Birleşik Krallık’ın kendi dilini yaratabilmiş gruplarından biridir, Editors. Grup, geçtiğimiz günlerde altıncı stüdyo albümü ‘Violence’ı hayranlarının beğenisine sundu. Albümün bütünün sözlerinde çizgilerinden bir şey kaybetmemiş olduklarını ama müzikal olarak farklı bir yola saptıklarına şahit oluyursunuz. Albümün prodüktörlüğüne el atan Leo Abrahams, uzun süreler beraber çalıştığı Brian Eno’nun müzikal armonisini ‘Violence’in tam da ortasına yerleştirmiş her ne kadar bazı şarkılar buram buram Depeche Mode koksa da...Vokal ve şarkı yazarı Tom Smith’in şiirsel sözleri çok daha karanlık bir sound ile bize ulaşıyor. Smith zaten altını çizerek söylüyor “Bu karanlık bir elektronik albüm”. İlk şarkı ‘Cold’ güzel bir açılış yapıyor çünkü duymayı beklediğimiz şey Smith’in kusursuz vokali. Klavyelerin çok daha ağırlıkla yankı bulması albümü tanımlayan ögelerden. 2005 yılında ilk albümünden bugüne grup, müzikal anlamda hiçbir zaman aynı sound’u kulaklarımıza sokmadı. Hep farklı ve denemediklerinin peşinde oldu. Keza 2013 yılında çıkardıkları ‘The Weight of Your Love’ albümünde bunu net bir şekilde gördük. Yeni albümlerinde de tüm karmaşaya rağmen müzikal tavırlarının temelini basit ve temiz sesler oluşturuyor. Kimine göre goth, kimine göre ise karanlık bir synth pop yapıyorlar. Tüm bunlara rağmen grubun ironisine uygun olarak diskografilerinin en hareketli albümünü yaptıklarını unutmamak lazım.‘Hallelujah (So Low)’da Smith’in sesi, kuvvetli bir koro ile çevriliyor, gitarlar, synth’ler, davullar da albümün bütününe göre oldukça sert. Bu şarkının hakkı canlı dinlenmesi. Bana göre albümün en güzel şarkısı ise ‘Violence’. Dünün müziğinden etkilenip bugünün hisleri ile ortaya altı dakikalık bir imza şarkısı bırakıyorlar. Dördüncü dakikadan sonra ise şarkı evrim geçirip bir dans parçası haline geliyor. Çıkış şarkıları ‘Magazine’ ise bir bakıma Brexit’e ya da dünyanın yeni düzenine sinirlenme içeriyor. Aslında albüm boyunca metaforik bir eleştiriye şahit oluyorsunuz.Daha önce Twilight filminin soundtrack’inde kullanılan ‘No Sound But the Wind’ ise yıllar sonra albümde yerini alıyor. Tom Smith, şarkının hikayesini şöyle anlatıyor; “Sountrack’te yer alan versiyonu evde kaydettiğimiz, çok da içimize sinen bir kayıt değildi. Bu şarkıyı kariyerimiz boyunca sadece bir kere Belçika’da bir konserde canlı çaldık. Seneler içinde şarkı çok ünlendi. O kadar ki kayıtsız kalamayıp albüme ekleme kararı aldık, temiz bir kaydı olmaya hak ediyordu.” Editors’ı yakından tanıyanlardansanız eğer Smith’in konserlerde solo olarak piyanonun başına geçip oldukça gösterişsiz ve kusursuz bir şekilde şarkılarını seslendirdiğine şahit olursunuz. Bu şarkının da hakkı böyle bir an. Albümün klipleri ve görsel çalışmaları ise İran asıllı sanatçı Rahi Rezvani’ye ait. Rezvani, grubun sanatsal anlamdaki tavrına çok iyi hakim olup şarkıların görsel halini çok iyi bir kapak fotoğrafı ile bize yansıtıyor.9 şarkılık ‘Violence’ Editors’ın bugüne kadar yaptığı en iyi albüm değil ama grubun müziğinin eskisinden çok daha karanlık ve elektrikli olduğunun kanıtı niteliğinde. Bu albümden de yola çıkarsak müzik dünyasının eskiye öykünmeye daha ne kadar devam edeceğini merak ediyorum. 80’lere selam çakan ‘Violence’a ise şans tanımanızı öneririm.
