Berlin’de gerçekleşen Red Bull Music Academy kapsamında Nina Kraviz ve Janelle Monáe’nin atölyelerinde müzikal dünyalarını dinledik...Berlin’deki tarihi birçok ana şahitlik etmiş mekanların müzik ile iç içe geçmesine hep hayran kalmışımdır. Gecenin sabaha döndüğü saatlerde eski bir elektrik santralinden gece kulübüne dönüşmüş bir mekandan çıkarken müzik Berlin’de iliklerinize kadar işler. Bu dönüşümü yaşamış en kendine has mekanlarından biri de bir dönem Alman devlet radyosuna ev sahipliği yapan Funkhaus. Mekan, 60’lı yıllarda dev bir stüdyo kompleksine dönüşmüş ve bugün şehirden ayrı düşünülmeyen tekno müziğin de en önemli müzisyenlerinin kayıt yaptığı tarihi bir yapı haline gelmiş. Avrupa’nın en önemli ikinci stüdyosu Funkhaus, beş hafta boyunca dünyanın dört bir yanından gelen 61 gelecek vaat eden müzisyeni 20. yılını kutlayan ve yeniden evine dönen Red Bull Music Academy kapsamında da ağırlıyor.61 genç müzisyen teknik imkanları dışında ilham olarak da kusursuz bir alan yaratan Funkhaus’ta müzikal dillerini yaratıyor, çeşitli stillerden, metodolojilerden gelen öncü sanatçılarla işbirliği yapıyor. Türkiye’den ise şarkıcı/söz yazarı Loradeniz, elektronik sound’ları ile fark yaratan Robogeisha ve görsel ile işitseli bir arada sunan Akkor, önemli müzisyenler ile buluşan isimler. Red Bull’un kendi çatısı altında ders verdiği öğrencileri dünyanın birçok önemli festivaline hazırlaması, içlerindeki potansiyeli dışa vurmaları için onlara alan yaratması oldukça takdir edilesi bir tavır. Keza söyleşisine katıldığımız şu an dünyanın en önemli DJ’leri arasında yer alan akademinin eski öğrencilerinden Nina Kraviz buna iyi bir örnek. Nina, 2005 yılında Rusya’dan akamediyi kazanmış isimlerden biri. Yıllar sonra belki de kendisi gibi bir yıldız olacak akademi öğrencilerine şefkatle yaklaştığı bir dil kullanıyor. Nina, “Akademiye katıldığımda müzik konusunda oldukça açtım ve bakış açımı geliştirmem için diğer müzisyenlerle bir arada olmam gerekiyordu. Bir süre sonra müziğin beni mutlu etmesi önemli oldu, doğru beni bulmak için kaçış oldu. İnsanlar benim müziğimle dans ederken delirmiş gibi de hissediyorum” diyor. Altını çizdiği ayrıntı ise şehir kültürlerinin elektronik müzik sahnesini geliştirmesi... Zaten son dönemde gençlerin en çok bahsettiği şehirlere baktığınızda müzik ile sokağın ahenkle bir araya geldiğine şahit oluyorsunuz; Berlin, Tiflis, Barselona...Berlin’den İstanbul’a 12 saat müzikHemen ertesi gün ise afro Amerikan kültürünün genç yüzlerinden aktirst-müzisyen Janelle Monáe’nin söyleşindeyiz. Dirty Computer albümü ile son dönemin en çok ses getiren ismi... Bize bilgelik dolu sözler söylerken oldukça açık sözlü Janelle, yarattığı “afrofuturistik funk”ın inceliklerini anlatırken prodüktörü Brian Wilson’ın ne kadar önemli olduğunu belirtiyor. Modern pop ikonu çalışmalarını kültürel açıdan anlamlı, sosyal olarak etkili olduğunu söyleyerek müziğin nasıl sosyal statüleri de ortada kaldırdığına şahit oluyoruz. Janelle, “Müziğimle bir deneyim ortaya koymaya çalışıyorum. Sanat yaptığımdan emin olmak, bunu hissetmek ve yaşatmak istiyorum. Müzik benim kadınlığımı kutladığım da bir alan. Dirty Computer albümü de bir kavram. Dünyaya atılmış bir virüs olmadığınızı gösteren bir olgu. Ben afro-Amerikan işçi sınıfından gelmiş genç bir kadınım ve değişimi sağlayarak kendi iş dünyamı yaratabildim. Müziğimi kalbimde hissederek hayalimi dizayn ettim. Baskılara şarkılarımla cevap verdim. Bunu sanatınız ile siz de yapabilirsiniz” diyor. Sadece bir akademiyi ziyaret etmiyoruz anlayacağınız, müziğin çabalar ve kendi kültürünüz ile harmanlanınca nasıl kitlelerce hissedebildiğine de tanık oluyoruz bu iki kadın müzisyenin konuşmasında...Berlin’deki Red Bull Music Academy’nin 20. yılını kutlamak ve o ruhu İstanbul’da da hissetmeniz için Red Bull Music Festival özel bir gece organize etti. 29 Eylül günü Beykoz Kundura Fabrikası’nda 12 saat kesintisiz müzik ile Talaboman, Fennesz gibi birbirinden değerli müzisyenler setin başında olacak.
