Malumunuz devir, şarkı devri. Dinleyci uzun uzun albüm dinlemek yerine tek şarkı ile mutlu olabiliyor. İnternette milyonlarca şarkılık havuzda bir parça, tam da 12’den vuruyor dinleyicinin kalbini. Geçtiğimiz yaz Deeperise’ın melodileri ile Jabbar’ın sesinin birleştiği Raf ön plana çıktı. Şarkı hala tüm stream kanallarında üst sıralarda. Jabbar’ın kaotik sesinin hafızaya çivi gibi saplanması, Deeperise’in günümüz sound’larını yakalayan yaklaşımı şarkıyı müzikal anlamda iyi de bir klasmana taşıdı. Biz de merak edip şarkının kahramanlarından Jabbar ile oturup müzikal çizgisini konuştuk. Tek notum olacak, her sahneye “Evet” dememeleri... Biraz daha seçici davranmalı Jabbar ve sesini yormamalı.Raf şarkısını bir sahne performansında kaç kere çalıyorsunuz?Maksimum iki kere. İnsanlar şarkının çok çalınmasını istiyor. Şarkıyı bir girişe, bir de finale koymayı tercih ediyoruz. Arada ise çok sevdiğim şarkıların kendi yaptığım versiyon hallerini söylemek bana daha eğlenceli geliyor.Arada söylediğiniz şarkılar dinleyicinin ufkunu mu açıyor?Burada bir lokomotif var. Başta giden bir vagon var, o da tanınmamızı sağlayan Raf şarkısı, arkadaki vagonların temizliği de çok önemli. Oturamayacağım bir evi kiralamam. Müzikal olarak yaptığım her şeyi önce ben beğenmeliyim. Biraz acımasız olabiliyorum kendime dair… Müzik yaparken çok eğlenmeliyim. Diğer şarkılar iyi olmazsa, iyi dinleyiciyi de kaybedebileceğimi bilmem gerek. Karşı tarafın bir şekilde gönlünün geçmesi, bu da çok değerli bir durum. Biz müzisyen olarak iletkeniz. Hissettiğimiz şeyleri insanlara ne kadar geçirebilirsek o kadar başarılı oluyoruz. Misyonumuzun bu olduğunu düşünüyorum. Senin kendi başına yazdığın bir şarkının sonrasında yüzlerce kişinin ağzına dolanması çok değerli. Ama aynı zamanda da yük arttıran bir şey.Tutmuş bir şarkıyı yenmek çok daha mı zor?O kelime yenmek değil esasen… Bu sürecin devamlılığını sağlamak önemli olan. Daha çok çalışarak bunu yapmam gerektiğini düşünüyorum.Bisikletim benim ofisimMüzik dinliyor musunuz ya da yeni isimler keşfediyor musunuz?Müzik dinlemeyi bırakmak benim için nefes almayı bırakmakla eş değer. Bisiklete binmeyi hayatımın merkezine koydum. O sırada yalnız kalabiliyorum. Kulaklıklarım benim en değerli eşyam. Bisiklet ofisim. Müzik dünyada nasıl gelişiyor, ses trendleri neler takip etmem gerek. Bunun neresinden tutmam gerektiğini çözmem gerek. Farklı örnekler dinlemeye çalışıyorum. Bazen de çok takıldığım şeyler oluyor. Drake’in Passion Fruit şarkısını defalarca dinleyebilirim. Aynılık benim için terapi olabiliyor. Olaylardan beslenebilirsin ama müzik dinleyerek kendini geliştirirsin.Şarkılarınızın as elemanı müzik kısmı mı yoksa şarkı sözleri mi?Hepsi. Dört ayaklı bir masa düşünün bunun dördünün de yere sağlam basması lazım. Burada en değerli olan şarkının her aşamasının sapasağlam olması.Marmaris’te sakin bir hayatınız var. İstanbul’da koşuşturma içerisindesiniz. Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?İyi organize olup iyi bir ekiple çalışmak lazım böyle bir hayat için. Günümü iyi planlıyorum. O yüzden o koşuşturma organize bir şekilde oluyor ve yorucu olmuyor. Uyku düzeni ve spor böyle bir tempoda çok değerli.Raf’ın başarılı olduğunu nasıl anladınız?Şarkının yayıldığını hissediyorsunuz. Şarkının videosu olmadan ve ilk kez soundcloud’a yüklediğimiz zaman gördüğü ilgi bizi çok mutlu etmişti. Ama finalde gelinen nokta bizi de şaşırttı. Ben müzikle yaşıyorum ve hayatımın büyük bir parçası. “Popüler olsun, çok insan dinlesin” diye bir şey yapmak yerine yaptığınız işi sevmeniz gerekiyor.Deeperise ile yola devam edecek misiniz?Deeprise ile yaptığımız müziği iki-üç projede daha devam ettirmeyi düşünüyoruz. Şu anda birbirimizi bulduk ve müzikal dilimizi oluşturduk. İyi de gidiyor. En son W Hotel Lounge’da Deeprise’ın programına konuk olduk. Sürpriz oldu seyirciye. 18 Ekim’de yeniden W Hotel’deyiz.Raf şarkısında umut da varŞimdi nasıl şarkılar üretiyorsunuz?Cebimizde biriktirdiğimiz hisler ve şarkılar var. Hayatı yaşamak ve beslenmek devam eden bir süreç. Bunlarla beslenmek ve üretmek gerek. Başından geçen kötü şeyler de ruhunu besler. Musibetlerin de finalde getirdiği iyilikleri şarkılara yansıtmayı seviyorum.Peki, yeni ürettiğiniz şarkılar hafiften bunalım mı?Karanlık ama umut var. Raf şarkısında da umut var. İki adam var orada. Birisi aşık ve onun hüznünü yaşıyor. İkinci adam da çıkış yolundan bahsediyor. O ikiliyi muhafaza etmek çok keyifli. İroni yaratıyor ve şarkı içinde farklı hisler yaşamanızı sağlıyoruz. Yazılan sözler gerçeği yansıtmalı ve o şarkı siz olmanız gerek. Karanlık taraf ise hepimizde var. Ama ertesi gün de var, bir güneş doğar ki her şey değişir. Bunu yeni şarkılarla da insanlara aktarmak keyifli bir şey.Sahne size ne ifade ediyor?Sahnede eğleniyorum. Ben eğlenmeliyim ki insanlar da beni görerek o ana ait olduklarını görmeleri gerek.
