Childish Gambino’nun çarpıcı klibi ‘This Is America’yı tekrarda izliyorum, yetmiyor şarkıyı tekrarda dinliyorum. Yönetmen Hiro Murai, Amerika’nın şu an ki durumunu sarsıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu klip ve şarkı aslında bir bakıma rap müziğin, rock’tan bayrağı teslim aldığının kanıtı. Rock müzisyenler artık Amerika’daki muhalefetin tabanını oluşturmuyor. Şarkıları artık yeni nesli etkilemiyor. Bir dönemin en önemli aktivist rock müzisyenleri John Lennon, Joan Baez, Neil Young, Patti Smith’in değerlerini rap müzisyenler bize sunuyor. Artık karşı duruşun, sokakların, farklılığın dilini rap müzisyenler kliplerde, sosyal medya hesaplarında, kırmızı halılarda gözler önüne seriyor. Asla sessizliğe gömülmüyorlar.Geçtiğimiz ay Kendrick Lamar, son albümü ‘Damn.’ ile dünyanın en prestijli ödüllerinden biri olan Pulitzer Ödülü’nü müzik alanında almaya hak kazandı. Lamar, özellikle son albümündeki şarkı sözlerinde güzel kadınlardan bahsetmek yerine Amerika’nın değişen yüzüne vurgu yaptı. ‘This Is America’ klibinde dansları ile 30’larda siyahi kılığına girip taklit yapan komedyenlere, siyahilerin klisesini tarıyan ırkçılara, Amerika’daki silah şiddetinin ne kadar canice bir hal aldığına ve en önemlisi tüm bunların ortasında çocukların her şeyi canlı yayında izlediğine metaforlarla gösterildiği gibi... Spotify dünya top 50 listesinin tamamı rap müzisyenlerden oluşuyor, 22 yaşındaki Post Malone’nin şarkıları en çok sevilen. Ki bu adamın idolleri hep rock müzisyenler, ama bu tür onun rap’i keşfetmesini sağlıyor. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen, eğlence sektöründeki akım yaratan isimleri ağırlayan Met Gala’nın katılımcıları da genellikle rap müzisyenler. Sektör bize sözünden sakınmayan, isyan eden, performansları ile yarına ışık tutan rock müziğinin 2018’e ait olmadığını bas bas bağırıyor. Dünyaca ünlü festival line up’larına da bakarsanız genellikle 90’larda ikon haline gelmiş rock müzisyenleri ana sahneye çıkardıklarını geri kalanın ise rap ve elektronik müzisyenlerden oluştuğuna şahit olursunuz. Netflix’te yayınlanan David Letterman şova konuk olan Jay Z de rap’in gücünü anlatıyor. Eskiden DJ’ler için MC’lik yaparken, şimdi rap müzisyenlerin nasıl ön plana çıktığını ve kendi hikayelerini korkusuzca dile getirdiklerini belirtiyor. Anlayacağınız dönemin ruhu rap şarkılarında hayat bulurken, rock müzik bir başka zaman dilimine aitmiş gibi...Pozitif’e veda ettiŞu an konser organizasyonuna dair kalifiye işlere imza atan çoğu isim bir okul gibi görülen Pozitif’in çatısı altından çıkmıştır. Mehmet Uluğ, Ahmet Uluğ ve Cem Yegül 1989’da Pozitif’i, 1999’da ise bir mahallenin çehresini değiştiren Babylon’u kurdu. Pozitif’in her işi Türkiye kültür sanat dünyasına önemli izler bıraktı. 18 yaşıma basarken Babylon’a girebilmek, ilk çadırlı festival deneyimimi 2004 yılında Rock’n Coke’ta yaşamak, müzikal zevkimin gelişmesinin sağlanması ve konser izleme adabına sahip olmak hep bu özel kurum sayesinde oldu. Gazeteci olduktan sonra da Pozitif çatısı altında unutulmaz röportajlar yaptım. Şimdi o kurumun en önemli ismi Ahmet Uluğ yeni hedefler için Pozitif’ten ayrıldığını duyurdu ve “Şimdi kendime zaman ayırmak, bir mola vermek, ardından da enerjimi yükseltecek insanlar ve ortamlarda bulunmak, üretmeye devam etmek istiyorum” açıklamasını yaptı. Buradan da kendisine kültür sanat dünyasına verdiği o büyük katkılardan dolayı teşekkür etmek isterim. Ve tabii ki Pozitif’in eski enerjisinde kalıp kalmayacağı konusunda da şüphelerimin olduğunu belirtirim.