BKM organizasyonuyla bu ayın başında izlediğimiz Imagine Dragons konseri hiç şüphesiz müthiş bir enerjiye sahipti. Grup öncesi ise İngiliz müziğinin ruhunu hala taşıyan The Vaccines sahnede yerini aldı. Ben de sahne arkasında bu fazlasıyla eğlenceli vokal Justin Hayward-Young ve gitarist Freddie Cowan ile bir araya geldim. Yeni albümleri Combat Sports’un ortaya çıkış sürecini derinlemesine konuştum.Yeni albümünüz Combat Sports’a gelen reaksiyonları nasıl yorumluyorsunuz?Justin Hayward-Young: Bu şarkı ilk çıktığında yani albümü daha yayınlamadan çok iyi reaksiyonlar almıştık. Şarkıyı konserlerde çalmaya başladığımızda daha önce kaydettiğimiz diğer şarkılardan çok daha farklı hissettirmiştik. Bu daha önce yaptığımız işlerle pek alakalı değildi.Freddie Cowan: Diğer albümlerimizden farklıydı. Ama bu albümde eğlence anlamında en yüksek noktaya ulaştık. Müzikal anlamda en keyif aldığımız işti. Justin: Biz bu şarkıyı albümün adı olarak da seçtik. Zaten birçok duyguyu barındırıyor. Öfke, heyecan, mücadele, vazgeçiş, umut, kayıp…Freddie: Sanki bu albüm sizinle bir iletişim kuruyor ve sizi sallayıp kendinize getiriyormuş gibi hissettiriyor.Combat Sports’ın özellikle rock türü olduğunun altını çiziyorsunuz. Günümüzde rock yapmak eski moda mı? Justin: Rock müzik zamanı ve dönemi değiştiren bir tür. Yeni bir akım yaratacak güce sahip. Şu an elektronik müzik soundu ise aynı şeye sahip değil. Bu türe sadece Kraftwerk iyi bir örnek... Sound olarak onlar rock müziğinin de üstündeydi. Şu anki elektronik müzik ise aynı değil. Muse, Imagine Dragons gibi eski moda rock yapan havalı rock gruplar hala var. Bizim müziğimiz de eski moda. Bu sadece seçim ve zevkle alakalı.Freddie: Krafwerk elektronik müzik işaretleri olan synth’ler kullanıyordu, ama müziğine gitar da ekliyordu. Bence Combat Sports’da da aynı şey geçerli. Modern bir tarzı ve zevki var. Müzik üretim süreciniz nasıldır?Justin: Oldukça zor. Önce müzik ortaya çıkıyor ve onları gruba taşıyorum. Eğer benim hissettiğim rengi onlar da hissederse düzenlemeye hep beraber başlıyoruz. Sözlerin ise kişisel tecrübelerden olmasına önem veriyorum. Yazdığım sözlerin dürüst olmasına da dikkat ediyorum.Freddie: Dikkatini çekmek istediğimiz nokta biz bunu gerçekten tutku ile yapıyoruz. Gelişi güzel sololarla tutku ile yapılmamış bir müzik ortaya çıksın istemiyoruz. Her şeyin bir bütün olmasına önem veriyoruz. Bizden o andan çıkmayan hiçbir şeyin müziğimize yansımasını istemiyoruz. Bir şarkıda ilk izlenime inanıyorum. Şarkının birden seni içine almasını isterim. Ve gerçekten o şarkı senin için kolayca akıp gitmeli.Grubun kimyasını nasıl tarif edersiniz?Justin: Beşimiz de sürekli şekil alıyoruz ve değişiyoruz. Bu çok kompleks bir şey. Bu değişim iyi bir kimya, çoğu zaman. Özellikle şu an hiçbir zaman olmadığı kadar iyiyiz. Hepimiz arkadaşız, bu da işi kolaylaştırıyor. Çünkü günün sonunda çalıştığın kişilerle uyumlu olmalısın. Freddie: Aramızdaki balans tamamen oturmuş durumda. Hatta bazen aramızda bir telepati bile oluşuyor. Mesela sahnede mi?Justin: Evet, çoğunlukla… Stüdyoda da aynı şekilde