Bağımsız müziğin yani ‘indie’nin tanımının değiştiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz ay ülkemizde sahne alan The Drums grubunun vokali Jonathan Pierce ile yaptığım röportajda şöyle demişti: “Indie eskiden büyük bir müzik şirketine bağlı olmayan küçük bir müzik şirketiyle ya da kendi müzik üreten bağımsız bir sanatçı olduğunuz anlamına geliyordu. İnsanlar Haim ve Solange’ı indie sınıfına koyuyorlar fakat ikisi de devasa maddi desteğe ve çok pahalı prodüktörleri işe almak için tüm kaynaklarını kullanıyor.” Çok da haklı...Geçtiğimiz hafta yine bu indie klasmanında olan Türkçe müzik yapan müzisyenlerin albümlerini dinledim. Ufuk açan işler kadar gereksiz bir egoya sahip albümler ile de karşılaştım. Sanırsın Türkçe müziği bu klasmanda albümler yapan isimler kurtaracak. Türkçe sözlü rock müziğin artık ne kadar vasat bir hala geldiğinin farkındayız da... Bağımsız müziğin bu kadar hızlı bir şekilde kabuk değiştirmesine şaşkınım.Büyük Ev Ablukada’nın son albümü ‘Fırtınayt’ karşısında kararsız kaldım. ‘İyi olmuş bu albüm’ derken, bir anda ‘Yok bu şarkı da tat vermedi. Araya zorla sıkıştırılmış gibi...’ dedim içimden. ‘Benim Kafam S.ktirmiş Gitmiş’ şarkısı mesela ikinci kez albümü dinlerken atladım. Nefes nefese kalan bir Bartu Küçükçağlayan vokali dayanılır gibi değil. Ama ‘Güneş Yerinde’ ve ‘Hoşçakal Kadar’ın hem sözsel anlamda hem de müzikal matematiği açısından güzelliği karşısında kayıtsız kalamıyor insan. Ama ne olursa olsun, o kadar eğlenceli bir albüm yapmışlar ki istemsizce iki üç kere tekrarda dinliyorsunuz albümü.Son Feci Bisiklet’in albümü ‘Kötü Şeyler’e geçiyorum ardından... Albümün enstrümanları çok güzel tınlarken kulağa, vokalin şarkı söyleyişi rahatsız edici. Bu iyi anlamda bir rahatsızlık değil, çünkü vokalin ne dediği anlaşılmıyor. Bu da albümün mastering’ini Los Angeles’ta yaptırmalarından kaynaklı. Mastering’i yapan Brian Locey, müzikal anlamda temiz bir ses sunarken, hakim olamadığı Türkçe vokalleri farkında olmadan yok ediyor ve kelimeleri anlaşılmıyor. Albümün sözlerini asla anlamadığım için müziği sadece zihnimde kalıyor. Umarım konserde şarkıları böyle söylemiyorlardır.Ars Longa’nın teklisi ‘Yüreğim İmparator’a ise bayıldım. ‘Müzikte gitarlarla da Doğu ve Batı’yı nasıl birleştirilir’i çok nazik bir şekilde bize sunmuşlar. Şarkıdaki tek rahatsız edici kısım arada sayıklama olarak gelen kadın sesi... Ah be ne gerek vardı, o kısmı şarkıya eklemenin. Dünden bugüne müziğini geleştirebilmiş hatta daha kaliteli bir vokalle bunu sunabilmiş nadir gruplardan. Bu teklinin heyecanı ile albümü dört gözle bekliyorum.Artık sıkan rock festivalleriGelgelelim ülkedeki müzik sahnelerine... Malumunuz hala rock festivalleri bocalaması da yaşanıyor. Kocaeli’nden Ankara’ya kadar aslında konser niteliğindeki festivaller yapmaya devam ediyorlar. Yine aynı rock müzisyenleri... Duman, Athena, Mor ve Ötesi, Teoman, Şebnem Ferah... Ne yeni single, ne de yeni bir proje işleri olmadan bütün yazı turnede geçirdiler, kesmedi bu seneyi de bitiriyorlar. Ne şekil bir tembelliktir bu, çözemedim. Aslında turnede sayılmaz bu... Bir bütünlüğü olmayan sahne gösterileri yapıyorlar. Seyirciye aynı yemeği ısıtıp ısıtıp veren, bir restoran gibiler. Hakkını yememem lazım Hayko Cepkin gibi sahnede yapacaklarını ince ince düşünüp seyircisine her konserlerde farklılık sunan müzisyenler de var. Ama gençler ne olursa olsun yeni şarkılar üretmeye devam ediyor, umarım kült olmuş müzisyenlerimiz bu yeni albümlerini çıkarmış isimlerden ders çıkarmayı bilir...
