediği mesleğin üniversitesini bile okuyamıyor. Bütün bunlardan sonra şarkı yazarak hatta o şarkı yazım tekniğinin geleneksel ve kitlesel olmayışına rağmen müzik ile yaşam kurabilmek benim için mutluluk. Geri kalan hikaye ya da ayrıntı.Barajlarımı aşamadığımdan yeni şarkı üretmiyorumSaygı duyulan müzisyenlerden birisiniz… Sizce bunu nasıl sağladınız?İnsanlar zırt pırt yön değiştirmeyen kişilerden hoşlanır. Onları daha kalıcı bulur. Dolayısıyla bu zamana karşı direnebiliyor olmanın da koşulları var. Devamlı fikrinizi, zevklerinizi, beğenilerinizi değiştirmemek, güvenilir olmak, bir ekol yaratmak, o ekolu bambaşka bir hale dönüştürmemek, samimi olmak ve bu işi sırf para için yapmamış olmak; bir konum getiriyor insana. Söylediğiniz saygı kelimesi bunlarla ilintili olsa gerek. Kendim ne istiyorsam, ne beceriyorsam, neden anladığımı hissediyorsam ya da neyi güzel buluyorsam onu yaptım. Devamlı kendimi değiştirmedim. Dikkat edersen kitlesel anlamda belli bir yer edinmiş insanlar çok kendileri zaten. Ona buna benzeyen, devamlı değişen insanlar kitlesel başarıya da erişemiyor. Beğenilebilirsin ya da beğenilmeyebilirsin o başka bir mesela, kendin olacaksın.Şu an müzikal anlamda üretken bir dönemde misiniz?Hayır, üretken bir dönemim değil. Çünkü kendi kendime isteyerek ya da istemeyerek barajlar koymuş durumdayım. Çünkü giderek insanların beğenileri zorlaşıyor. Doğal olarak sonsuza kadar gidecek bir yeteneğim de yok. O nedenle kendi kendime barajlar koyuyorum. Yaptığım müziği beğenmek için ciddi bir otosansür aşmam gerekiyor. Yaptığım eskizleri genellikle beğenmiyorum. Dolayısıyla bu ara şarkı düşünemiyorum. Ama başka koşullar da var. Bir şarkı yapmayı istemek aslında dünyayı değiştirmeyi istemekle eş değer. Artık fazla değiştirmek istemiyorum… Dünyayı daha azıyla kabulleniyorum çünkü yaşlanıyorum. Bir de insan yaşlandıkça çevre, koşullar, yaptığımız müziğin artık ne derece algılandığı gibi soruları daha fazla sormaya başlıyor. O nedenle ciddi bir otosansürüm var ve onu aşamıyorum. Herhalde bunları aştığım zaman bir şeyler yaparım. Ama daha musluklarımdan su geliyor.Büyük ihtimalle o sizin beğenmediğiniz parçalarınızı başkaları çok beğenecektir…Ama mesele o değil ki... Şimdiye kadar yaptığım albümlerin içerisinde beğenmediğim hiçbir şey yok. Bu, kariyer iç huzuru için önemli bir unsur. Albümlerime dair keşkelerim yok. Şu an yaptığım bir şarkıyla bir çuval inciri de berbat etmem. Şimdiye kadar arkamdaki külliyatı sıfırlayacak bir iş yapmam. Zaten o sansür de ona engel olur.Ayrıntıları keşfederken beni buluyorlarMüzik ile yakın bağlar kurmaya başlayan her genç sizin şarkılarınızı asla es geçmiyor...Hep öyle oluyor. Çünkü müzik dinleme alışkanlıklarımız başkaları tarafından yönlendiriliyor. Medyadan, çevreden… Dolayısıyla önce kitlesel olanı dinliyorsun, sonra ayrıntılara erişmeye başlıyorsun. Müziğin dili ile uğraşmak da önemli. Benim şarkılarımda şiirsel ögeler var. Bu şarkıları beğenmek için şiire yatkınlık duymanız gerek ki o sözlerin estetiğini kavrayın. Benim şarkılarımda bir gitar işi de var. Yeni gitar çalmaya başlayanlar da buna dikkat ediyor. Bir de Batı’ya yönelik bir armoni sistemi şarkılarımda var. Benim sabit bir dinleyici kitlem yok. Konserlerime bana annelerinden selam söyleyen gençler geliyor. Benim yaşımdaki insanlar genellikle müzik bile dinlemiyor. Onların dertleri var, torunlarını falan seviyorlar. Genç insanlar şimdi müzikle uğraşıyor ve bir şekilde bana rastlıyor. Ben her zaman televizyonda görülmediğim için eleştiri almışımdır. Aslında insanın gözü gözüne vurulan şarkıcıların hayatları daha kısa oluyor. Ama biri seni arayıp bulunca onun için daha kıymetli oluyorsun. Çünkü seni zırt pırt görmüyor.Rüyamın arkasından koştumYeni nesil müzisyenlerin iz bırakacağını düşünüyor musunuz?Bilmem. Önlerinde ciddi bir rakipleri var zaman. O zamanı aşarlarsa bırakacaklar. Genel ya da sadece güncel değil, derinliği olan, müzikal anlamda estetiği olan işler yapmaları lazım. Çünkü popüler müzik dünyasında işin karakteri “sen git başkası gelsin” gibi değişken… Bizim konumumuz da büyük bir ayrıcalık değil. Bazı müzikal düşüncelerim vardı; onların arkasından fazla taviz vermeden, rüyamın arkasından koştum ve oldu.Siz proje yapmayı seven müzisyenlerdensiniz. Birçok sanatçı ile ortak konserler verdiniz, Senfonik Ortaçgil projesi gibi... Tek başınıza sahneye çıkmak yerine neden bu birliktelikleri tercih ettiniz?Bu iş öyle büyük bir ego gösterisi değil. Ortak bir iş yaptığınız zaman yani egonuzu bir anlamda bastırabildiğiniz zaman iş birliği doğmaya başlar. Sadece çıkar ilişkisine göre birliktelikler yapmadık, beğenilen işler ortaya çıkarmaya çalıştık. Çalışması kolay bir adamımdır. Hoşuma da gidiyor başkaları ile ortak işler yapmak. Belki de bu değişkenlik, çeşitlilik beni taze tutuyordur. İnsan kendinden sıkılıyor, hep aynı şeyi yapıyormuş duygusuna kapılmak istemem.