ne düşündüğümüzü anlıyoruz. Seyirci sizi yönetmez sadece yol gösterirSahnede Justin asla yerinde duramıyorsun. Oranın sırrını nasıl anlatırsın?Justin: Youtube’da bir video var. Yorumlara bakıyordum, iyi yorumlar varsa görmek isterim. (gülüyor) Herkes sert bir şeyler aldığımı düşünmüş. Gözlerim yüzünden… Orada bir tartışma olmuş hatta. Hayır, bir şey kullanmadım sadece sahnede çıldırıyorum. Sahne sana olmadığın bir kişiye dönüşmen için yeterince şans veriyor. Herhangi biri olabilirsin orada. Ama günün sonunda yine kendin olmalısın. Arkadaşlarım diyor ki “sahnede farklı bir aksan kullanıyorsun.” Evet, çünkü bunun sebebi sahnede kendim gibi olmak istemiyorum, herhangi biri olmak istiyorum. Çünkü performansımdaki güç buradan geliyor. Ama ne olursa olsun kendinden de kaçamıyorsun. Hayranların reaksiyonları önemli oluyor mu?Justin: Evet, hem de çok… Onlar sizin üretiminize eşlik eden bir güç gibi. Performansımızın üzerine çok etkisi var. Biz onlar tarafından var oluyoruz. Ama seyirci bizi yönetmiyor, onlardan aldığımız tepkiler bize rehber oluyor. Freddie: Hala hayran konseptini oldukça ilginç buluyorum. Sizinle yüz yüze tanışmak istemesi değişik geliyor. Sizi motive eden şarkılar neler?Justin: If You Wanna çok özel bir şarkı. Bilirsin bu şarkıyı performe ettiğimiz zaman hemen coşkuyu alabiliyorsun.
Şehrin en yeni festivali ‘fizy İstanbul Müzik Haftası’ kapsamında Erlend Øye&La Comitiva, 19 Eylül akşamı Zorlu PSM sahnesinde olacak. Özellikle Kings of Convenience’den tanıdığımız Erlend, bu projesinde İtalya’nın denize nazır kasabalarına iniyor ve naif bir müziğin içine bizi sürüklüyor. Erlend ile konser öncesi müziğinin son dönemde nasıl şekillendiğini konuştum.Dünyanın bu kadar çok dijital ile içli dışlı olduğu bir dönemde sen daha farklı bir yol izliyorsun. Dört kişi ukulele ve klasik gitarlarla sahneye çıkıp müthiş bir performansa imza atıyorsun. Sizin müziğiniz ile dinleyici bir bakıma da dış dünyadan uzaklaşıp arınıyor mu?Şu anki projemde bir ukulele, bir cavaquinho (metal tel kullanılan bir Brezilya ukulelesi), bir çelik telden yapılan gitar ve bir klasik gitar bulunuyor. Bunlar bir araya gelince bana göre çok heyecan verici bir sound oluşuyor. İnsanların gülümsemesine, biraz dans etmesine ve kendi belleklerinde bir yolculuğa çıkmasına yardımcı oluyoruz.Naif şarkılar yazmanı sağlayan ilham kaynakları neler?Bundan yaklaşık bir sene önce ukulele çalmaya başladım. Birinin bana 40. yaş doğum günü hediyesiydi. Ukulele, gitardan biraz daha farklı; bu yüzden beni daha farklı, daha sade şarkılar yazmaya teşvik etti. İtalyan müziğinden ve La Comitiva’yla yaptığımız Latin müziklerinden de ilham aldığımı söyleyebilirim. Küba, Brezilya ve Sicilya müzikleri de etkilendiklerim arasında. La Comitiva ise Siraküza’da gerçekleşen partilerde doğdu. 