İki katlı otobüsle Taksim’den eve dönerdim. 2000’lerin başıydı, Taksim’den son otobüse koşardım ve mavi CD çalarımı çalıştırır sonra çalan şarkı ile hayallere dalardım. Evet, karışık CD yapmıştım kendime, daha ilk iPod’umu satın almadığım için. Yüz küsur şarkının arasında Vega’nın Tatlı Sert albümündeki her parçayı içimden ezbere söylerdim, haliyle o zamanlar aşıktım da... Şarkılar farklı tınlıyordu kulağa. ‘Normal mi Sence?’ en sevdiğim şarkıydı. Ardından Vega’nın tarihinin en iyi albümü çıktı 2005 yılında ‘Hafif Müzik’... Deniz Özbey’in ipeksi ses tonu vardı. Bir kadından naif şarkı sözleri ile aşkı dinlemek bize iyi gelirdi. “Tamam güçlü kadınlarız ama lütfen bizi sevdiğinizi göstermeyi de unutmayın” diyordu albüm bir bakıma. Ve aradan 12 yıl geçti, o albümü dinleyen biz ergenler orta yaşlı, iş güç peşinde koşanlara dönüştük. O dönem dinlediğimiz her grup, her ses değişime uğradı. 2000’lerde dinlediğimiz iyi müzisyenlerin neredeyse çoğu farklı olmak uğruna müzikal çizgisini manasız yollara saptırdı ya da yok oldu.Vega ise 12 yıl sonra geçtiğimiz hafta dördüncü stüdyo albümü Delinin Yıldızı’nı sundu. Albümü çalmaya başlamadan önce çok korkuyordum. Kötü olabilirdi, bir Türk grubun bir kez daha beni hayal kırıklığına uğratmasını istemiyordum... Deniz Özbey ve Tuğrul Akyüz hayal ettiğimden de iyi bir albümle gelmişti. O güzelim 10 şarkıyı sonunda bizimle paylaşmıştı. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi... Albümü dinlerken bir anda o iki katlı otobüse ışınlandım ya da Taksim’deki eski Arka Sokak’ta bir pub’a oturdum, hayattaki tek derdim daha çok konsere gitmekti. Öyle bir his kapladı ki içimi yeniden başlangıçlar yapabilirimi, aşık olmanın ne kadar güzel olduğunu hatırlattı.Son ses söylenecek şarkılarSosyal medyada gördüğüm kadarıyla ‘Delinin Yıldızı’nı dinleyen herkes benzer hislere kapılmış durumda. Albümün ilk gitar girişini ya da ilk şarkı sözünü işiten herkes geçmişte bulmuş kendini. Bir grup için bu çok özel bir his olsa gerek. Vega’nın ayarı bozulmuş saat gibi değişmediğini görmek, esasen şu sıralar ülkede değişmeyen birilerinin hala olduğunu hissetmek çok önemliymiş. Bir hafta aralıksız Türkçe bir albümü dinlemeyeli öyle uzun zaman olmuş ki...Delinin Yıldızı, tam bir imza Vega şarkısı... Şarkıdaki duygusal iniş çıkışlar ve vurucu sözler çıkış yapılacak en doğru parça olduğunun kanıtı. Albümün yıldızları bana göre hiç şüphesiz ‘İsim-Şehir’, ‘Dünyacım’ ve ‘Arzuhal’... Deniz Özbey’in klasiği olan nağmeli ya da işveli vokalleriyle albüm sizi kıskıvrak yakalıyor. Tertemiz çalınmış gitar ve senkronlu davullar ile de ince ince işlenmiş müzikal bir yapısı olduğunu işitmenizi sağlıyor.Albüm yayınlandıktan sonra dikkat çekici başka bir ayrıntı ise Twitter’dan Deniz Özbey’in yayınladığı yazıydı. Orada kilo aldığını söylüyordu ve sahnede olmaktan ne kadar çok korktuğunu belirtiyordu. Sevgili Deniz, biz dinleyicilerin seni dış görünüşün için sevmedik. Şarkı sözlerinle dile getiremediğimiz hislerimizi söylediğin için sevdik. Yumuşacık sesinle bir arkadaş gibi bizi avuttuğun için sevdik... Bu Pazar kendinize bir iyilik yapın ve Vega’nın dünü bugüne getiren, eminim ki zamansız da olacak albümü‘Delinin Yıldızı’nı açın ve dinleyin!
Hip hop hiç şüphesiz her dönemde kendini var edebilen, kendi trendlerini yaratan müzik türlerinden. İlla ki var olduğu dönemlerde adını ön plana çıkaranlar hep olmuştur. İşte bu dönemin rap müzik yıldız ismi Ezhel... Vahşi şarkı sözleri, sözünü sakınmaması, günümüzün müzikal tavrını sindirmiş olan müziği ile bu genç isim, dijital müzik kanallarında en çok dinlenen isimlerden. Ankara’nın Türk müzik sahnesine armağan ettiği Ezhel ile rap’ini konuştum Ana akımın içinde yer almamana rağmen bir anda tanındın ve şarkıların çok sevildi. Müzik endüstrisinin tam da ortasında kendini bulunca ne fark ettin?Çok ani oldu. Yer altında da müzik endüstrisini zaten görebiliyorduk. Oradan bakınca daha korkutucu geliyordu. “Buraya giren adamı harcarlar oğlum” gibi bir yaklaşımım vardı. Biraz ürkütücü, güzel, heyecanlı bir endüstri… Ara bir noktada olmaktan çok mutluyum, ana akımın içinde olmaktansa… Ana akımın içine girdiğin zaman bir noktadan sonra kendini değiştirmen de gerekiyor. Bu ara noktada kalmak istiyorum. Ana akıma çok da fazla buluşmasam iyi olacakmış gibi geliyor.“Müzik endüstrisine yem olmam” mı diyorsun?Evet, olamam ki… O saatten sonra ben, ben olmam. Sanki başka birini dinler insanlar.Kendini Google’ladın mı? Seni en çok şaşırtan yorumlar neler oldu?