Mad Cool(12-14 Temmuz)İspanya’nın Madrid şehrinde düzenlenen Mad Cool şüphesiz Avrupa’da bu yıl en iyi line up’a sahip festival. Pearl Jam, Tame Impala, Kasabian, Justice, MGMT, Arctic Monkeys, Jack White, Massive Attack, Franz Ferdinand, Snow Patrol, Alice In Chains, Depeche Mode, Queens of The Stone Age, Nine Inch Nails, Dua Lipa ve daha birçokları... Her gün ayrı bir heyecan halinde. Festivalin biletleri tükendi ama VIP günlük biletleri hala satışta. Şehrin tam ortasında olduğundan festivale gidiş ve dönüş bir hayli kolay. Gidenlerin altını çizdiği nokta ise sahnelerdeki ses kalitesinin mükemmel olması. Bu yıl festival kabuk değiştirip alanını büyütmüş o yüzden sahneler arası mekik dokurken kondisyonlu olmak şart.Sziget Festival(8-15 Ağustos)Macaristan’ın Budapeşte kentinde gerçekleşen Sziget, Türklerin de yoğun bir katılımda olduğu festivallerden. Euro geçmeyen nadir Avrupa şehirlerinden birinde gerekirse kamplı kalıp günlerce müzik ile ile iç içe kalacağınız bir festival. Arctic Monkeys, Dua Lipa, Gorillaz, Kendrick Lamar, Kygo, Lana Del Rey, Mumford & Sons, Liam Gallagher, Bastille, Lykke Li, The War on Drugs, Nick Murphy fka Chet Faker, Gogol Bordello, King Gizzard & The Lizard gibi onlarca sanatçı sahnede. Aynı zamanda ülkemizden Ezhel ve Baba Zula da bu dünyaca ünlü festivalde hayranları ile bir araya gelecek. “Özgürlükler adası” olarak adlandırılan festivalde irili ufaklı onlarca sahne var. Ve asla bitmeyecek bir partinin içinde gibisiniz. Çılgın bir eğlenceye ihtiyacınız varsa bu festivali es geçmeyin deriz.Øya Festival(7-11 Ağustos)Norveç’in Oslo kentinde özel bir müzik deneyimi için asla kaçmayacak festivallerden biri Øya... Kendrick Lamar, Arctic Monkeys, Lykke Li, Arcade Fire, Patti Smith, Fever Ray, St. Vincent, Charlotte Gainsbourg gibi muhteşem bir line up sunuyor. Özellikle alternatif müzik tutkunları için adeta kaçırılmayacak isimler. Festivalin ana teması ise bir bakıma müzikle rahat ve huzurlu anlar yaşamanız.Nos Alive(12-14 Temmuz)Portekiz’in Lizbon şehrinde gerçekleşen Nos Alive, yine şaşırtmıyor ve line up’ı ile oldukça kuvvetli bir festival deneyimi sunuyor. Arctic Monkeys, Nine Inch Nails, Queens of the Stone Age, The National, Two Door Cinema Club, Rag ‘N’ Bone Man, Pearl Jam, Jack White, Franz Ferdinand, Alice in Chains gibi isimler festivalin çeşitlilikle dolu farkını da ortaya koyuyor. İlham bırakıcı şehir Lizbon’u da görme şansını es geçmemek için bu festivali planlarınız arasına koyabilirsiniz. Sahile sıfır bir alanda gerçekleşen festivalde sanatçıların en iyi performanslarını gerçekleştireceğine dair hiç şüpheniz olmasın.Lowlands(17-19 Ağutos)Hollanda’nın Biddinghuizen şehrinde gerçekleşen Lowlands’ı daha önce deneyimlemiş biri olarak ulaşım ve festival alanındaki ses kalitesini her daim överim. Gorillaz, Kendrick Lamar, N.E.R.D, The War on Drugs, Dua Lipa, Bonobo, Patti Smith festivalin yıldızları... Tabii komedi sahneleri, lezzeti bol yemek kabinleri, her zaman dans eden Hollandalılar arasında yıldızların altında kocaman bir ormanın içinde müzikle bir olma şansı veriyor.Rock Werchter(8-9 Temmuz)Belçika’nın Werchter kasabasında gerçekleşen Rock Werchter, kuzeyin tasarımdaki kusursuzluğunu ses dizaynından sahne tasarımına kadar festivalcilere sunuyor. Festival Alice In Chains, Arctic Monkeys, CHVRCHES, Franz Ferdinand, Gorillaz, Jack White, Marshmello, MGMT, Nick Cave And The Bad Seeds, Nine Inch Nails, Noel Gallagher’s High Flying Birds, Pearl Jam, Queens Of The Stone Age, The Vaccines gibi isimleri ağırlayacak. Line up’ında dün ve bugünün önemli isimlerinden müthiş bir karma kuran festival, türler arası dengesi ile de kendine hayran bırakıyor. İster kamplı isterseniz kasabada yer alan otellerde kalabilirsiniz.Lollapalooza Berlin(8-9 Eylül)Almanya’nın başkenti Berlin’de festival deneyimi nasıl olur merak ediyorsunuz Lollapalooza sizlik olabilir. Bu yıl The Weeknd, Kraftwerk 3D, Imagıne Dragons, K.I.Z, The National, David Guetta, KYGO, Armin Van Buuren, Liam Gallagher, Ben Howard sahnede. Ben geçen yıl festival çıkışında kalabalıktan üç buçuk saate yakın şehir merkezine dönmeye çalıştım. Ama bu sefer festival iki farklı metroya da yakın olan Olympiapark Berlin’de. Ama ses kalitesi ve grupların performansı Berlin’in havasından olsa gerek bu festivalde kusursuz.Primavera Sound(30 Mayıs-3 Haziran)İspanya’nın Barselona şehrinde gerçekleşen festival bu sene A$AP Rocky, Arctic Monkeys, Beach House, Björk, Bella and Sebastian, Charlotte Gainsbourg, CHVRCHES, Fever Ray, Grizzly Bear, HAIM, Jane Birkin sings Birkin