Ülkenin en kendine has festivallerinden biridir Cappadox. Son dönemde yurt dışındaki mecralarda da bu yazın otantik festivallerinden biri olarak gösterildi ve dikkatleri üzerine çekti. Bu yıl festivalin dördüncüsü gerçekleşecek. Festival öncesi, organizasyonu sağlayan ekip festivalin katılımcıları bir araya gelerek Cappadox’un ortaya çıkış hikayesini anlattı. Ayrıca katılımcıların festivale dair eleştiri ve önerilerini de aldı. Kapadokya’da 14-19 Haziran’da gerçekleşecek festivalin müzik, çağdaş sanat ve gastronomiyi de içinde barındıran programı nasıl daha verimli hale getirmek gerek konuşuldu.Konuşma sırasında festivale en başından beri katılan bir izleyici parmak kaldırdı ve kitlenin değiştiğine dair bir eleştirisi olduğunu belirtti. Oraya ‘Çeşme ve Bodrum kitlesi’nin gelmemesi gerektiğini ısrarla dile getirdi. Kendini kültür sanatın bir parçası olarak gören izleyici, kendine festival kitlesi seçmeye çalışıyordu. Tırnak içinde dediği yerlere takılan insanları kendince aşağılıyordu. Peki, dahil olduğumuz festivalleri kitleye göre mi yoksa içeriğine bakarak mı seçeriz? Barselona’da gerçekleşen Primavera Sound’un katılımcılarının yüzde 60’ı kadar turist olurken, aynı şehirde iki hafta sonra gerçekleşen elektronik müzik festivali Sonar ise oldukça yereldir. Aynı şekilde Macaristan’da gerçekleşen Sziget festivalde neredeyse Macarca duyma şansınız bile yoktur. Yüzde 90’ı yabancıdır. Hatta çok ciddi bir Türk izleyici kitlesine sahiptir. Macar bir kişinin ‘Türkler de geldi festivale, her yeri bozdular’ dediğine hiç şahit olmadım. Ama bir kültür alımı yaparken kendimizi sıra dışı zannedip, çevremizdekilere üst perdeden bakıp ve gelen kitleyi eleştirmekten kendimizi alamıyorsak orada bir problem vardır. Bu kitle siz müzik dinlerken çok mu konuştu? Siz peynir tadarken, araya market peyniri mi karıştırdı? Size ne yaptı bu kitle? Bu kadar çemberin dışına sürüklemeye çalışıyorsunuz. İzleyicinin dert yandığı şeylerden biri, Çeşme ve Bodrumlu kitle geldikten sonra yemek kalitesinin düşmesine dairdi. Bu tamamen organizasyonun suçu sayılmaz mı? Bu arada festivali gerçekleştiren Pozitif’in Çeşme’de yıllar evvel Babylon’u açtığını unutmamak lazım ve bir dönem burada da festival düzenlediğini... O zaman Çeşmeliler de “İstanbullu ve kendini entel sananlar lütfen gelmesin, siz çok bozdunuz Çeşme’yi” mi desin!Bu gibi sebeplerden dolayı yurt içi festivallerinde katılımcıların anı yaşamadığını düşünmekteyim. O kadar çevresi ile ilgililer ki kendine ait zaman dilimi ve eğlenceyi es geçiyor. Müziğin güzelliğine kapılıp dans etmek yerine sırf popüler diye o festivale gelmiş insanları eleştirmekten ana dair her şeyi es geçiyor. Ardından aylar önce planladığı ve konaklaması, bileti, uçağı ile binlerce lira yatırdığı festivalin amacını tamamen unutuyor.Cappadox’un bu yıl teması ‘Sessizlik’. Son dönemde deneyim satın almayı tercih eden bir gençlik ile karşı karşıya kaldığımızı düşünürsek umarım bir gün konserlerde sessizlik deneyimini de yaşayıp sadece müziğe odaklandıkları zamanları da görürüz. Sonuçta her şey sanat için! Sayın izleyici umarım, çevrenizi kesmek yerine, artık festivalin içine odaklanırsınız temennisini de şuraya yazalım.