Çok yaptım. Beni en çok şaşırtan sanal alemin dışındaki gerçek hayat içinde karşıma çıkanlar. Somut hayat beni şaşırtıyor. Çünkü internette işler zaten çok rahat yürüyebiliyor. Bu sahtelik çağında internette istediğin profilde olabilirsin. Beni şaşırtan bir bakıma da tıklanma oranındaki yükseliş oldu.Bu sende baskı yarattı mı? Sosyal medya hesaplarına her istediğini koymamak gibi…Çok daha önceden o tip şeyleri düşünmekten bıkmıştım. Twitter seni bazen bir sürü saçma şey söylemeye teşvik edebiliyor. Instagram’da ise çok rahatım. Fotoğraf paylaşırken ama dikkatli oluyorum. Her fotoğrafı koymak yerine güzel façalı olduklarıma yer veriyorum.Ankara soğuğunda dinlenecek şarkılarEnstrüman çalman diğer rap yapanlardan farkın gibi...Dokuz enstrüman çalabiliyorum. Bunun da rap’e inanılmaz bir katkısı oluyor. İnsanların “Abi rap müzik mi? Bir şey mi yapıyorsunuz sanki!” söylemlerine gıcık oldum. Rap bir müzik ve köklü bir tarihi var. Bu müziğe saygımdan bazı şeyleri öğrenmeye çabaladım. Rap dediğiniz bir ritimdir. Heceler aslında bir darbuka ritmi gibi… Bunun üzerine melodi katmak sana kalıyor. Benim artım müzik aleti çalıp şarkı söyleyebilmek değil, bir şarkının ya da müziğin iyi olması için ne yapmamız gerektiğini bilmek... Çünkü önemli olan bunlar.Sahnede enstrüman oluyor mu sadece DJ ile misin?İki ayrı proje şeklinde oluyor. Sonuçta bir grubum var ‘Kökler Filizleniyor’ diye. Onlarla grup müziği yapıyoruz. Kendimize has bir müziğimiz var. Biraz ben Müptezhel albümünün kendi içindeki elektronik havasını sahnelerde de vermek istiyorum. Sonraki zamanlarda hepsini aynı anda sahneye taşımak istiyorum.Müziğin karanlık mı yoksa umut mu dolu? Bence fazlasıyla karanlık…Müziğim karanlık, evet. Albüm çok kış sound’u gelmişti bana. İnsanlar bu şarkıları Ankara’da soğukta kapüşonları kafalarına geçirmişken dinlemeli. Ama şöyle bir durum da var. Türkçe rap’te enteresan akımlar olmaya başladı. Ağlayalım, arabesk olalım gibi… Onlara bakınca benim müziğim karanlığı bir malzeme haline getirmiyor. Albüme bakınca hayata dair çok optimist ve dalga geçtiğim şeyler de var. Karanlık kısmı ise kendi dinamiğinden geliyor.Diss’lerim hayata dair diğer rapçilere değil Albümdeki açık yürekli sözleri sahnede söylerken nasıl hissediyorsun?Karşımda bin kişi şarkılarımı söylüyor ve içimden “Vay be” diyorum. Dünyadayım, bir yerdeyim, hayatın içindeyim ama bunların hepsini sahnede unutuyorum. Çok zen bir kafanın içinde hissediyorum kendimi. Orada çok özgür ve istediğim her şeyi yapabileceğimi hissediyorum. Sahnede budistlerin meditasyon kafasını yakalıyorum. Öz mutluluk yaşıyorum. Hayatımın sporunu sahnede yapıyorum.Türkiye’de hip hop kültürünün yaşandığını düşünüyor musun?Etniğe ya da sınıflara dayalı bir rap kültürü yok. Ama başka açıdan bir hip hop kültürümüz var. Hip hop kültürüne ne kadar hakimiz, ne kadar bunun içindeyiz bunu bilemiyorum.O kültürü yaratabiliyor musunuz?Kültürü yaşadığımıza eminim, yeni yeni bir yaratma da söz konusu. Bu konularda bireysel takılmamak gerek. Hip hop, alt dalları olan bir kültür. Dans, rap, DJ, grafiti var. Bazen ayrı düşüyoruz, bazen de iç içeyiz. İşini iyi yapan ve hip hop’a çok önem veren insanlar var. Hip hop kültürüne sözlerimi katıyorum ben de… Bir hayalim vardı benim, peşimden koştum ve yaptım.Senin düşmanların var mı ya da diss attıkların?Düzen, sistem, hayat hep düşmanlarım. Gıcık olduğum insanlar var ama kafiyelerimi onlara harcamak yerine hayata dair şarkılar yazıyorum. Birbirimize diss atmak bana çok saçma geliyor. Diss, eleştirmek demektir.En son Pendik dolmuşunda şarkı yazdımBerlin’in ünlü DJ’lerinden İpek İpekçioğlu ile kuzenmişsiniz. Onunla birkaç iş yapmak istiyor musun?Yıllardır iş yapmak için konuşuyoruz ama denk gelemedik. Ailemde böyle bir müzisyen olması inanılmaz bir duygu. İsterim ki Berlin’de beraber bir şeyler yapalım.Sanattan da ilham alıyorsun. Albüm kapak fotoğrafındaki Basquiat tacı hemen dikkat çekiyor…Ben okul okumadım ve bıraktım. Entelektüel bir birikime ihtiyacım vardı ve kendim araştırmaya karar verdim. Çünkü sanat bir renk paleti gibi. Her şeye dair bir fikrim olmasını çok istedim. Hip hop’ın beslendiği birçok alan var. Sanat farklı dalları ile birbirini besleyen bir şey. Rap kelimelerle olduğu için ne kadar dünyaya ve hayata dair birikimin varsa önünde o kadar büyük bir harita açılıyor. O yüzden kendimi geliştirmeye çalışıyorum.Evde neler dinliyorsun?Neşet Ertaş dinliyorum. Halk müzik dinlemezsem Türkçe’yi nasıl kullanmam gerektiğini bilemem. Dili çok çarpıcı bir şekilde kullanıyorlar.Ankara-İstanbul arası gidip gelmek hayatında neler keşfetmeni sağladı. Bu aralar şarkı sözü yazabiliyor musun?En son Pendik dolmuşunda şarkı yazdım. Bir süre kayıt imkanım olmayacağını tahmin ediyordum. O kadar özledim ki yeni şarkı yapmayı. Onun dışında sürekli yazmak istiyorum. Koşuşturmada iki şarkı yaptım bile. Biri aşk şarkısı, diğeri de tam bir rap. Her an, her yerde, her şeyi yazabilirim. Cephanem hazır.