Gainsbourg Symphonic, Lykke Li, Lorde, The National, Nick Cave And The Bad Seeds, The War On Drugs gibi önemli müzisyenleri ağırlıyor. Primavera aynı zamanda şehirle iç içe bir festival. Dünyanın birçok ülkesinden gelen müzikseverler sahneler arası dolaşırken günü müzikle aydınlatıyor. Primavera’ya gidecekseniz eğer tüyo, kesinlikle arkalardan konserleri izlemeye kalkışmayın. Ses seviyesi çok düşük olabiliyor. Festivalde önemli konserler akşam üzeri 6 gibi başlıyor. Gündüz Barselona sahillerinin de tadını çıkarıyorsunuz. Aynı zamanda iki önemli sahne karşılıklı en önde konser izlerken, diğer sahnedeki konser için bir anda en arkada kalabiliyorsunuz. Festivali kapatmasıyla ünlü DJ Coco’nun günü aydınlatan setini asla kaçırmayın. Bu aynı zamanda bir ritüel gibi de...Roskilde Festival(30 Haziran-7 Temmuz)Danimarka’nın ufak bir kasabası Haziran ayının sonlarına doğru hareketlenip dünyadan birçok ziyaretçinin konakladığı bir yer haline geliyor. Roskilde, müzikte son dönemde nelerin yükselişte olduğunu açık bir şekilde gösteren festivallerden. Eminem, Bruno Mars, Gorillaz, Nick Cave & The Bad Seeds, Nine Inch Nails, Massive Attack, Dua Lipa, Charlotte Gainsbourg, Fever Ray, Interpol, St. Vincent gibi isimler zaten bu festivale gitmek için yeterince motive değil mi? Kamp seçeneği de sunan festival, aynı zamanda sanatsal etkinliklerle katılımcılarına her an dolu dolu bir program sunuyor.
Amerikan sokak kültürünü yaratan sanatçıları sıralarken Keith Haring’i en başa taşırız. Sanatın, bir tek sergi salonlarından sergilenmemesini sağlıyordu onun kuşağı. Çizgileri aşıyor, şimdinin popüler kültürünün temellerini atıyorlardı. Haring 80’lerde New York metrosuna, sokak duvarlarına, ikonik müzisyenlerin albüm kapaklarına resim ve karikatürler yaptı. Kışkırtıcı çizgiler, cinsiyetler arası bağlar, sosyal olaylar Haring’in neşeli ama bir o kadar da hüznü barındıran çizimlerindeydi. Geçtiğimiz hafta ise Viyana’nın en önemli müzesi Albertina’da Haring’in retrospektif sergisi “Keith Haring The Alphabet” ile karşılaştım. 4 Mayıs’ta 60. yaş gününe armağan olan bu sergi 28 yıl önce hayatını kaybeden bir dehanın sanat dünyasında duvarları nasıl yıktığını bize gösteriyordu.Küratörlüğünü Dr. Dieter Buchhart’ın yaptığı sergide sanatçının dünyanın birçok ülkesinden toplanan 100 eserini izliyorsunuz. Sergi alanına inerken neyle karşılaşacağınızı göstermek istercesine 60’lı yıllardan 90’lara Amerikan yakın tarihinin kırılma anları fotoğraflarla gösteriliyor. O J Simpson davası, Neil Armstrong’un aya ayak basması, siyah haklarının korunması, Madonna ve HIV... Bu fotoğraflara bakarken serginin ilk eseri sanatçının Andy Warhol’u Andy Mouse olarak resmettiği tablosu ve yeniden yorumladığı Özgürlük Heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Serginin odaklandığı noktalardan başlıcaları ise NY metrosuna yaptığı çizimler, az bilinen tablolar ve heykeller, kimi zaman ölümü resmettiği çizimler, karikatürler, neon çalışmaları...Benim için Haring’i özel kılan ise sokak kültürü ile bağı... Graffitilerin sanat eseri olarak görülmesini sağladı. New York müzik sahnesindeki hip hop efsaneleri RUN DMC’nin albüm kapaklarını çizdi. 80’lerde ilk kez yaptığı hip hop partileri ile de müzik ile bağını gözler önüne serdi. Bu partilerin afişlerinde köpek figürünü DJ’ken ya da boogaloo ve break dans yaparken görürüz. Bu onun sokaktan aldığı da enerji ve dinamizmdir. Sergide bu partilerde floresan boya ile yaptığı ufak tablolarına da rastlıyorsunuz. Dans figürlerinin resmedildiği tabloları özellikle New York’un underground kulüplerinin iç dekorasyonunda kullanıldı. Haring’in çalışmaları toplumun alt kültüründen de beslenir. Ama ne ironidir ki sanatçının en yakın arkadaşı popüler kültürün vücut bulmuş hali Madonna’dır.HIV virüsü kaptığında ise karanlık tarafı ortaya çıktı, ölüm korkusunu çizimlerinde kullanmaya başladı. Şiddeti de çizimlerinde gösterdi ama tüm karmaşada aşkı ve hümanist yanını asla gizlemedi. Serginin sanatçının hayatının son dönemini anlatan bölümünde siyah rengin daha baskın olduğu eserlerini izliyorsunuz. Sergide etkilendiğim eseri ise John Lennon’ın öldürüldüğünde neler hissettiğini çizdiği resmiydi. Bu eserde ellerini kaldıran karakterin midesinin tam ortasındaki boşluktan sanatçının figürü olan köpekler bir bir atlıyordur. 1990 yılında dünyaya veda eden Keith Haring’in “Sanat herkes içindir” sloganı ve sanatçıları sergi salonlarından çıkarması onu kült yaptı.Eğer yolunuz Viyana’ya düşerse Albertina’da 24 Haziran’da son bulacak ‘Keith Haring The Alphabet’ sergisini es geçmeyin.