Geçen yılın hiç şüphesiz en iyi aşk filmlerinden biri Call Me By Your Name’di. Bu hafta yeniden vizyonda. Filmin benim için en özel yanlarından biri ise kesinle müzikleriydi. Özellikle Amerikalı müzisyen Sufjan Stevens’ın film için bestelediği Mystery of Love... O kadar naif ve tertemiz bir şarkı ki film gibi o da uzun zaman sonra duyduğum en iyi aşk şarkılarından biri oluyor. Sufjan bir röportajında film için neden müzik yaptığını şöyle anlatıyor, “Sinemada müziğin rolünden şüpheliydim. Ancak Luca (Guadagnino, filmin yönetmeni) benim için bir istisnadır. Çünkü o müzik ve sesi ustalıkla kullanır. Onun filmlerini müziksiz hayal edemezsiniz. Bu şarkı aslında bir monolog gibi de... Şarkıyı yazarken filmi izlememiştim ve öyle şanslıyım ki filmin bir parçası gibi durdu” diyor. Ayrıca şarkının hissini kuşları düşünmek gibi olduğunu da ekliyor. Tam da dediği gibi acı, aşk, özlüm, hüzün, sevinç birçok duyguyu aynı anda bu şarkıyı dinlerken hissediyorsunuz!Şarkı ayrıca Oscar’a da ‘En İyi Orijinal Şarkı’ dalında aday. Geçtiğimiz gün ise Sufjan’ın 4 Mart günü gerçekleşecek gecede sahne alarak bu şarkıyı seslendireceği açıklandı. Bu kadar görkemli bir törende, bağımsız ruhu ile Mystery of Love’ı dinleyecek olmak büyük bir başarı. Bu durum şunu da düşündürüyor Amerika yoksa ana akım müziğinden artık sıkıldı mı?Kenzo’nun reklam şarkısıParis’te günümüz modasına yön veren caddelerden birinde yürüyorum. Özellikle gençler için bir arzu nesnesi haline gelen Kenzo’nun vitrinine rastlıyorum. Tema, son dönemin süper starı plaklar. Malumunuz müzik sizin hayatınızın kimyası olsun ya da olmasın plaklar her eve girmeye yeniden başladı bile. Popüler kültürde buna kayıtsız kalamadı. Mağazadan Kenzo’nun İlkbahar/Yaz 2018 sezonu için hazırlanan kısa film tadındaki videonun soundtrack’ini seslendiren Karen O ve Michael Kiwanuka’nın sesi yükseliyor. Bir aydır kulağımda durmadan dönen şarkının bir reklam kampanyasının temelini oluşturması yeni dünyada pek de şaşırtıcı değil. Ama bir reklam filmi şarkısı olamayacak kadar güzel “Yo! My Saint!”. Japon melankolisi ve estetiği şarkının her yerine sinmiş. Hatta bu ikilinin sesinin ahengi kusursuz. Kiwanuka sayesinde tipik bir soul şarkısı gibi başlıyor parça, ardından modern dokunuşlu gitar tınıları ve Karen’in kaotik sesi yükseliyor; ortaya ise kusursuz bir hit çıkıyor. Mağazada şarkıyı bir kez daha dinlerken Kenzo’nun artık ikonik simgesi olan kaplan kafalı sweatshirtlerin arasından sıyrılıp kıpkırmızı şeffaf plağı alırken buluyorum kendimi.Karen O’nun uzun zaman sonra sessizliğini bozması yakında yeni bir albümün de fitilini ateşler diye umuyoruz. “Yo! My Saint!” ise pazar şarkısı olsun size...
Paris’te kar yağışı şiddetleniyor, yürümekte zorlanırken birazdan Pigalle bölgesinde oldukça nostaljik bir iç dizayna sahip La Cigale adlı konser salonundan içeri gireceğim ve Amerikalı grup MGMT ile göz göze geleceğim. Malum beş yıl aradan sonra çıkarttıkları yeni albümleri ‘Little Dark Age’in tanıtımı kapsamında bir konser bu.Yaptıkları hit’lerden utanmayan nadir gruplardan oldukları için son 10 yılın en iyi indie parçalarını da bir bir çalacaklar. MGMT’nin sahnesi özel mapping görseller ile canlanmış ve oldukça minimal. Indie müzik dinleyen çoğu kadının hayranlık duyduğu yakışıklı vokal Andrew VanWyngarden ise kışkırtıcı şarkı sözlerine rağmen sahnede oldukça utangaç. Sesi ise albümde duyduğunuzun aynısı.Açılışı yeni albüme adını veren 80’lerden bugüne ışınlanmış gibi hissettiren synth pop şarkı Little Dark Age ile yapıyorlar. MGMT’nin geri dönüş müziği ise geçmişteki halleri ile pek benzer değil. Çünkü riski göze alabilecek müzikal vizyona sahipler. Yeni albümünün tüm DNA’sı da LDA şarkısında... Çok daha karamsarlar ve bu sefer