4-7 kişi bir araya gelip Küba, Brezilya ve Sicilya müziklerinin coverlarını yapıyorduk. Onları o dönem birkaç konser gerçekleştireceğim ve tatil yapacağım Şili’ye davet ettim. Sonra profesyonel olarak çalışmaya başladık ve bu konsepti geliştirdik.Yaşadığın ülkeler Almanya, İtalya ve Norveç, bu üç ülkeyi müzikleri bakımından nasıl tanımlarsın?Bütün ülkelerin spesifik bir müziği olduğuna dair bir düşünce var, ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Küresel dönemde böyle bir şey yok. Ülkelerin değişik müzik tarzları var fakat hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri dinliyoruz. Yalnız, Almanya’daki techno sahnesinden ayrıca bahsetmeliyim. Almanya’da birçok insan techno’dan anlıyor ve bu müzik türüne farklı, özel bir yaklaşımları oluyor. İtalyanlar için şarap neyse Almanlar için techno o. İtalyanca, romantik şarkılar için de çok uygun bir dil. Öyle bir şey ki, söylemek istediğiniz herhangi bir şeyi İtalyanca olarak yazıp şarkı haline getirin, ne olursa olsun güzel duyulacaktır.Acılarını haykıran şarkıları sevmiyorumDinleyicilerin devamlı farklı projelerin içinde olmanı sence nasıl karşılıyor? Beni yakından takip edenler bunu problem etmiyor; fakat diğerleri bazen tam olarak ne yaptığımı anlayamıyor ve beni takip etmekte güçlük çekebiliyor. Bazı insanlar aynı anda birden çok proje yapmayı uygun görmüyor ama ben her zaman projelerim üzerinde paralel olarak çalışanlardanım. 2008’de hem Kings of Convenience ile hem de The Whitest Boy Alive ile turneye çıktım. 2006’da da aynı iki grupla turnedeydim, aynı zamanda DJ olarak da çalışmalarımı sürdürüyordum. Bu sene solo projeme odaklanmış durumdayım. Tabii ki aynı zamanda Kings of Convenience üzerine de çalışıyorum. Tek tip müzik yapmak seni sıkıyor mu?Evet, bazen Kings of Convenience’ın ait olduğu janr beni sıkabiliyor. Devamlı büyük acılarını haykıran ve şarkılarına “ben” diliyle başlayan şarkıcı-şarkı yazarlarından çok sıkıldığım oluyor; “ben” kelimesiyle birlikte hep kendilerinden bahsediyorlar. Bunlar yüzünden müziğimi daha sade, daha hafif yapmaya çalışıyorum. Çok ağır müzikler var, bana fazla geliyor. Daha önce İstanbul’da konserler verdin, buraya dair neler hatırlıyorsun?Çok güzel yemek yediğimi hatırlıyorum. Daha önce Berlin’de yaşadım ve orada yediklerimin Türk yemeği olduğunu düşünürdüm, yanılmışım. Çok güzel sebze yemekleriniz var, yeniden tadabilmek için sabırsızlanıyorum. Birkaç sene önce İstanbul’da küçük bir dükkandan küçük bir gitar almıştım, onunla şarkılar yazdım. Tekneye binişimi ve Karadeniz’e gidişimi de unutamıyorum, harika bir deneyimdi. Genel olarak şehirde yürümekten, hayatı ve insanları gözlemlemekten de çok keyif almıştım. Konser vermeyi en çok sevdiğin festival neresi?Favori festivalim sanırım Hollanda’da gerçekleşen Into the Great Wide Open; bir de Danimarka’da gerçekleşen Roskilde Festival var. Konser vermekten hoşlandığım mekanlar arasında da Kopenhag’daki VEGA ve Berlin’deki Funkhaus var. İtalya’da, Padova’da Sala dei Giganti isimli muhteşem bir yerde çalmıştım. Çok eski bir ev ve duvarlarında 400-500 yıl öncesinden kalma, şehrin tarihini yansıtan tablolar var. Konsere gidiyor musun? Konserlere çok sık gittiğimi söyleyemem, bu konsept benim için yıllar içinde yıkıldı sanırım. Neredeyse tüm konserlerin çok gürültülü olduğunu düşünüyorum. Diğer müzisyenlerle vakit geçirmekten keyif alıyorum.