Bazı grupları sevmeniz için onların illa ki kocaman stadyumları doldurması ya da herkesin bildiği marş şarkılara imza atmasına gerek yoktur. Müzikal zevkimizi de rafineri hala getiren bu internet denizindeki milyarlarca müzisyen arasında kendi özel zevkimiz için seçtiklerimizdir. Birleşik Krallık’tan yola çıkan Editors da o koca denizdeki en kendine has gruplardan biri. Şu sıralar yeni albümleri Violence için turneye çıktılar, birkaç hafta önce albüm hakkındaki eleştirimi bu sayfada anlatmıştım, şimdiyse canlı performanslarındaki dönüşümlerini yazmaya sıra geldi.Editors’ı ilk keşfedişim 2006 yılında Rock’n Coke festivali sırasında Placebo öncesi sahne alışları sırasında olmuştu. Vokal Tom Smith’in karizmatik sesi, şarkı sözlerinin ironisi tam da kalbimden vurmuştu. O konserde unutulmaz bir an da olmuştu, Smith son şarkıda gitarını seyirciye atmıştı. Kafamızın üzerinden Smith’in gıcır gıcır gitarı geçiyordu. 2011 yılında yaptığım röportajda olayı Smith’e sormuş o da şöyle anlatmıştı; “O olay herhangi bir şeye öfkenin sonucu değildi. İstanbul konseri, 20 ay süren uzun bir dünya turunun son konseriydi ve bir süreliğine bile olsa bir şey çalmamak çok eğlenceliydi. Geri dönüp baktığımda biraz sorumsuz bir davranış olduğunu söyleyebilirim ama bir anda olmuştu. Gitarın akıbeti konusunda ise bir fikrim yok.”Geçtiğimiz çarşamba günü ise sadece Editors konseri izlemek için Viyana’ya yola çıktı. Viyana’nın eski gaz merkezi şimdinin konser ve alışveriş merkezi olan Gasometer’de sahne aldılar. Dört dörtlük bir setlist ile yola çıkmışlardı. Çünkü yeni albümlerinin zeminini hazırlayan synth, karanlık gitarlar, sert davullardan oluşan eski şarkıları da setlist’in içinde yer alıyordu. Açılışı Hallelujah ile yapan grup ardından 21 şarkılık kulaksal bir şov yaşattı. Editors, sahnede aslında çok yalın bir düzenle karşımıza çıkıyor. Ama ışık şovunun oldukça iyi dizayn edilmiş olması tüm bu detayları fark etmemenizi sağlıyor. Karanlık bir diskonun içindeyiz sanki...Tom Smith -her ne kadar bu benzetmeden pek haz etmese de- sahnede Ian Curtis’in modern bir versiyonu gibi... Smith, sahnedeki dans hareketleri ile akıllara bu ikon isme ne kadar da andırdığını getiriyor. Eat Raw Meat = Blood Drool, Violence, Sugar, Marching Orders, Ocean of Night gibi şarkılarının aralarındaki figürleri ile komik değil oldukça cool bir hal alıyor. Sıska ve upuzun boylu Smith, sahnede mikrofonu ile tek başına eğlenirken azıcık bile sesi deformasyona uğramıyor.Bu turnede Violence ve No Harm şarkılarını birbirlerine bağlayan bir yapı içerisinde çalıyorlar. Yeni albümlerinde bazı şarkıları beğenmezken canlı versiyonlarını dinledikten sonra fikrim tamamen değişiyor. Bu albümün tamamen sahne için tasarlanmış olduğuna emin oluyorum. Melankolik, kasvetli, endüstriyel sesler arasında bir buçuk saate yakın süren kusursuz bir konser veriyorlar. Sahneden gözümüzü bir an olsun bile ayırmıyoruz. Bu turnede grup izleyiciye göre de şekil alıyor... Eğer karşısında onların da adrenalini yükseltmiş bir seyirci varsa bonus olarak Smith, No Sound but the Wind şarkısını solo olarak söylüyor. İngiliz aksanının nadir yakıştığı şarkılardan Youtube’da videolar var performansların, izleyin derim. Konser bitiminde ise soluklanma ihtiyacım var, eve gidip konseri bir kez daha düşünmek... Başka bir şey duymak istemiyorum. Eğer bir konserden çıkıp o grubu hala dinleyesiniz varsa, evet az önce iyi bir konserden çıkmışsınızdır... Benim de kulağımda Editors...