teknolojinin bizi ele geçirmesi ile bir temiz dalga geçiyorlar. Ardından gelen When You Die ise kötülüklerle dolu şarkı sözü ile dikkat çekiyor. Şarkıda albüm kapağındaki gibi bir palyaço kahkaha atıyor, naif bir müzik ile “go f.ck yourself” diyor. Belki de şarkıyı Ariel Pink ile yazdıkları için bu sayko etki kaçınılmaz. Sahneye bir kondisyon bisikleti geliyor. ‘She Works Out Too Much’adlı şarkıyı Andrew, pedal çevirerek söylüyor. Arkasındaysa 80’lerden bir jimnastik programı görüntüsü. MGMT oldukça retro sularda geziniyor. Konser sırasında ilk kez dinlediğim TSLAMP’inironik sözleri ise beni çok etkiliyor. Bu şarkı biraz geçtiğimiz yıl synth pop ve disko müziğinin dönüşünü bize müjdeleyen Arcade Fire stilinde. Onlar da internet ve reklamların dünyayı ele geçirmesine dair sözler söylemişti. Ama müzikleri tam da aynı kargaşanın içinde kaybolup gitmiş gibiydi. MGMT ise yeni albüm şarkılarında bu karanlık çağı gerektiği müzikal yalınlıkla anlatıyor. TSLAMP’in sözlerinde telefonumuza kafamızı gömerek yalnızlaşmamızı, kafamızın üzerindeki bulutları bile artık görmediğimizi söylüyor. Me and Michael ve Hand It Over(Trump’ın başkan seçildikten sonra yazdıkları şarkı) ise Little Dark Age’in bu yılki en iyi albümlerden biri olduğunu kanıtlıyor gibi. İçeriğindeki manifestonun LDA’nın sözlere ve müziğe ne kadar net yansıdığına şahit oluyoruz. Konsere dönersem eğer Kids, Electric Feel, The Youth gibi kült şarkılarının sahnede kusursuzca seslendirmeleri MGMT’yi canlı izlemenin ne kadar doğru bir karar olduğunun da kanıtı.La Cigale ise kusursuz bir ses deneyimi sunan, zarif bir mekan. Paris’te yaşanan üzücü terör saldırıları sonra ilk kez bu şehirde konser izleme deneyimi yaşadım. Güvenlik konusunda çok inceler, cüzdanınıza kadar karıştırıp gözünüzün içine bir suçluymuşsunuz gibi bakmıyorlar. Mesela sırt çantamla konsere girdim!
Blonde Redhead, her dönemin ruhsal acılarına ithaf eden şarkıları ile zamansız bir grup olduğunu gösterdi. Yaptıkları her iş onları bir adım daha öteye taşıdı. Şu sıralar ise dört şarkılık EP’leri 3 O’Clock’ın turnesindeler. Yine neşe ve karamsarlığı aynı potada birleştirmeyi başarmışlar. Japon asıllı Kazu Makino’nun kışkırtıcı ve sakin vokali, İtalyan kardeşler Amedeo ve Simone Pace’in her daim sinirli halleri onların müziğinin DNA’sının ana maddeleri. Grup, 20 Şubat akşamı IF Performance Hall Beşiktaş sahnesinde olacak. Öncesinde yeni albümün ilhamlarını konuştuk.Geçtiğimiz yıl çıkardığınız 3 O’clock single ile müzikal çizginizden sapmadığınızı bir kez daha bize gösterdiniz. Dinleyici dinlediği grubun değişmediğine seviniyor mu?Biz çok daha iyi hissediyoruz. Geçmişe bakıldığında bizler ilk albümümüzdekiyle aynı insanlar değiliz. Yaşadıklarımızın birçoğu farklı hissettiriyor ve birçoğu da değişti. Belki kim olduğumuzdan dolayı beste yazma tarzımız ve armonilerimiz hala ortak özelliklere sahip, belki senin kastettiğin budur. ‘3 O’clock EP’ bizim için oldukça yeni olan bir ruh hali ve yeni gelişmekte olan bir yol. Dinleyiciye dair bir şey diyemeyeceğiz ama...Son yaptığınız işlere baktığınız zaman artık ilhamlarınız neler?Biz hala kendi içimizde ifade biçimi bulmaya çalışıyoruz. Görünen o ki ilham en az beklediğin yerden geliyor. Bu en nihayetinde aç hissetmen ve seni çağırması gibi bir şey. Yazdıklarımız yaptığımız hatalardan, birlikte ve yalnız olmaktan ilhamla meydana geliyor. Bu, oldukça gizemli ve alışkanlık yapan, tarif edilmesi ve kesin olarak belirtilmesi zor olan bir durum.