Bugün ve yarın Salon IKSV sahnesinde son dönemin en etkili seslerinden biri olan Warhaus’u izleyeceğiz. Belçikalı indie rock grubu Balthazar’ın da sesi olan Maarten Devoldere’nin bu solo projesi özellikle ‘Love is Stranger’ şarkısı ile kitlelerce tanındı. Leonard Cohen, Serge Gainsbourg ve Tom Waits arası çizgideki sesi ve fazlasıyla havalı tavrıyla Warhaus’u çekici kılan etkenleri konuştum.Salon hayranlarından ‘Bu sene İstanbul’da bizim sahnemizde kimi görmek istersiniz’ diye istek listesi yaptı ve o listeden siz çıktınız. Dünyanın başka bir yerinde müziğine tutku ile bağlanan dinleyicilerinin olması ne hissettiriyor?Müziğimin bütün dünya tarafından tanınıp sevildiğine inanmak çok zor. Warhaus turnesine başladığım zaman bu kadar olumlu geri dönüşler alacağımı neredeyse hiç beklemiyordum. Bu yüzden de karşıma çıkan her dinleyiciye karşı minnettar hissediyorum.Bir önceki grubun Balthazar’dan yola çıkarsak eğer bir grupta yer almak mı yoksa solo mu müzik yapmak daha zor?Bence her ikisinin de artı ve eksileri var. Bir grupla beraberken akışa göre ilerliyorsun, ama onlarla beraber bir turne gerçekleşirken o zaman sürece bağlı olarak daha belirsiz ve bağımsız olabiliyorsun. Warhaus ile beraberken çevremde olup biten şeyleri daha çok algılamam lazım ve en önemlisi daha duyarlı olmalıyım. İş benim de elimde olmalı. Yasak aşk ve şehvet ilham kaynaklarımWarhaus’un şarkılarının oldukça sinematografik ve karanlık bir dünyası var. Aslına bakarsan vokal tarzından dolayı şehvetli de diyebiliriz... Şarkıları oluştururken nasıl bir dönemdeydin?Ben her zaman gerçek hayat deneyimleri ve tecrübelerinin üzerine şarkılar söyledim. Şehvet, ihanet ve yasak aşk hakkında yazmak çok kolay çünkü hayatımda sürekli olan durumlar. Bu konuları her zaman çok sevdim. Çünkü hayatımı fazlasıyla işgal ediyorlar, şu an bu durumların içindeyim. İnsanları sevmek istedim ama yapamadım. Yalnızlığım da ilham oldu bana. Warhaus başarılı olmasaydı ne hissederdin? Benim müzik yapmaktaki hedefim asla başarı olmadı. Sadece müzik yapmaktan zevk aldım. Biliyor musun, eğer şu an şarkılarımın hepsini herhangi bir sokağın köşesinde de çalsam benim için fark etmez. Aslında ben her zaman şarkı yazıyordum Warhaus yokken Balthazar için yazıyordum. Tıpkı bir dişçinin diş çekmeyi sevmesi gibi ben de şarkı yazmayı çok sevdim. Sevdiklerin ya da sevmediğin şeyler için şarkı yazmaktan daha romantik bir şey yok. (gülüyor) Hayranlık kavramını anlamıyorumTürkiye’de çok fazla kadın hayranın var. Konser tarihi açıklandığında sosyal medyada çığlıkları duyar gibiydim. Kadınların müziğine etkisini nasıl tarif edersin?Bunun pek de farkında değilim. (gülüyor) Sanırım bir şarkıcı ya da grup için duyulan hayranlık, müziğin kesin bir parçası olmuştur. Bunu kişisel olarak pek anlamıyorum. Herkesle aynı havayı soluyorum, önümdeki insanla aynı bardaktan bira içiyorum. Hayranlık sadece bir illüzyon. Bir insanın kusurlarından çok daha etkilenirim. Neler izlemeyi çok seversin?Eski Fransız filmlerini izlemeye bayılıyorum. Franz, La Regle du jeu ve Violette&François benim favori filmlerim.