Netflix’in yeni dizisi Lost in Space’in başrol oyuncuları Toby Stephens ve Molly Parker ile Dubai’de bir araya gelerek dizinin hayat ile bağını konuştukLost in Space, 1960’ların klasik bilim kurgu dizisini dramatik ve modern bir Netflix orijinali olarak yeniden yorumlandı. Günümüzden 30 yıl sonraki bir gelecekte geçen hikayede uzayın kolonileşme dönemi başlamasını ve Robinson ailesinin yabancı bir gezegende hayatta kalabilmek için yeni müttefikler bulmasını izliyoruz. Robinson ailesinin ebeveynlerini canlandıran Toby Stephens ve Molly Parker ile Dubai’de bir araya geldim. İkili Lost in Space’in modern versiyonda kadın ve erkek kavramlarının ne kadar değişime uğradığını anlattı...Dizinin 60’larda çekilen versiyonda kadın karakter bu kadar ön planda değilken şu an geminin kaptanı gibi... Bu değişimi nasıl tarif edersiniz?Molly Parker: Daha önce dizinin orijinal versiyonunu hiç izlemedim. Ama daha sonra edindiğim izlenime göre ilk versiyondaki aktrist 60’lı yıllardaki kadın profilini bire bir yansıtıyordu. O zaman için idealleştirilmiş bir ev kadınıydı. Yemeğini yapıp aile ile ilgileniyordu ama bir bakıma hikayenin uzay tarafı da vardı. Özellikle beğendiğim kısım ise 60’larda çekilen versiyonda otuz yıl sonrasını anlatmasıydı yani şimdiyi. Ne iyi ki otuz yıl sonra kadınların gücü hakkında konuşmamıza gerek yok. Artık kadınlar güçlü… Sadece John ön planda değil dizide. Ben de sadece bir anne değilim, çalışıyorum, çocuklarıma bakıyorum ve bunların hepsini bir arada götürebiliyor. Güçlü kadının karakterde birleşmesini sevdim.Orijinal karakterden hiç esinlenme yaşadınız mı?Molly P: Açık söylemek gerekirse çok fazla esinlenmedim. Bu tekrar oluşturulmuş bir versiyon. İlk oyuncu biraz daha gösterişli bir kadındı, ben bu kadar gösterişli bir kadın yaratmak istemedim. Ben öyle biri de değilim. Orijinal senaryo yazarlarını biliyorum. Onların tarzından biraz esinlenmiş olabilirim. 60’lardaki aile normaldi ama bizim şu an yarattığımız o kadar standart bir aile değil. Bir de robot var tabii.Bu hikaye gelecekte mümkün olabilirBu tarz dizilerde ideal aileler yaratılıyor. Bu aile dediğiniz gibi çok daha farklı, bu iyi bir şey mi?Toby Stephens: Normal aileleri işlerken gerçekten normalleştiriyorlar, idealleştirmiyorlar. Çünkü normal aileler çok daha karmaşıktır. Biz gerçek bir aile yaratmak istedik. Ama öte yandan gerçek hayat çok daha karmaşık. Biz gerçek olan bir şey göstermek istiyoruz, ne kadar uzayda da geçse mevzu. Gerçek macera da onların kendi sorunları ile baş etme şekillerinden geliyor. Uzayda yaşanan problemler ise ekstradan ekleniyor.Molly P: Aslında gerçekten eğlenceli bir hikaye. Bu uzay sorunları ile ilgilenirken görüyoruz ki ailenin birbirine karşı hissettikleri sevgi çok kuvvetli.Kariyeriniz için bu rol çok daha değişik mi?Molly P: Bu bilim kurgu türü benim için yeni bir tecrübe. Bu ailenin uzayda ne yaptığı ile ilgili bir hikayeyi anlatıyoruz. Öte yandan da bu kendinden kaçan bir kadın karakter. Girdapları olan bir kadın. Çocuklarına karşı her zaman aşırı sahiplenici. O yüzden yeni tecrübe edindiğim bir şey.Dünyada yaşayanların uzayda bir koloni yaratma hikayesi de günün birinde olur mu dersiniz?Toby S: Şu ana kadar yaptığım bütün işler birbirinden farklıydı. Bu sefer özellikle hepimiz için diğer yaptığımız projelerden farklıydı. Aslında benim burada gerçekten hoşlandığım şey bu hikayenin gerçekten gelecekte mümkün olabileceği. Öte yandan izleyici tam bir bilim kurgu bekliyor ama burada odak noktası aile de...Molly P: Kostümler hazırlanırken geçmişteki versiyonundan ilham alındı. Bizden önceki versiyonda olduğu gibi insanların otuz yıl sonrasını hayal etme şekillerini düşündük, şimdi de otuz yıl sonrasını hayal ettik. 60’larda 30 yıl sonrasında neler olacağını tahmin edemiyorlardı ama bunu yarattılar. Biz de onların geleceğindeyiz. Sette bazen ‘ben de şu an gelecekteyim’ diyebiliyordum.Kadınlar çok güçlü erkekler ise içine kapanıkBu karakterlerden hayatınıza ne kattınız?Toby S: John bir asker, evden uzakta çok uzun zaman geçirmiş. Öte yandan da çevresinde de olağanüstü bir durum oluyor. Gezegen çöküyor ve tüm karmaşanın odak noktasında. Ailesi ile iletişimi kopuyor. O aynı zamanda bir asker olduğu için duygularını ailesine ifade etmekte başarılı değil. Bir yandan da görüyoruz ki John bu benim yolum ve buradan gitmek istiyorum diyen dik başlı bir adam. Öte yandan da bir şekilde ailesine geri dönmek için çözümler arıyor. Bu da onun zayıf noktası, karısı ve oğlu ile ilişkisi zayıf noktası. Duyguların önemini kavradım aslında. Molly P: Yazılanda güçlü, katı bir adam görüyorsunuz. Kaybolduktan sonra ailesi ile yeniden bir araya gelmeye çalışırken ne kadar duygusal bir adama dönüştüğünü izliyorsunuz. Öte yandan da Mariene’in duygularını ifade etme konusunda açık, problemlere çözüm kurma konusunda daha becerikli olduğuna şahit oluyoruz. Duygusal olarak daha kuvvetli bir karakter. Öte yandan da iki cinsiyeti de doğru yansıtan bir senaryo. Kadınlar