Çok depresif olduğunuz zamanlar daha mı iyi şarkılar ortaya çıkıyor?Seçme şansına sahip olmuyorsun. Düşüncelerini belirli bir çerçeve içinde tutma lüksüne sahip değilsin. Bazen acınası bir halde oluyorsun ama çok güzel bir müzik yapıyorsun. Bazen çok mutlu oluyorsun ama şarkı güzel olmuyor. Bunun kararı sana ait değil. Sen sadece zamanı seçebiliyorsun ve iyi bir periyot olmasını umuyorsun.Müzik bizim kontrolümüzde değilZamansız şarkılar yaptığınızı düşünüyor musunuz? İlk albümünüzden bugüne 18 yıl geçti...Zamansız müzik yapmaya çalıştık. Bazı şarkılarımız zamansız oldu ancak bazen bunu başaramadık. Bazı şarkılar diğerleri için sıçrama tahtasıydı. Bir amaca hizmet ettiler. Bazıları kendiliğinden gelişti, diğerleri çokça çalışma gerektirdi. Ama bunları genelde çok fazla düşünmemeye çalışıyoruz.Blonde Redhead müzikal anlamda yorgun bir grup mu yoksa yeni müzikler bestelemek için heyecanlı mı?Elbette müzik yapmak hala heyecan verici. Müzik asla bizim kontrolümüz altında olmayacak bir sanat gibi görünüyor. Kendimizi ona karşı evreni düşünmeye başladığımızdaki gibi güçsüz hissediyoruz. Olasılıklar sonsuzdur ve bizim için bilinmeyen nedenlerden dolayı meydana gelir. Bence, yaptığımız şarkıda bir ezgi, iz ya da his aramak tüm zaman boyunca düşündüğümüz şeyin doğru olduğunu hissettiriyor.Dünya müzik endüstrisini nasıl görüyorsunuz? Artık yeni çıkış yapan müzisyenlerin sesini duyurması daha mı zor?Sektörün gittikçe daha yabancılaştığını hissediyorum. Her ne kadar bazı harika müzikler hak ettiği takdiri alsa da yine de güvenmesi zor. Sektör çok daha fazla soyut bir halde. Müziği seven ve doğru sebeplerden bu sektörde çalışan insanlarla görüşmek artık daha yorucu hissettiriyor. Biz müzik yapmaya başladığımız zamanlarda doğru A ve B kişilerinden öğrenecek çok şey vardı. Bunu anlayabiliyorduk. Kendi güdülerinin arkasındaki aşk ve tutkuyu hissederdiniz ve bu bizim için önemliydi. Şimdi her şey farklı.İstanbul harika hissettiriyorMüziğiniz sizce hangi hisleri uyandırıyor?Umarım müziğimiz umutludur. Melankolik şarkılar yazmaya eğilimli olduğumuzu biliyorum. Bu her zaman bizim stilimiz olacak. Güzelliğin peşinden gitmek gibi bir isteğimiz var.Müzik ile insanların hayatlarına dokunmanın gücünü nasıl tarif edersiniz?Sadece müziğin bana nasıl ilham verdiğini ve beni hiçbir şeyin etkilemediği gibi etkilediğini biliyorum. Bu neyse ki herkesin deneyimleyebileceği güçlü bir kudret. Bazen dinleyicilerimize ne kadar önemli ve değerli olduğumuz söyleniyor ve bu bize sevinç ve heyecan veriyor.İstanbul ile bağınızı nasıl tanımlarsınız?İstanbul harika hissettiriyor. O çok özel bir yer ve biz orada bazı müthiş insanlarla karşılaştık. Biraz şehri keşfettik ama yeteri kadar değil. İstanbul’da olmak bizim için her zaman oldukça neşelendirici ve motive edici.
Bora Uzer’in yeni albümü 13 şarkılık ‘Benim Umrumda’ içinde bulunduğunuz anı iyileştiren ve huzur veren parçalardan oluşuyor. Uzer ile yeni albümünü konuştuk.2000’lerin başındayız. O zamanın önemli festivallerinden biri olan h2000’de bir grup çıkmış adı da Kangroove... Arkadaşlar çok övüyor vokalini, diyorlar ki “Yerli Jamiroquai gibi adam”. Bora Uzer işte o performans sonrası bir şehir efsanesine dönüştü. Çünkü müziğinin evrensel bir dili, sahnede sizi de rahat ettiren bir tavrı vardı. Türkçe sözlü soul, groove, funky tarz iyi işler olabileceğini de gösterdi. 2009 yılında çıkardığı ilk albümü B1’den sonra sessizliğini bozdu ve şimdilerde ‘Benim Umrumda’ ile hayranlarının karşısına çıktı. Bora’nın vokal tarzının klişelerle dolu olmaması, şarkı sözlerinde ise anlatıcı rolünü üstlendiğini düşünüyorum. Çünkü müzik konusuna çok daha fazla kafa yoruyor ve istediği sound’u da çıkartıyor. Son albümünü sakin olarak tarif ediyor, bence ise artık yarını düşünen, olgun ve sound’u derli toplu bir Bora’yı dinliyoruz. Bazı ağır tempo şarkıların ‘Bir Aşkım Var’, ‘Sıkılmadın Mı?’ gibi sözlerini pek beğenmezken müziğine bayılmış olmam, albümün ironisine iyi örnek. Giriş şarkısı ‘Bu An’ı dinlemeye başladığınız andan itibaren peşinize bela oluyor, şarkı iki saat tekrarda kalabiliyor! Bahsettiğim kötü bir bela değil, dinleyicisini iyi hissettiren türden. Bora ile ‘Benim Umrumda’yı konuştuk...Bir anlatıcıyım!