İstanbul sahneleri ısınmaya başladı. Birçok mekan bu sezona tüm zorluklara rağmen ne kadar güçlü girdiğini line up’ları ile kanıtladı. Sezonda bizi yerimizden kaldıracak, yepyeni anılar yaratacak, en önemlisi hayranı olduğumuz sesi canlı dinleme şansını yakalayacağımız konserlerden kendi adıma en ilgi çekicileri sıralıyorum. “Artık ülkemize de hiç yabancı müzisyen gelmiyor” gibi ağlamalar yerine harekete geçip bu güzel sezondan payınıza düşen sanatçıyı seçme vakti...- Belçikalı müzisyenlere karşı Türk izleyicisinin bir zaafı olduğuna hem fikiriz. Oscar and The Wolf bu duruma en büyük örnek... Online müzik kanaları sayesinden adını duyuran Warhaus da bunlardan biri. Maarten Devoldere’nin Love’s A Stranger şarkısındaki gibi sahnedeki serseri tavırları, buğulu sesi onu yakından görmek için oldukça önemli nedenlerden. 14-15 Eylül’de Salon IKSV sahnesinde tabii ki kaçmaz.- Kings Of Convenience’dan tanıdığımız Erlend Øye geçtiğimiz yıl İtalya’nın kırsallarında fazlıca vakit geçirince oranın müziğine dair işler de yapmaya başladı. Üç kişiden oluşan La Comitiva ile genellikle sahil kasabalarında konserler verirken bir anda büyük sahnelere geçiş yaptılar. 19 Eylül günü Zorlu PSM-Turkcell Platinum Sahnesi’nde naif sözler, ukelele, klasik gitar ve üflemelerle yapılmış melodilerini seslendirecekler.- 10 Ekim günü kadınların sahnenin tüm hakimiyetini alacağı La Luz, Salon IKSV sahnesini şenlendirecek. Sanatsal anlamda ilham verici melodilerin yaratıcıları, Seattlelı surf rock grubu sahnede de en az kliplerindeki kadar renkli.- Beyrutlu Mashrou’ Leila’yı keşfetmediyseniz hemen Youtube’a isimlerini yazıp dinleyin. Komşu ülkelerin en dikkat çekici seslerine yer veren Salon İKSV, grubu 29 Eylül günü ağırlıyor. Ben vakti zamanında Beyrut’ta inanılmaz bir izleyici kitlesi ile izleme şansını yakalamıştım. Indie müziğine kendi kültürlerini de katarak nasıl çizgi dışı hale getirdikleri sizi şaşırtacak.- Ought, 8 Kasım’da Babylon’da olacak. Eski Babylon günlerinden kalma bir gün gibi konser... Post-punk türünün en kendine has vokallerine sahip Montreal çıkışlı grup, yeni albümleri “Room Inside The World” kapsamında ülkemizi ziyaret ediyor.- Elektronik müziğin en köklü ve ilham verici isimleri hiç şüphesiz Fransa’dan çıkıyor. 28 Eylül günü Zorlu PSM Studio’da oldukça retro seslerin yaratıcıları L’Impératrice’ı dinleyeceğiz. Funk ritimleri ile de kalabalıklar arasında yapayalnız dans ediyormuşsunuz hissini yaşayacaksınız.- Zorlu PSM’de en merakla beklediğim konser ise Imogen Heap ve Guy Sigsworth (Frou Frou) projesi. 26-27 Ekim’de izleyeceğimiz grup, müziğin sadece işitsel bir sanat değil gözlere de nasıl hitap ettiğini bize gösterecek.- Türk hayranlarının gönlünde ayrı bir yeri alan God is an Astronaut 14 Aralık günü Zorlu PSM Studio sahnesinde olacak. İrlandalı post-rock üçlüsü bir kış günü büyüleyici melodileri ile bizi yine hayal dünyasına sürükleyecek.- Bu önerim ise sadece merak. Videoları Youtube’da milyonlarca izlenen Poppy, 3 Ekim’de Babylon’da. Aşırı saçma videolarına ben de denk geldim. Her sosyal medya ünlüsü gibi şarkıcı oldu. Nasıl garip bir sahne performans sergileyecek acaba? Enteresan bir deneyim!
Spotify’ın ülkelere göre ‘Viral 50’ ve ‘En İyi 50’ listelerini dinlerken klişe gelebilir ama dünyanın kocaman bir global köy haline geldiğini müzik bakımından da görmüş oluyorsunuz. Dijital müzik platformlarını kullanan neredeyse herkes şu sıralar Drake, Cardi B, Calvin Harris dinliyor. Herhangi bir ülkenin, herhangi bir listesine tıkladığınız an bu isimler değişmiyor. Bu ülke ülke müzik keşfetme sırasında Kuzey Avrupa’da durumun biraz daha farklı olduğunu fark ettim. Özellikle viral listesinin yarısından fazlası oldukça genç Kuzeyli sanatçılara ayrılmış. Bu keşif turunda İran