güçlü, erkekler içine kapalı. Gerçekten tam bir erkek karakter var önümüzde. Aslında bu dizinin yaratıcıları erkeklerden oluşan bir grup, belki bir ya da iki kadın vardır. Ama bu erkekler ki kadının gücüne inanan ve gerçekten güçlü kadınları göstermek isteyen bir ekip. Çocuklar için ideal portre çiziyoruzDizi uzayda geçmesine rağmen gerçekçi bir karakter izliyoruz o zaman...Molly P: İlk yaratılan karakter biraz daha sofistikeydi. Öte yandan bizimkisi biraz daha gerçeklik üzerine kurulu. Tabii ki görsel bir şölen sunuyoruz, uzayda geçiyor ama karakterlerin gerçekçi hikayeleri arasında dolanıyoruz. Toby S: Kendi kendime izlerken ‘bir aile böyle olmalı’ diye düşündüm. Ailede her zaman problemler olacaktır. Eğer bir aile dizisi yapıyorsanız, oturup izleyen aileler de bu karakterler ile bağ kurabilmeli, olay ne kadar uzayda da geçse de… Molly P: Çocuklar da bu tarz bir aileyi tanımalı. Çocuklar için de ideal bir portre çiziyoruz. Gelecekte evlilik yaptıklarında bu tarz ailelerin de olduğunu görebilmeliler. Role hazrlanırken esin kaynağınız nelerdi?Toby S: EşimMolly P: Gezegeni mahvetmemek...
Angel Olsen’ın şarkılarını dinlerken hafif bir melankoli ile sarmalanırsınız. Sinematografik şarkı sözlerinde dün ya da bugün söylemekten bazen kaçındığımız kırgınlıklarımızı dillendirir. Ama birden “Shut up Kiss me” gibi yerinizde duramayacağınız bir şarkı ile de çıka gelir. Amerikalı Angel Olsen, son dönemin en güçlü kadın müzisyenlerinden biri. 2016 yılında çıkardığı “My Woman” albümü, dünyadaki birçok önemli listede yılın en iyi albümü seçildi. Geçtiğimiz yıl çıkardığı ‘Phases’ ise Amerikan bağımsız sinemasından bir filmin başrolü olduğunuzu düşündürecek sözlere sahip. Indie müziğin bu kusursuz sesi 3-4 Mayıs tarihlerinde ise Salon IKSV sahnesinde olacak. Öncesinde mail yoluyla Angel ile müziğini konuştum.Şu an hangi şehirdesin?Sydney’de bir oteldeyim ve 1 Mart’tan bu yana da ekiple turnedeyiz. Yol, her zaman çok iyi hissettiriyor.Şarkı sözlerinde sinirli ve melankolik bir tavır var. Hatta Hi-Five ya da Windows şarkılarını dinlerken yalnızlık bu kadar güzel anlatılmaz diye düşünmeden edemiyorum. Şarkılarında kendini bu kadar açık ifade etme bir bakıma senin için terapi mi?Şarkı sözü yazmayı iyileştirici bir ritüel olarak görmüyorum, daha ziyade hayal gücünü ilgilendiren bir durum bu benim için. İnsanların benim parçalarımda ne bulduğu aslında onlara kalmış. Ama tabii ki her şarkıda benden bir parça var.Şarkılarını yazarken kadın ve erkek ayrımı yapmadığını belirtiyorsun...Pek dikkat etmiyorum. Dünyanın neresinden hangi cinsiyetten olursa olsun fark etmeden, bir anlam ifade eden parçalar yapmayı umut ediyorum.Hayatım boyunca kalabalıkları sevmedimSeni en son geçtiğimiz yıl Primavera Sound’da izledim. Festival seyircisini sahneye odaklamayı çok iyi başardın. Sahnede nasıl bir kadın oluyorsun?Sahnedeyken kendimin bir türevi olmam gerekiyor gibi hissediyorum. Evet, sahnede bedenen gördüğünüz benim ama şaşırtıcı şekilde çok kalabalığı ya da şaşalı yemekli partileri seven biri değilim aslında. Ben konser vermeyi, şarkı söylemeyi ve yazdığım şeyleri paylaşmayı seviyorum. Ve tabii ki her zaman müzisyen ekibimle iyi zaman geçirmem gerek ama bir yandan da doğallıktan uzak, sahte bir şey yapmamaya çalışıyorum. My Women, 2016 yılında neredeyse yapılan bütün müzik listelerinde en iyi albümlerden biri olarak gösterildi. Bu tarz sıfatlar müziğin için önemli mi?Her şey beni şaşırtmaya devam ediyor. Her yeni albümde bu durum farklılaşıyor. Her yeni albüm çıkışında hayatımın farklı bir fazında oluyorum. Neredeyse sürekli turnede olduğumdan ve her turnede sürekli çalıyor ve dinleyici ile beraber olduğumdan alıştım artık aslında. Her parçayı tekrar yaratmak istiyorum. Bir anlamda müziğe ve bir şeylerden ilham almaya devam edebilmem için ve de sektörün aslında müziğe başlamamı sağlayan öznel sebeplerinden beni uzaklaştırmaması için yeni nedenler bulmalıyım kendime. Dolayısıyla benim bir albümümü ya da parçamı dinlerken duyduklarınız kendim için yeni bir şeyler yapmak için attığım bir adımı simgeliyor. Son dönemde nasıl şarkılar yazmaya başladın?Ben hiçbir zaman oturup tek bir tema ya da fikir üzerine üretim yapan biri olmadım. Sözleri olmayan piyano besteleri, gitarla yazılmış parçalar, klavyeyle yazılmış parçalar yazdım, yazıyorum. Hangi yöne evrileceği hiç belli olmuyor, ta ki ben 20 tane favori seçene kadar… 30 yaşındasın. Bu yaşın bir kadın olarak değişimleri senin için nasıl oldu? 31 oldum aslında ama 30 yaşım benim için sert geçti. Geride kaldığı için çok mutluyum.Daha önce de İstanbul’a geldin. Bu şehire dair neler hatırlıyorsun?Arkadaşım Hakancan’la buluştuğumu hatırlıyorum ve her yerde gördüğüm kedileri… Anadolu yakasında vapura binişimi ve tabii Kapalı Çarşı’dan çeşitli baharatlar ve halılar aldığımı anımsıyorum. Beraber Lee Fields’i dinlemeye gitmiştik ve tüm gece boyunca dans etmiştik. İstanbul’da geçirdiğim zaman benim için çok özeldi ve yeni arkadaşlar edinmiştim.