Berlin’in en önemli merkezlerinden birinde Gendarmenmarkt Meydanı’nda sahipleri Türk olan Titanic Otel’de hepimiz için çok özel bir sanatçıya ithafen bir suit var; “Sezen Aksu Suit”... Aksu’nun ikonik eşyalarının yer aldığı bu odada dünyaca ünlü birçok yıldız da konaklıyor. Odanın hikayesini Titanic Gendarmenmarkt Berlin’in Kurumsal İletişim Müdürü Sedef Aygün ile konuştuk.Almanya’nın başkenti Berlin’in en önemli merkezlerinden biri olan Gendarmenmarkt Meydanı’ndayız. Şehrin en tarihi ve önemli binası Konzerthaus Berlin’in hemen çaprazında sahipleri Türk olan lüks klasmandaki Titanic Hotel’den içeri giriyorum. Bu oteli farklı kılan ise en önemli suitinin Sezen Aksu’ya ithaf edilmesi... Berlin’in orta yerinde dört bir yanı Sezen Aksu’nun eşyaları ile bezeli bir odayı hayal edin. Otel odaları hep soğukluğu ile nam salırken bu oda Aksu’nun eşyaları ile sanatçının evinin bir odasına giriyormuşsunuz aidiyeti ve sıcaklığı veriyor.Titanic Gendarmenmarkt Berlin’in Kurumsal İletişim Müdürü Sedef Aygün odanın dönüşümünü şöyle anlatıyor:“Otel bu yıl üçüncü yılına giriyor. Açılışta böyle bir oda tasarlamak aklımızda yoktu. Otelin birinci yılı dolmuştu, o sıra ise Sezen Aksu veda turnesine çıkmıştı. Bu turnenin ayaklarından biri de Berlin’di. Sezen Aksu’nun bizim otelde konaklayacağı bilgisi geldi. Ekibimizin yüzde 70’i yabancı olduğu için çok tanımıyordu. O yüzden onlara ‘Türkiye’nin Divası geliyor. Herhangi bir solist değil. Türkiye için anlamları olan biri geliyor’ dedik ve heyecanlı bir telaş yaşadık. Sezen Aksu şarkıları dinlemeye başladık. Bu otel lokasyon olarak çok değerli ve cazip bir noktada. Oteller olarak büyük bir rekabetin olduğu bir yer. Oteli açtığımızdan beri çok önemli konuklar ağırladık burada. Politikacılar ve dünya yıldızları... Fakat ilk defa Sezen Aksu için hepimiz önemli bir hazırlık yapmak istedik.”Hemen ardından ise Sezen Aksu’ya en önemli suitlerinden biri veriliyor. Bu üç günlük konaklama sırasında aralarında özel bir bağ oluşuyor. Sezen Aksu dönünce de bu anıyı yaşatmaya karar verip kaldığı odayı ‘Sezen Aksu Suit’ olarak değiştirmeye karar veriyorlar. Aksu’dan izin istiyorlar, “Burada hatıranı yaşatmak istiyoruz. Sen de bize destek verip, küçük eşyalarını paylaşırsan çok seviniriz” diyorlar. Sanatçı, bu fikre çok gülüyor ve sonra da “Sizin gönlünüzden böyle geçiyorsa nasıl durdururum onu. Sonuçta beni onure etmek istiyorsunuz. Nasıl istiyorsanız öyle” diyor ve operasyon başlıyor. Milla Jovovich ve Mischa Barton’ın hayranlığıOdanın birçok yerli ve yabancı misafirleri de oluyor bu sırada... Türk sanatçılardan Ata Demirer, odaya ilk kez girer girmez şöyle diyor; “Sanki Sezen Abla’nın evinde oturuyoruz gibi… Her yerde Sezen var. Gece otururken sanki karşıma çıkacak gibi” diyor. Özcan Deniz ise ilk kez bu odayı görünce Sezen Aksu’yu arayıp, “Berlin’deyim ve senin adını taşıyan suitte kalıyorum. Rüya gibi” diyor. Sedef Aygün, Hollywood yıldızlarının tepkilerini ise şöyle anlatıyor; “Burada kalmak olgunluk da gerektirir. Mesela bu odada Hollywood yıldızı Milla Jovovich ve Mischa Barton kaldı. En iyi suit’i istedikleri için bu suitte kaldılar. Kendileri başka bir ego ile geliyorlar. Sonuçta Hollywood yıldızı onlar. Sonra bir bakıyorlar bu otelde birileri senden daha kıymetli ve önemli. İsmi kapılara kazınmış, içeride fotoğrafları ve özel eşyaları var. Bu star için olgunluk gerektirir. Hepsi çok ilginç buldu. CD’sini açıp dinlediler, ayrıca Sezen Aksu’yu anlatan kitaplar hazırladık. Hatta kitapta Onno Tunç ile ilgili bölümü Selin Tunç kaleme aldı. Victoria Secret modellerinin özel moda çekimleri oldu bu suitte. Alessandra Ambrosio, Karolina Kurkova gibi modeller sorup merak ettiler. Bilmeyenlere gönül elçiliği yapıyoruz.”Türkiye’den de Sezen Aksu fanatikleri odaya kalmak için geliyor. Mesela Aksu hayranı bir çift balayını Maldivler’de geçirmek yerine Berlin’e geliyor.Otelin kurucuları Sezen Aksu için yaptıkları özel kitapta şöyle diyor; “Evimizin en özel köşesi olarak gördüğünüz bu özel suitte, değer verdiğimiz Sezen Aksu’yu sizinle buluşturuyoruz.” Değerlerimiz kaybolduğunda değil hala yaşarken onlara önemini göstermek belki de bu özel odanın tüm derdi...Rujundan elbisesine izi her yerdeÖncelikle kata girer girmez sizi Sezen Aksu’nun fotoğrafları sizi karşılıyor. Ardından kapının girişinde imzası duvara kazılmış bir şekilde duruyor. İçeride veda turnesinde giydiği siyah elbisesi, topuklu ayakkabıları, bir çerçeve içinde imzası olan ruju, sevdiği albümler La La Land filminin soundtrack’i ve Whitney Houston CD’leri, oğlu Mithatcan ve Onno Tunç ile fotoğrafları dört bir yanda size bakıyor. Aksu’nun bu eşyaları hiç düşünmeden verdiğini söylüyorlar.İster istemez Sedef Aygün’e soruyorum, “Başka ülkelerden ilham aldığınız otel odaları var mı?” Aygün, “Hayır, hiç olmadı. Bu bir pazarlama projesi değil. Bu bir gönül işi. Orada geçirdiğimiz 3 günde bize yaşattığı duyguları misafirlerimize de yaşatmak istedik. Müşteri profilinin yüzde 90’ı yabancı olan bir otele normal şartlarda Türkiye için önemli olan bir ismi vermek risk bile olabilir. Çünkü Türkiye’de değiliz ve Türk müşteri profilimiz yok. İnsanlar tanımayabilir. Bu riski ancak gönülden bir motivasyon varsa alırsınız. Bu bir işle alakalı geliştirilmiş ya da reklam yapmak için yapılan bir proje değil. Tamamen ona duyduğumuz sevgiyi ve bizi mutlu edişini onure etmek” diyor.Genellikle yabancı misafirleri olan bir otelin Sezen Aksu’ya dair anekdotları paylaşıyor olması da bir bakıma kültürel bir elçilik sayılır. Bunun en açık örneği suit odada yer alan Sezen Aksu’nun Royal Filarmoni Orkestrası ile yaptığı konserin CD’sinin birçok yabancı misafir tarafından talep ediliyor olması. Aygün, “Şu ana kadar kolilerce Sezen Aksu CD’si hediye ettik. Orada kalan insanlar soruyorlar bu sesi” diyor.