Şarkıların ilhamları nelerdi?Son iki ayda yazdığım şarkılardan oluşuyor albüm. Genel albümün hissiyatı ise müzikli hikayelerden oluşuyor olması. Uzun zamandır müzik ile anlatacak hikayelerim yoktu. Var olan şarkıların da olgunlaşması, şarkı sözü olabilecek hale gelmesi zaman aldı. Ve artık zamanı gelmişti. 10 yıl içerisinde sadece bu şarkıları yapmadım. Yaşadığım şeyleri yazmaya başladım ve ortaya güzel şarkılar çıktı.Olgun Bora’nın müziği nasılmış?Beklenilenden çok daha sakinmiş. Bu albümdeki her şey akustik ve canlı çalındı. Gökhan Türkmen ve Kenan Doğulu gibi isimler ile çalıştık.İnsanlar bu albümü birçok kez dinleyecek mi?Evet. Samimiyet, sıcaklık, anlatılan hikayelerin duruluğu ve sadeliğinden dolayı… Albümdeki dört şarkı ilk kaydedildikleri halleri ile kaldı. Çok iyi şarkı söylemem gerek gibi kendimi zorlamadım. Önemli olan hikaye anlatmaktı. Hikayeleri destekleyecek şekilde müzik ortaya çıktı. Sakinlik sizi yavaş müzik olarak yanıtlamasın. Bahsetmek istediğim şarkıların dinleyicisini iyi hissettirmesi. Eskiden albümü baştan sona kadar dinlerdik. O albümdeki şarkılardan birinin sırası değiştiği an benim kafam karışırdı ve hissiyatı da öyle olurdu. Albümün bütün olarak güzelliği var. Çok fazla single çıkardığınız zaman da hiç izleyemediğiniz bir filmin bitmeyen fragmanları ile devamlı karşılaşıyormuşsunuz hissi veriyor. Ben ise artık film izlemek istediğimi fark ettim. Amacım dinleyicinin de iyi hissetmesi .Zamansız bir albüm olduİlk yola çıktığın zamanki hissiyat yerinde duruyor mu?Tabii ki duruyor. Sahne hala çok heyecanlı bir şey, farklı bir adam oluyorum orada. İnsanların ne hissettiklerini algılamaya çalışıyorum. Dinleyicinin enerjisi düşünce nasıl onları harekete geçireceğimi biliyorum.Şimdiki dinleyiciyi nasıl tarif edersin?Heyecansız. Yeni jenerasyon benim kim olduğumu bilmiyor. Çünkü çok uzun zamandır albüm yayınlamıyordum. Anlattıklarım karşı tarafa geçtiğini hissettiğim an ben de mutlu oluyorum. Önemli olan anlattıklarımın karşıya ne kadar geçtiği. İnsanlar beni gerçekten sevecekse yaptığım müzik ile olsun istiyorum.Şarkı sıralamasında konsept var mı?Tabii ki var. Ortak bir his yakalamak önemli. Dinleyicime “gel beraber yürüyelim, beraber hissedelim” demek istiyorum. Bu albümün zamansız olduğunu düşünüyorum. Bu albüm çıkışı ile artık sahnede sadece kendi şarkılarımı çalacağım.Mevsimlik müzik yapmıyoruzYeni bir kitleye de hitap edeceksin. Bu şarkıları dinleyip sonra eskilerini keşfedecek olan…Bu çok heyecan verici. Her gün yeniden keşfedilecek olmak çok güzel his. Yaptığımız işin zamansız olması beni cezbediyor. Mevsimlik bir iş yapmıyoruz. Hayatım boyunca yanımda müzik vardı. İlişkinde samimi olmazsan o çöker, ben de müzikte samimi olmalıyım. Yaptığım işin çökmemesi için, müzik aynı zamanda hayat arkadaşım…İlk kez seni dinleyecek birine Bora Uzer’i nasıl tarif edersin?Bu anın Bora Uzer’i şarkıları ile hayal kurdurtabilen ve dinleyici ile ortak duygular paylaşabilen biri…Türk müzik endüstrisini nasıl buluyorsun?Ben müziğe hayatımın yarasından fazlasını verdim. Artık bu sektöre dair tecrübem var. Türk müzik piyasası çok hasta ve sağlıksız bir durumda. Virüsün tedavisi için iyi müzik yapan insanlar daha çok müzik yapmalı. Yapılan işlere önem verilmeli. Çok yetenekli müzisyenlerin, hemen bir single ile bu sezonu kaçırmayalım fikirlerinden kaçması lazım. Son beş yıldır çok ciddi bir sınavdan geçiyoruz. Bütün üreten arkadaşlarımın sıkıldığını fark ediyorum. Üreterek sıkıntılardan kurtulmak gerek.