asıllı Norveçli Amanda Delara’nın önce müziğine sonra verdiği röportajlardaki tutumuna hayran kaldım.21 yaşındaki Delara, R&B türünde müzik yapıyor. Şarkı sözleri kadar klipleri de bir o kadar çarpıcı. Dikkat çekici ve oldukça güçlü bir vokali var. İlk parçasını 2016 yılında yayınlayan Delara, yaşıtlarının sabun köpüğünü andıran müziğinin tam tersi bir tutumda. Verdiği röportajlarda politik şarkı sözlerine dair şu yorumu yapıyor: “Müzik yapıyorsanız eğer sınırları aşarak insanların düşünmesini de sağlamalısınız. Bu dünya hakkında bir şey söylebildiğiniz sanata inanıyorum. Bu kadar çok insanın aşk hakkında şarkı yazdığını düşünürsek eğer aşk evrenseldir. Güvenli sanatçılar da buna tutunur. Ben ise zorlu taraftayım.” Genç müzisyenlerin kendinden emin olmasına hep hayran kalmışımdır. Tabii bu bilinçli bir bilgelik. Size yeni ufuklar açan ve yeni melodiler duymaya iten cinsten...Tarzını en belli eden çalışması ise ‘Dirhazm’ şarkısının klibi. Zaten ilhamları arasında politikacılar olduğunu belirtiyor. Kanye West ve Rihanna gibi isimlerle iş yapan prodüktör The Dream ile çalıştığı ‘New Generation’ şarkısına bayıldım. Yaşıtlarına kendilerini sevmelerini ve zorbalık yerine bir olmaya dair öğüt değil sadece öneride bulunuyor. Elektronik soslu şarkısı ‘We Don’t Run From Anyone’ ise isminin kitlelerce duyurulmasını sağlıyor. Özellikle bu şarkıda sesi oldukça vahşi bir şekilde kulağa tınlıyor...Bu yılın ortasında çıkardığı ‘Running Deep’ albümü ise müzikal anlamda her geçen gün daha da ileriye gittiğini bize kanıtlıyor. Amerikalı müzisyenlere onların müziğini Norveç’ten yola çıkarak daha iyi nasıl yapılacağını gösteriyor. Norveç basının da dediği gibi ‘pop’un politik de olabileceğini net bir şekilde şahit oluyoruz. Bu albüme dair yine çok yerinde bir açıklama yapıyor, “Bilgi ve bilginin yayılması için yükümlü hissediyorum kendimi. Çünkü nefret ve önyargılar genellikle cehalete çarpıyor”... Vasatlaşan pop müziğin özünü de bu cehalet oluşturmuyor mu zaten? ‘Keep Your Dollars’ şarkısında mesela her şeyin para ile satın alınamayacağını vurgularken, yeni neslin o kadar da sıradan olmadığını biz umutsuzların kafasına vura vura belirtiyor. Delara’nın müziğine dair kafa yorarken sözleri ve İran kökenini es geçmemek gerek. İncelikli düşünülmüş bir müzik ve klasik müzik eğitiminden dolayı sesini geniş ölçüde kullanabilmesi de onun alameti... Şu sıralar yeni şarkılar duymak isteyenler için ısrarla öneririm Amanda Delara’yı!
Bir konsere gitmeden ana isimden önce çıkacak ön gruplara da dikkat ederim. Alana gidiş zamanlamasını da ona göre yaparım. Yapılan konserin tamamlayıcısıdır ön isim... Ön grup dışında aralarda çalacak DJ’e kadar her şeyin bir bütün olması gerektiğine inanlardanım. Sahneyi gecenin süper starına bırakmadan önce seyirciyi amiyane tabirle gaza getirmek oldukça zorlayıcı olabilir. Yıllar evvel Rock’n Coke’ta Placebo konseri öncesi Editors sahne almış kalabalık o kadar onları ciddiye almamıştı ki seyirciye sinirlenen Tom Smith, gitarını bizim üstümüze atmıştı. Yine İstanbul’da gerçekleşen Two Door Cinema Club konseri öncesi Metronomy geceyi ısıtmışdı. Alanda Two Door Cinema Club değil de Metronomy için gelen birçok kişiye rastlamıştım. 