Geçtiğimiz hafta sonu alternatif müzik sahnesine son dönemde yaptığı işlerle sanatsal bir dokunuş da getiren In Hoodies’in Tantana Records etiketiyle yayımlanan Circling The Cage EP’sinin Salon İKSV’de gerçekleşen lansman konserindeydim. Dört şarkıdan oluşan EP, In Hoodies’in çok daha sert ve asabi bir müzikal tavra sahip olmaya başladığının kanıtydı. Bu asabilik olumsuz değil, tamamen sesi daha yüksek çıkan enstrümanlar, çok daha hırçın şarkı sözleri ve vokal tekniği olarak tanımlanabilir. Vokal Murat Kılıkçıer’in projesine adını verdiği metafor kapüşon artık başından çıkmıştı. Vibes İstanbul stüdyolarında kaydedilen albümde müzisyen olarak Yasemin Özler, Feryin Kaya, Todd Gibson, Murat Yakupoğlu, Memet İncili ve Ozan Bankoğlu imzalarını da görüyoruz. EP’nin kapak çalışması ise Kerem Ardahan ve Big Baboli Print House’a ait.EP’nin giriş şarkısı No Tabula Rasa’da synth’ler şarkıya yenilik yerine tam bir kişilik katmış. Aynı şekilde That’s’deki gitar trafiğinin dinleyicisini harekete geçiren kuvvette olduğu kesin. It’s Alright ise solo gitar, yaylılar ve sakin vokalleri ile 90’lardan bugüne gelen grunge türünde bir balat dinliyormuşuz hissi veriyor. Aslında bir bakıma In Hoodies’in biraz depresif tavrını da EP’de en derinden hissettiren şarkı.In Hoodies, Circling The Cage lansmanına çok da sıkı hazırlanmıştı. Ana akımdaki birçok rock grubunun es geçtiği ayrıntılar o gece bizi selamlıyordu. İçeri girer girmez grubun merch standına hayranlıkla baktık. Özel olarak tasarlanmış afiş, çanta ve sticker’lara bayıldık. Albüm kapağındaki karakterler koleksiyon bebek olarak alınmayı bekliyordu. Yine EP için özel tasarım plaklar da gözden kaçmadı. Lansman konserinin sadece yeni şarkılar söymekten ibaret bir etkinlik olmadığını, umarım günün birinde şarkıları milyonlarca dinlenen müzisyenlerimiz de anlayacak. Krakow Loves Adana’nın minimal sesleriYaklaşık bir yıldır dönüp dolaşıp dinlediğim Hamburg merkezli grupla sizi de tanıştırmak isterim; Kraków Loves Adana. Hamburg’daki bir gece kulübünde tanışan Deniz Çicek ve Robert Heitmann kısa süre içinde müzik yapan bir çifte dönüşür. Ailelerinin Almanya’ya göçtükleri şehirlerin adı da gruplarının adını oluşturur. Çiçek bu buluşmayı şöyle tarif eder “Aşk nereden geldiğinizi sormaz, nereye gitmek istediğinizi sorar.” Yeni albümleri ‘Songs After The Blue’ ise online müzik kanallarında dinlenebiliyor. Deniz’in kaotik ve retro bir ses tonu var. Grubu dinlerken melankolik bir tavır takınıyorsunuz, şarkıların nakaratında ise birden güneş aydınlanıyor. Tıpkı Almanya’da geçen uzun bir gecenin başı ve sonu gibi... Indie rock türünde müzik yapan grubun gitarları yine Deniz’den, Robert da synth ve gitar çalarak sahnede. Son albümden favori şarkılarım ise Rapture ve Hamburg.Grubu yeni keşfedenler içinse önerilerim False Alarm ve Dirt Drug parçaları... Minimal sound sevenlerdenseniz, bu grubu es geçmeyin. Umarım İstanbul’da da günün birinde canlı dinleyebiliriz.