Devamını Oku

Anadolu’da festival olacak da nasıl olacak!

22 Nisan 2017

Youtube’da Selda Bağcan’ın Babylon TV için hazırlanan belgeselini izliyorum. Geçtiğimiz yıl büyük başarı ile gerçekleşen Zeytinli Rock Festivali’nden görüntüler var. Ardından da müzisyen, organizatör Umut Kuzey’in Zeytinli’deki başarılarını anlattığı, Anadolu şehirlerine de festival götüreceklerini açıkladığı röportajını okuyorum. İlk kamplı festival deneyimim aklıma geliyor ve ülkenin artık yapılmayan kült festivali Rock’n Coke’un youtube videolarında kayboluyorum.Umut Kuzey, röportajında Aydın, Edremit, Samsun, Ankara ve Adana’da festivaller yapacağını söylerken, sahne alacak isimlerin tam da düşündüğüm sanatçılar olduğunu görüyorum. Orada aynı şarkı listeleri, aynı sahne şovları ve aynı şarkı arası konuşmalarının olduğu performanslar sergileneceğine çok eminim. Buna da kendi içimde üzülüyorum. Türk rock müziğinin 90’larda kendine yer edinme çabası ve edinilen başarı sonrası rutine düşmeleri... Ne büyük ironi değil mi! Siz de sıkılmadınız mı müzisyenlerin, “Böyle bir ortamda konser veriyoruz” söylemlerini duymaktan. Bu yıllar önce İbrahim Tatlıses’in “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” cümlesi ile aynı klasmanda artık... Anadolu’da yapılacak festivalleri destekliyorum ama içeriklerinin vasatlığı karşısında şaşkına dönüyorum. Rock’n Coke sahnesinde Hayko Cepkin’in sınırları aşan performanslarını izlemiş, Özlem Tekin’in sahne kostümleri ile farkını konuşturduğunu görmüş izleyici kitlesinden geliyorum. Emin olun, karşısına geçtiğiniz o çocuklar youtube üzerinden dünya festivallerinden konserleri izliyor ve beklentileri sandığınızdan çok daha yüksek.Anlıyorum, belli isimleri festival afişinde görmeyince izleyici bilet almayı tercih etmiyor, hatta şu serzenişi de biliyorum izleyici bilet alırken maddi anlamda sorun yaşıyor. Ama hiçbirimiz artık lisede değiliz ki öğretmenimize bahaneler üretelim. Bu festivallerin iyi bir sanat yönetmeni olduğunu düşünmüyorum. Festivale bir kişilik kazandırmıyorsunuz. “Zeytinli çok güzel bir örnek, hadi aynısını her şehirde yapalım” ile olmaz bu işler. İki sanatçı ile kafa kafaya verip o festival için özel bir projeyi neden ortaya çıkartmıyorsunuz?Müzisyenlerimiz de çok tembel. Örneğin Arctic Monkeys’in vokalisti Alex Turner’ın daha fazla şöhrete mi ihtiyacı var da gidiyor Last Shadow Puppets diye farklı bir proje ortaya çıkarıyor ve Avrupa’da turneye çıkıyor. Bunu kendi grubuyla da fazlasıyla yapabilir. Bizim sanatçımız solo albüm çıkarmayı, türkü cover’ı yapmayı ya da sahneye iki koltuk atıp akustik gitarla şarkı söylemeyi farklı bir proje olarak görüyor. Geçiniz; sene 2017 ve karşınızdaki seyirci instagram story’sine en güzel video’yu atmak için yarışıyor. Akustik şarkı söylemeyi farklı bulmuyor. Hadi bunlar çok zor, sahne arkanıza yansıttığınız grafikler bile sıradan. Evet, bu sene Anadolu’da çok güzel festivaller yapılacak ama sanatçılar ne yapacak merak içindeyim? Umarım bütün bu yazının tam tersi işler çıkar da utanmış olan ben olurum!

Devamını Oku