Berlin’in son dönemde yükselen kulüp kültürüne bir karşı duruş gibi Lollapalooza Festival... Birçok ikon sanatçıya ilham veren Berlin’de sahne almak müzisyenlerin en iyi performanslarını sunmalarını sağlar. Peki, her yurt dışı festivali mükemmel dinamiklere mi sahiptir? İşte buyurun bu yılki Lollapalooza deneyimime...Almanya’nın başkenti Berlin, geceleri yaşayan şehirlerden. Bu şehir son dönemde ise sanatçıların ilham alanı olarak anılıyor. Eğer Berlin müzik sahnesini keşfe çıkacaksınız da adım adım kulüpleri ve yerel mahalleri dolanmanız gerekiyor. Son dönemde bunu kırmaya çalışan ise Lollapalooza Festival... Amerika bazlı olan festival üç yıldır Berlin’in farklı bölgelerinde yapılıyor. İlk ayağı eski havalimanı Tempelhof’da gerçekleşmişti. Organizasyon ilk yılında ciddi sorunlar yaşamıştı. Hala orada beklediğim kuyrukların acısını hatırlarım. Bu yıl ise şehrin yaklaşık bir saat uzaklığında yer alan hipodrom Rennbahn Hoppegarten’da gerçekleşti. Sahne alacak isimlerin cazibesine yakalanarak aylar öncesinden uçak biletimi almıştım bile. Avrupa’daki bir festivalin size her zaman müthiş imkanlar sunacağını düşünmeyin. Bu yıl gerçekleşen Lollapalooza, bir festival organizasyonun nasıl kötü olabileceğinin en net örneğiydi... Sahne performanslarını anlatmadan önce organizasyonun sorunlarından dert yanma vakti. İlk gün 85 bin kişinin yer aldığı alandan 23.00’da trenle evine dönmek isteyen 3 bin kişiden biriydim. Binlerce kişi gelmeyen treni yaklaşık üç saate bekledik. Bu sırada tabii ki insanlar bayılmaya, kimileri ise susuzluktan dert yanmaya başlamıştı bile. Kaos ve panik ortamında sonunda bir ulaşım aracı bulmuştuk. İşin garibi 3 saatlik bekleme sırasında Alman müzikseverlerin seslerini bile çıkarmaması ya da ufak çaplı bir tartışma bile yaratmamış olmasıydı. Eğer İstanbul’da üç saat binlerce kişiyi bekletseniz çıkacak kargaşayı hayal etmek zor değil. Ama bizim organizasyonların hakkını vermek lazım. Yıllardır festivallere giden biri olarak İstanbul’daki tek kuyruğun tuvaletten kaynaklı olduğunu belirtmem gerek. Tüm çilelere değen altın gibi parlayan performansları sıralama zamanı...Albümde dinlediğinizin aynısı- İlk durağım Michael Kiwanuka konseri oluyor. 27 Eylül günü Zorlu PSM sahnesinde izleyeceğimiz son dönemde duyduğum en güzel seslerden birine kulak veriyorum. Kiwanuka’nın acı dolu sesi ile başbaşayız. Ünlü ‘Cold Little Heart’ şarkısını söylerken hayallere dalıyoruz. Blues funk melodileri ve gitarı çalış ahengine ise büyüleniyoruz. Seyirci ile etkileşimi hala biraz zorlu, belli ki Kiwanuka’nın kafasında sadece müzik var. Sakın, İstanbul konserini kaçırmayın.- Hemen ardından ana sahneye koşuyorum. Aslında bu festivale gelme nedenim olan Mumford and Sons’ı önlerden izlemek için. Marcus Mumford’un sesi canlı olarak da albümde dinlediğinizin aynı güzellikte. Şarkılardaki ses yükselişleri kusursuz. Marcus şarkıları gözleri kapalı söylerken bence o şarkıyı yazdığı ana ışınlanıyor gibi... Bir de multi enstrümantal olduğundan davulda da onu izlemek ayrı zevk. Sahne düzeneği de bu şekilde oluşturulmuş zaten. Marcus’un mikrofonun hemen altında davulu da durmakta. Grubun country ögelerinin ağır bastığı, aşkı, ayrılıkları anlattıkları her şarkısında daha da bağırarak onlara eşlik ediyoruz. Gecenin sürprizi ise Afrikalı sanatçı Baaba Maal’ın gruba eşlik etmesi. Bu her zaman olan bir şey değil. Şanslı azınlıktanız buna şahit olabilen. Zaten konseri düetleri ‘There Will Be Time’ ile bitirirken iki eşsiz sesin güzelliği karşısında gözlerimiz doluyor. Bir bakıma müziğin birleştirici gücüne bu şarkı ile de daha çok inanmak istiyoruz. Baaba Maal’ın şarkılara kattığı afrobeat hava ise hiç yadsınamaz. O çok sevdiğim ‘Tompkins Square Park’ şarkısını da söylediklerinin altını çizmem lazım. Mumford kardeşler konser sırasında hit’lerini de çalmaktan asla kaçınmadılar.- İlk günün kapanışını ise Two Door Cinema Club ile yapıyorum. Eski havalarından eser kalmamış. Tamamen ticari bir gruba dönüşmüşler. Alex Trimble’ın 60 kilo vermiş olması, saçını sıfıra vurdurması ve garip bir imaja bürünmesi ile sesi de zayıflamış sanki. Sahnede enerjisizlerdi. Tek güzel yanları ise kusursuz bir ışık düzeneği kurmuş olmalarıydı. What You Know’da bile dans edemedim.Ergenliğe Foo Fighters ile dönülürdü- Yeni albümü ‘Concrete and Gold’ kapsamında turneleyen rock müzik efsanesi Foo Fighters ikinci gecenin en önemli ismi. ‘I’ll Stick Around’ ile çılgın bir giriş yapıyorlar. Aniden sahnedeler, gitarlar cayır cayır tam da göğüs kafemizin üzerinde yankılanıyor. Ve sonrasında 21 şarkılık bir baş yapıt sunuyorlar bize. Dave Grohl’ın sahnedeki espri anlayışı ve iyi müzisyenliğini her saniye hissettirmesi onların dünya yıldızı olmalarının kanıtı. Konser sırasında festivalin kurucusu olan ve aynı zamanda Jane’s Addictions’ın üyesi Perry Farrell ile de ‘Mountain Song’ şarkısını seslendiriyorlar. Bu hepimiz için de sürprizli bir an. Sahnenin konuklarından biri de Taylor Greenwood’du. Beraber ‘The Sky Is a Neighborhood’ şarkısını söylediler. Dave, dünden bugüne dahil olduğu tüm gruplardan topladığı enerjiyi sahnede ders verircesine gösteriyor. Biz de ilk onların müziğini keşfediş anımıza dönüyoruz. Foo Fighters’ı en verimli döneminde canlı izlemek lüks. En çok da bu tarz büyük çapta bir grubu ülkemizde uzun zamandır görmeyişimize üzülerek ayrıldım festivalden. Kafamın içinde ‘The Pretender’in gitarları yankılanırken...- Metronomy, her geçen gün daha da iyi bir hal alıyor. Gitar ve synth’lerin ahengine şahit olurken yine bolca dans ediyoruz.-London Grammar’in vokalisti Hannah Reid’in hem dolgun hem de naif sesine kulak vermek bir ayrıcalık. Sahnede minimal bir güzellik sunuyorlar. ‘Hey Now’ gibi hitlerini söylerken Berlin’e gelen sonbaharı iliklerimize kadar hissediyoruz.- Anne-Marie, Türkiye’de daha iyi söylemiş, Berlin’de ise sıradan.