Hafta başında mail kutuma bir basın bülteni düştü. Teoman’ın kendi kelimelerinden oluşuyordu bu mail ve “Bu albümün ‘insanların kanlarını fıkır fıkır kaynatacak bir albüm’ olmayacağını belirttim çalışma arkadaşlarıma. Albümde bir sürü ‘koyu’ şey var; enstrümanların tonları, şarkıların sözleri, şarkıların düzenlemeleri, ritmi... Koyu söyledim. Hatta bazılarını neredeyse sadece konuşur gibi söyledim. Hayalim; bu albümün, evde, tercihen gözler kapalı, dikkatlice dinlenmesi. Dinleyicinin şarkı sözlerime konsantre olmasını istiyorum” diyordu.Sisli bir İstanbul sabahında “Koyu Antoloji”yi son ses açtım. Teoman’ın belki yüzlerce kez dinlediğim, hayatımızın herhangi bir dönemine dokunan 26 şarkısı yepyeni düzenlemeleriyle bundan sonra ki anılarımıza dahil olmak istercesine kulağımda yankılandı. Yıllar önce dinlediğimiz şarkılar sanatçının şu an ki ruh halinin ahengine, belki de son düzlükte hepimizin ruh halinin karanlığındaydı. Albümün prodüktörleri Safa Hendem ve Mehmet Cem Ünal usta bir iş ortaya koymuş. Keza normalde Teoman’ın canlı sahnesinde çalmayan bu iki müzisyen, 26 şarkıyı kendi eserleri gibi içselleştirdiği için başarılı bir iş ortaya koyuyorlar. İkili albümde ayrıca gitar ve tuşlu çalgılardan da sorumlu.Koyu Antoloji’deki her şarkı bir yumru gibi boğazınıza takılıp kalıyor. Teoman’ın kışkırtıcı şarkı sözleri, kaotik sesi albümün temelini oluşturuyor. Her sözde kendimize dönüyoruz. Yaptıklarımız, yapamadıklarımızı sorguluyoruz. Kendimize bile söylemeye sakındığımız her bir duyguyu bir anlatıcı gibi şarkılarla kulağımıza fısıldıyor. Yatakta bırakılan kadın, kapıdan sessizce çıkan adam, mutlu sonları olmayan ilişkiler, ölümler, pişmanlıklarımız, yalnızlıklarımız, korkularımız, es geçtiklerimiz, geçen zamanlar... “Bakın binlerce kişilere konser veren ben de bunları yaşadım ve hissettim” diyor. Teoman’ın demir gibi ağır şarkı sözlerine odaklanmak lazım, çünkü özellikle altını çiziyor, bu sefer ne vokalin ne müziklerin önemi var. Kelimeler önemli olan.Teoman’a yeni şarkı üretmiyor diye kızmamak lazım. Ondan yeni şarkılardan oluşan ama kendini tekrar eden hayal kırıklığı yaşatan bir albüm dinlemek kim ister ki! O da geçen aylarda yaptığım röportajda aynısını belirtiyor, kötü bir şey yapmak yerine eski şarkılarla oynamak daha iyi geliyor ona. Teoman, onu yeni ya da yeniden keşfedecek dinleyicisine 10 eski albümünden seçtiği şarkılarla Koyu Antoloji ile bir miras da bırakıyor. Fazlasıyla karanlık ve tahminimden de başarılı olan bu albümü dinlemeye başladığınız andan itibaren kopamayacaksınız. Koyu Antoloji, Teoman’ın bugün de Türkiye’deki tek rock star olduğunun kanıtı...Ezhel sahneden hiç inme!Cuma günü Ezhel’i ilk kez canlı izleme şansına sahip oldum. Babylon, birçok müzisyen için hayal sahnelerden biridir... Ezhel’in Babylon’da iki gece üst üste tüm konser biletlerini satmış olması ve şarkılarını ezbere söyletmesi ilk albümü yayınlayan genç bir müzisyen için büyük bir başarı. Ezhel’in canlı performansında özellikle reggae vokalleri oldukça etkileyiciydi. Seyircisini harekete geçirdi ve sahneyi kullanmayı çok iyi bildi. Tek başına değil de koca bir orkestra ile sahnede gibi bir özgüven ile oradaydı. Bu da biz izleyici kısmını tadına doyulmaz bir konser izleme deneyimi yaşattı. Uzun zamandır Türk müzisyenlerin canlı performanslarından tat almayan biri olarak diyebilir ki Ezhel’in enerjisi tüm müzisyenlere lazım... Ankara eskiden rock müzisyen fabrikası gibiydi şimdiyse Türkçe sözlü rap müziğin başkenti olmuş durumda. Ezhel ve o gece sahnesinde ağırladığı AgaB buna örnek... Ayrıca gecede Fuat Ergin’in DJ’lik yapması da bize sürpriz oldu.Dip not: Babylon’da konser izlemeyeli uzun zaman olmuştu. Konser alanına girerken sırt çantamı vestiyere bırakmam gerektiğini yoksa içeri alamayacaklarını belirttiler. Çünkü sırt çantası ile giriş yasaktı. Konser biletlerini satışa çıkardıkları mobilet sitesinden ya da Facebook’taki etkinlik sayfasından her konser öncesi bu yasağı uyarı olarak belirtmeleri lazım. Sonuçta Babylon’a gelen herkesin müdavim ya da bu uygulamadan haberdar olmasını bekleyemezsiniz. Özellikle Amerika’daki bazı müzik festivalleri eğer böyle bir yasak söz konusuysa etkinlik öncesi birçok kez duyuruyor. Sırt çantası tercih edecekseniz bile şeffaf olması gerektiğini belirtiyorlar. Sonuçta uçağa binmiyoruz, konser izlemeye geliyoruz!