Almanya’nın son dönem müzik sahnesine hediyelerinden biri, Roosevelt. Setleri ile dijital bir kompozisyon yaratan sanatçı, keskin hatları olan parçalar tasarlıyor. 22 yaşındaki Marius Lauber ya da Roosevelt dünyanın en ünlü kulüplerinde dans pistini büyüleyici bir hale getiriyor. Sanatçı, 6 Nisan Cuma akşamı Zorlu PSM’de gerçekleşecek Sónar Istanbul’da SonarClub sahnesinde olacak. Özellikle Türk izleyicisinin yakından takip ettiği Roosevelt, performansı öncesinde ise sorularımı yanıtladı...Elektronik müzik yapan müzisyenler için Sónar önemli bir festival mi?Kesinlikle. Sónar, festival mevsimindeki en büyük isimlerden. İstanbul versiyonu hakkında da çok iyi şeyler duydum.Çaldığın en iyi sahne hangisiydi ve neden?Barselona’da Primavera Sound’da gece yarısı çok iyi bir performansımız olmuştu. Son senelerdeki favorimiz bu sanırım. Müziğinde pop ve disko sound’uön planda. Müziğinin DNA’sını ne oluşturuyor?Janr isimleriyle açıklamam pek mümkün değil. Bana ilham veren ve beni stüdyoya girmem için motive eden her şey diyebilirim. Bu, çılgın bir gece kulübünden yeni bir radyo hitine kadar her şey...Yaptığın müzikte sözlerin önemi müzik kadar yüksek mi?Müzik benim için her zaman ilk sırada gelir. Hala biraz soyut olmalarına ve müziğe uyum sağlamak için var olsalar da, sözler de gözümde seneler içinde gittikçe önem kazandı.Laptop setlerin hayranı olmadımFestival setlerini nasıl oluşturmaya dikkat ediyorsun?Bence insanlar müziğin nereden geldiğini görmek istiyorlar. Hiçbir zaman canlı laptop setlerinin hayranı olmadım ve performans sırasında bilgisayara bakmaktan hep kaçınmak istedim. Yapılan performansta bir melodi veya ritim duyduğumda, onu sahnede birinin canlı çaldığından emin olmak isterim.Alman müzisyenler ya da DJ’lerin son dönemde müthiş işlerini dinledik. Özellikle Berlin müzik sahnesinin bu kadar değerlenmesini neye bağlıyorsun?Elektronik müzik burada hep varlığını hissettiriyor. Alman sanatçıların pop tınıları taşıyan parçalarında bile club müziğine bir takdir gösterildiği hissediliyor. Sanırım insanlar da bundan hoşlanıyor.Yaptığın işlerde kimin fikri her zaman önemlidir?Arkadaşlarımın. Genellikle en dürüst onlar davranıyor, bir parçayı beğenmediklerinde bana hemen söylüyorlar.İstanbul izleyicisiçok çılgındıSetin başında dans etmeyi sever misin? Yoksa kontrol her zaman elinde mi olmalıdır?Tam bir kontrol delisiyim!Geçtiğimiz yıl İstanbul’daki performansının biletleri tükenmişti. İstanbul’un enerjisini nasıl tarif edersin?Salon’daki performansımız inanılmazdı! İnsanlar çok çılgındı. Geçen senemizin en öne çıkan performansı diyebilirim. Peki, dinlediğin en iyi dans şarkısı neydi?Diana Ross-Upside Down. Son zamanlarda ise Londra’dan bir sanatçı/prodüktör olan Yehan Jehan’a ilgi duyuyorum.Teknonun en sert hali6 Nisan Cuma günü Sónar İstanbul’un SonarClub sahnesinde günü aydınlatacak isim ise DJ Ferhat Albayrak olacak. Albayrak, kurduğu plak şirketi Jeton Records ile Zorlu PSM’de Jeton geceleri düzenliyor ve son dönemin gerek setleri gerekse sahne tavrı ile beğeni toplayan isimlerini ağırlıyor. Albayrak’ın heyecanı yüksek setlerinde tekno müziğin ruhuna uygun bir şekilde agresif ses patlamalarına da şahit olabiliyorsunuz. Sanatçı yaptığı çalışmalarda sevdiği şarkılara da yer vermeye gayret ediyor. Şimdinin gençlerinin Depeche Mode’u bile keşfetmediği bir dönemdeyiz. O yüzden karşısındaki genç kitle için sevdiği şarkıların remikslerini yaptığı setleri çalmaya gayret ediyor ki ‘Shazm’ ile bulup da öğrensinler. Bir bakıma dünün ve bugünün bir birleşimini sunuyor. Albayrak’ın müzikal anlamda en büyük hayali ise büyük bir klasik müzik orkestrası ile elektronik müziği bir araya getireceği canlı bir performans sergilemek. Plak şirketi Jeton ile yakın zamanda yurt dışında çok özel performanslar da sergileyecek. Ferhat Albayrak’ı Tiflis’te bulunan bir stadyumun altına açılan ve son dönemin ünlü kulübü Bassiani’de, Berlin’in underground mekanı Kosmonaut’da, Ibiza’nın çılgın partileri ile ünlü kulübü Privilege’de ve her DJ’in mutlaka yer almak istediği Amsterdam Dance Event 2018’de izleme şansımız olacak. Ama öncesi merak edenler için Albayrak, elektronik müzik ve sanatın iç içe kendine yer edindiği Sónar Festival sahnesinde olacak. Performans kaçmaz!