Verdiğiniz çoğu röportajda son lbümünüz Abysmal Thoughts’ın The Drums’ın dönüm noktası olduğunu vurgulamışsınız. Albümü yaratma süreci nasıl geçti?Yeni albüme başladığımda, itiraf etmek zorundayım, oldukça karanlık bir yerdeydim ve albümü başlamaktan çok korktum. Son albümden bu yana biraz zaman geçmişti ve o dönem zor bir zamandan geçmiştim. Eşcinsel karşıtı dini görüşleri yüzünden ailemle konuşmayı bıraktım ve aynı zamanda evli olduğum insanla boşandık. Çok içki içmeye başladım. Kim olduğumu unutmak için kendimi gerçekten kötü durumlara düşürmeye başladım. Başka kimselerin olmasını istemeyeceğim bir yerdeydim. Tamamen yalnız ve çok korkmuş hissediyordum. Yeni albümde ifade edebileceğim çok şey olduğunu biliyordum, fakat kendimi, istediğim gibi ultra kişisel ve detaylı bir şekilde ifade edemeyeceğimi de biliyordum. Bunun ana nedeni o sırada Jacob’ın (Graham) hala grupta olmasıydı. Bu, Jacob’a yapılan bir saldırı değil. Jacob’ı ben önemsiyorum. Hep önemsedim. Ben sadece Jacob’un sanatsal olarak neyin uygun olduğuna dair fikrinin benimkiyle çok farklı olduğunu düşünüyorum. Umutlarım, korkularım ve arzularım hakkında gerçekten dürüst olmaktan geri durduğumu yıllarca hissettim. Daha genel bir anlamda yazardım. Cinsellikten ve seksten uzak dururdum. Taciz edilmekten veya uyuşturucu kullanmak hakkında konuşmazdım. Genel anlamda kalp kırıklığı ve sevinç hakkında yazardım. Jacob çok fazla spesifik olmamı istemezdi. Benim düşüncelerimin onu temsil etmesini istemezdi. Bu yüzden, “Abysmal Thoughts” yazmaya başladığımda gerçekten sinirleniyordum. Yazdığım ilk birkaç demo inanılmaz donuk hissettirdi. Materyalin çektiğim acılarla hiçbir ilgisi yoktu. Sanırım 6 veya 7 tam şarkıyı yazmıştım ve her boş şarkıyla birlikte bir sanatçı olarak giderek daha çok işe yaramaz hissettim. O sıralarda Jacob beni şaşırttı ve gruptan ayrıldı. Bana diğer tutkularını takip etmek istediğini söyledi. Bir dakika bile onunla tartışmadım. Bunun harika bir şeyler yapmak için benim şansım olduğunu biliyordum. İçimi dökmeye başladım. Otuz yıllık karmaşa dökülmeye başladı ve albüm kendini yazmaya başladı.Haim ve Solange’ın indie ile alakası yokBu soruyu çok fazla işitiyorsunuzdur; Jacob Graham’ın gruptan ayrılması müzikal anlamda The Drums’ı nasıl bir değişimin içine soktu?Bir grup olmak başka bir şey bir grubun “ruhunu” beslemek başka bir şey. The Drums’ın ruhu en başında en azından masumiyet ve mutluluk veya masumiyet ve üzüntüydü. Ben mutluluk ve üzüntü hakkında konuşmak istedim, fakat Jacop her zaman çocukça bir perspektiften bakmayı istedi. Gerçekten söylemek istediğim şeyi söylemeye iznim olmadığını hissettim, çünkü söylemek istediğim şey masum değildi. Ben gerçek dünyada yaşıyorum ama Jacob beni hayal dünyasında tutmak istedi. Beni yanlış anlamayın o zamanlar yönlendirmesini takdir ettim ve aynı zamanda grubun ilk zamanlardaki başarılarında büyük bir rol oynadığını düşünüyorum. Ancak artık bunu yapamam ve eski üyelerin tamamen gruptan gitmiş olmasıyla istediğimi söyleyebileceğimi biliyorum. Artık kendimi ifade edebileceğimi biliyorum ve bu siyaset, cinsiyet, başarısızlık, nefret, depresyondan bahsetmeyi de içeriyor. Evet, burada ve orada hala küçük bir umut var.The Drums’ın indie janrasında değil de artık pop olduğunu özellikle vurguluyorsunuz. Pop müziğin matematiğini nasıl açıklarsınız?“Indie” eskiden büyük bir müzik şirketine bağlı olmayan küçük bir müzik şirketiyle ya da kendi müzik üreten bağımsız bir sanatçı olduğunuz anlamına geliyordu. Şimdi “indie” bir ses ya da müzik türü haline geldi. Demek istediğim, insanlar Haim ve Solange’ı “indie” sınıfına koyuyorlar fakat onların indie ile alakası yok. Her ikisi de devasa maddi desteğe ve çok pahalı prodüktörleri işe almak için tüm kaynaklarını kullanıyor. Elbette, bunlar çok normal. Artık müzik şirketlerini umursamıyorum. Güzel pop şarkıları yazmak için bir tutkum var. Bence çoğu insan benim sound’umu “indie” olarak düşünüyor ancak şarkı yapım klasik bir poptan başka bir şey değil. Bu mantıklı geliyor mu?İstanbul merak uyandırıyorSahne senin için ne ifade ediyor?Sanırım sahnede her zaman ben olmaya çalıştım ama bazen başarısız oldum. Dürüstçe hiçbir zaman başkası olmaya çalışmadığımı söyleyebilirim. Gerçekten özendiğim, olmak istediğim hiçbir sahne personası yok. Bence geçen yıldan bu yana olan büyük değişiklik, yalnızca ben olmaya karar vermiş olmam. Eskiden herkesin hoşça vakit geçirmesini sürdürmek için sahnede ters takla atmak gibi şeyler yapmak için baskı hissederdim. Öğrendiğim şey, deli gibi olmak zorunda olmadığım ve dans etmek istediğimde sadece sesime ve dansa odaklanmam ve durmak istediğimde durmam gerektiği. Sonuç olarak insanlar benimle daha fazla ilişki kuruyor ve herkes mutlu bir şekilde ayrılıyor.Kariyerinizde Abysmal Thoughts albümünü nasıl bir konuma koyuyorsunuz?