1998’den beri ilk kez Amerika listelerinde bir kadın rapçi geçen yıl bir numaraya yükseldi. New York’un en azılı eyaletlerinden biri olan Bronx’tan yola çıkan Cardi B’den bahsediyorum. Geçen yıl çıkardığı single ‘Bodak Yellow’ şarkısı ile listeleri alt üst etti. Aynı zamanda tarihte üç şarkısı birden listerde yer alan ilk kadın rapçi oldu. Bugünlerde ise Bruno Mars ile düet yaptığı Finesse şarkısı ile adından söz ettiriyor. Aksanlı bir Bronx İngilizcesi konuşması onun alameti. Son dönem rap müzik yapan kadın müzisyenlerin tırnak bakımından öteye geçemediğini düşünürsek eğer Cardi B’nin rapi adeta bir tokat etkisi yaratıyor. Sözünü hiç sakınmıyor, kıyaslandığı Nicki Minaj’a diss’ini instagram sayfasından bir otelin koridorlarında yürürken bağıra çağıra atıyor.25 yaşındaki Cardi, Trinidadlı bir anne ve Dominikli bir babanın kızı. Hayatı ise Güney Bronx’un Latin mahallerinde geçiyor. Kötü bir mahallede büyüdüğünün her zaman altını çizen Cardi, para kazanmak için striptiz kulüplerinde çalışıyor. Tanınması ise sosyal medya hesapları sayesinde oluyor. Ufak çaplı çektiği videolar, binlerce kişiye ulaşıyor ve Cardi’nin adı gittikçe bilinmeye başlıyor. Bu sayede reality show’u ‘Love&Hip Hop: New York’ta yer bulabiliyor; artık şöhret kapıları açılıyor.Bronx’tan yükselen sesVe geçen yılın en iyi şarkılarından birini seslendiriyor. Grammy’e ‘En İyi Rap Şarkısı’ ve ‘En İyi Rap Performansı’ dallarında aday olan Bodak Yellow şarkısı onun kırılma noktası. Şarkı sanatçının striptiz yaptığı yıllara dair sözlere sahip. Cardi B’nin ilham kaynakları ise ona acı çektiren bütün insanlar. Zaten hepsi de bu şarkıda. Belki de bu yüzden başarısına şaşırmamak lazım. Amerikan gençliğinin acı çektiği her şeyi bir kadın bağırarak söylüyor. Oldukça karanlık beat’lere sahip olan şarkı, 21. yüzyıl müziğine dair her şeye sahip. Cardi’nin sesi oldukça kışkırtıcı ve acımasız. Bu şarkı, ringin üzerindeki bir boks maçını andırıyor gibi... Cardi, adeta kendi kulvarındaki tüm kadın rapçileri tek yumrukla nakavt ediyor. Cardi, köklerine de bağımlı, şarkının Messiah ile İspanyolca versiyonunu da yapıyor. Ve Missy Elliott’dan, Beyonce’ye kadar övgüleri teker teker topluyor.Hemen ardından ‘Bartier Cardi’ şarkısı ile tanınmanın dışında artık paralı bir rapçi olmanın nasıl olduğunu anlatıyor. Özellikle vokallerde Bronx aksanı onu diğerlerinden de ayırıyor. Cardi, sandığınızdan da hızlı bir rapçi. Ve yine bu şarkıda gücü elinde tuttuğunun altını bolca çiziyor.Son söze gelirsek Cardi verdiği bir röportajda “Çok çalışıp kadınlara ilham vermeye devam edeceğim. İnsanları etkilediğimi hissediyorum. Çünkü ben, neysem oyum... Ben ben gibiyim, evsiz kalan Cardi, dansçı Cardi, mücadele veren Cardi. Şimdi de başka bir mücadelenin içindeyim. Bunu ise elden bırakmayacağım” diyor. Bu sözünü sakınmayan kadının adını daha çok duyacağız...