‘Abysmal Thoughts’ her zaman yapmak istediğim bir albümdü. Her zaman yapılacak başka bir albüm olduğunu da biliyorum, ancak bu yeni albümün verdiği mesajla gurur duyuyorum. Kendimin, kim olduğu ortaya çıkardığım ve hayatımın ne olduğu ortaya çıkarmak… Tek yol bu…Siz son dönemde neler dinliyorsunuz?Biraz Justin Bieber ve bolca 90’ların house müziklerini dinliyorum.İstanbul’da çalmak size neler hissettirdi?Daha önce İstanbul’da hiç çalmadım. İstanbul ile ilgili birçok sorum var. Çok merakımı uyandırıyor! Tüm popüler şarkılarımı sunmaktı amacım.İlk albümde mutsuzdumSon albümü kaydederken nasıl bir ruh halindeydiniz?‘Derin’ sözcüğü gerçekten bu albümü hazırlarken hissettiklerimi özetliyor. Sanırım, hayatımın en karanlık günleriydi. Görüştüğüm arkadaşlarım muhtemelen iyi olduğumu düşündüler, ama ben gerçekten de acı çekiyordum. Kalbim kaybolmuştu. Çok fazla partiye gidiyordum ve her türlü kötü seçimi yapıyordum. İnsanlarla bağlantı kuramadım ve çok yalnız hissettim. Değer verdiğim bir ilişkiyi yok ettiğim için gerçekten aptalca hissettim. Buna ek olarak uzun zamandır arkadaşım ve grup üyesi olan Jacob’un ayrılışı. Hayatımdaki en önemli iki insan birkaç ay arayla ortadan kayboldu. Bu seferki büyük fark, dışa bakmak ve başkalarını suçlamak yerine içe bakmaya ve bazı sorunlarım için kendimi sorumlu tutmaya başladım. Bunu müziğe koymak çok terapötikti.İlk albümünüzün gücü inanılmazdı. Dönüp baktığınız zaman bunun hayatınıza yansımasını nasıl hatırlıyorsunuz?Çok teşekkürler. Güzel bir albümdü, ama o zaman mutsuz bir insandım. Bu yüzden o albümü çok fazla dinlemek benim için zor. Bana, kendimden nefret ettiğim ve kendimi tanımadığım bir zamanı hatırlatıyor. Aynı zamanda yeni albüm de eskiden kim olduğumun karanlık bir hatırlatıcısı olmakla birlikte, kendime ve dünyaya bakış açımdaki değişimi de işaret ediyor. Karanlık olduğu kadar öğrenme ve gelişmeyi de yansıtıyor.
Uzun zaman sonra pop müzik ile barışmamı sağlayan bir albüm dönüyor kulağımda; Onurr’un ‘Bir Kahramanlık Hikayesi’... Onurr’un müziğindeki en büyük kuvvet hiç şüphesiz şarkı sözleri. Malumunuz kendisi Sezen Aksu’dan Hadise’ye birçok isme şarkılarını okutmuş bir söz yazarı. Ayrıca bir heves şarkı söylemeye başlayan söz yazarlarından farklı olarak da güçlü bir sese de sahip.Sekiz şarkıdan oluşan Bir Kahramanlık Hikayesi, Onurr’un artık pop müzik kulvarındaki yerini sağlamlaştırıyor. Albüm en başından sonuna o dillerden düşürmediğimiz “90’lar pop’u da ne güzeldi!” tabirinin vücut bulmuş hali. Evet, tertemiz bir pop albümü dinliyorsunuz, en hareketli şarkısından en duygusalına kadar. Bu da albümü güçlü yapan kodlardan... Albüm açılışı Derviş ile yapılıyor. Alper Narman, Sezen Aksu ve Onurr’un güçlerinin birleşmesinden ortaya uzun yıllar dinleyeceğimiz bir hit çıkıyor. Albümü sevgilisine ithaf eden Onurr’un şarkı sözlerinde de aşkın yüceliğine dair Derviş’de olduğu gibi önemli anekdotlar var. ‘Şampiyon Benim Bence’ parçasında ise elektronik alt yapıların üzerine eklediği üflemeler şarkıyı başka bir yere taşımasına sebep oluyor. Bu da Berkeley mezunu aranjör Batu Çaldıran’ın albüme dair müzikal bakışını bize yansıtıyor. Maclemore&Ryan Lewis, Frank Ocean gibi son dönemde Amerika pop ve rap dünyasındaki önemli isimlerin ayak izlerini takip eden bir ekip de var karşımızda besbelli.Onurr’un sesinin güçlendiğini ve çok daha baskın bir hal aldığını da belirtmek gerek. Özellikle ‘Yakıyorsun’ şarkısında bu net bir şekilde belli oluyor. Bu şarkının alameti ise nakaratı. Albümün aykırısı ise ‘Hu’... Alaturka bir şekilde açılış yapan şarkı, nakaratında ise çok daha farklı bir hal alıyor.‘Ağlayamam’ şarkısı ise sanatçının eski grubu Sakin’i özleyenler için altın değerinde... Şarkıyı dinlerken hayaller içinde buluyorsunuz kendinizi. Albümün hiç şüphesiz gizli hit’i ise ‘Yediğim Vurgun’ bu şarkıyı arabesk elektronik diye statüye sokmakabilirim. Yaylıların yadsınamaz kadar çok varlığını göstermesi, altından da dubstep ritimlerin şarkıyı takip etmesi bu hissi veriyor. ‘Tanrı sevgilimi yazmış hangi sevabıma’ sözü ise Onurr ve Alper Narman’ın kaleminin ne kadar güçlü olduğunun kanıtı. Mümkünse bu şarkıyı son ses dinleyin. Şarkı garip bir hüznü olmasına rağmen iyi de hissetmenizi sağlıyor.Onurr’un albümünün tek sezonluk olarak hayatımızda kalmayacağına çok eminim. Yıllar sonra da o an yaşanılan hislere tercüman olacaktır. Ayrıca Onurr’un müzikal anlamda çok kültürlülüğünün de yansıması. Öyle ki Berlin’in kulüplerinde deep house, tekno, elektronik tarzda çalan DJ’lerin müzikleri ile eğlenmeyi severken, bir yandan da Sezen Aksu konserinde bağırarak ya da ağlayarak şarkı söylemekten hoşlananların seveceği bir tatta bir albüm önümüze koyuyor. Her iki sentezi bir araya getirmek büyük bir başarıdır. Umarım, Onurr’u yakın zamanda sahnede izler, bu şarkıları canlı olarak da dinleriz.