4 büyüklerin çıktığı efsanevi Sonisphere’de erken saat sahne alan Manowar’dan Joey DeMaio, Türkçe bir şekilde “Bu festivale dört büyük grup geldi diyorlar. S...irin oradan. Ben burada tek büyük görüyorum Manowar” dediğinde seyirci alev almıştı. Ardı arkası çıkan gruplar da bu enerjiden nasibini almıştı.Konserin ya da festivalin açılışını yapmak oldukça ciddi bir meseledir. Yeni isimleri seyirciye takdim etmede de oldukça önemli bir ayrıntıdır. Bu yıl yurt dışında gittiğim çoğu konserde esas izleyeceğim grup öncesi çıkan çoğu müzisyeni tanımıyordum. Benim için hepsi adeta birer keşif oldu. Yurt dışında isim yapmış gruplar, turneleri sırasında ön grupları kendileri seçer ve seyircisine bir bakıma onları da tanıtmış olur. Şimdinin kitleleri harekete geçiren birçok müzisyeni emin olun bu adımlardan geçmiştir.Bir konserin açılışını yapmak çok da risklidir. Güneş en tepedeyken sahne almak, başka bir grup için orada olan kalabalığa kendini ispat ettirmek müzisyen egosu açısından en zorlu etaplardandır. Peki, bizdeki organizasyonlarda ön gruplarda ne kadar yenilikçiyiz ya da ne kadar ana ismin müzikal tutumuna uygun bir seçim yapıyoruz?Mesela Dua Lipa’nın Belek konserinden sonra Mahmut Orhan kabinde yerini almışken, bir anda arkada kablolar toplanmaya başlıyor ve sanki orada işini yapmaya çalışan biri yokmuş gibi davranılıyor. Organizatörler ana gruba gösterdiği önemi bazen Türk müzisyene göstermiyor. Liam Gallagher öncesinde The Ringo Jets ya da In Hoodies’i de izleseydik bir bütünlük ile karşılaşmaz mıydık? İşte bahsettiğim hem keşif hem de ortamı alev aldıracak isimler olmaz mıydı? 2 Eylül günü gerçekleşecek Imagine Dragons konseri öncesi onlarla turnede olan The Vaccines’i izleyeceğiz. Çok doğru bir seçim. Bolca dans edip Imagine Dragons’a fazlasıyla hazır hale geleceğiz. Sahneye çıkan ön gruplar ne kadar ana grubun kitlesine hitap etmiyorsa izleyici de konsere o kadar geç geliyor. Sonra kakofoni oluşuyor, sahneye odaklanma da bir o kadar zorlaşıyor.Yapılan etkinliğin bir sanat eseri olduğunu düşünmek lazım. Konser için verilen kapı açılış saatinden itibaren katıldığınız etkinlik sizi bir ahengin içinde tutmalı, ana grup çıkana kadar... Bunu başarabilen her etkinlik hafızamızda hep özel olarak kalacaktır.
Bazı konserlerde bağıra bağıra şarkı söyler, bazılarındaysa sadece sahneye kitlenirsiniz. O an onca kalabalığın içerisinde tek başınıza kalmış gibi hissedersiniz ve müzikle içinizdeki birçok duyguyu açığa çıkarırsınız. Konserler bunun için değil midir? Sevdiğimiz müzisyeni canlı kanlı görmenin dışında seninle aynı hislere sahip kocaman bir kalabalıkla bir olmak... Hafta başında BKM organizasyonu ile Küçükçiftlik Park’ta Oasis’in vokalisti Liam Gallagher ve Starsailor’ı izleme şansına sahip olduk. Liam konserine dair tarafsız bir eleştiri size sunamayacağım. Çünkü binlerce kişinin aynı anda ‘Wonderwall’, ‘Live Forever’ ya da ‘Whatever’ gibi hitleri bağırarak söylemesi, Liam’ın bize kıyak geçercesine Oasis’te telif haklarına sahip olduğu şarkıları bol keseden sıralaması, beni fazlasıyla duygusallaştırdı. Yıllardır beklediğimiz anı yaşıyor gibiydi... Günümüz müzik sahnesinin baş aktörleri İstanbul’a gelmeyebilir, o zaman biz de ergenliğimizin yıldızlarına tutunurduk. İşte bu kusursuz gecenin sabahında 2000’li yılların başında hit şarkıları ile hafızamıza kazınmış ön grup Starsailor ile bir araya geldim. Onlar da 8 yıl sonra bir araya gelip yeniden turne yollarına düşmüştü. Vokal James Walsh ve bas gitarist James Stelfox ile müziğin yarattığı o büyülü dünyayı konuştum..Müzik grubu olmanın büyüsü var8 yıl aradan sonra geçtiğimiz yıl ‘All This Life’ albümünü çıkardınız. Uzun zaman sonra da turnedesiniz. Bu sizi nasıl hissettiriyor? James Walsh: Kesinlikle yolda olmayı özledim. Biz bir arada çok iyiymişiz. Bu hissi de özlemişim. Bu aynı zamanda da kişilerin birbirleri ile iletişimiyle alakalı bir şey. Çünkü günün 24 saati berabersiniz. Grup ile iletişim halinde de olmanız gerekiyor. Birbirinize katlanmak zorundasınız. Ama grup olmanın bir büyüsü var.James Stelfox: Biz sadece konserden konsere buluşan bir ekip değiliz değil mi? Biz aynı zamanda iyi arkadaşlarız da...Bu yeni albümle beraber müzikal tarzınız da değişmiş. R&B, funky bir hal almış. Hatta James senin vokal tarzındaki değişiklik oldukça belirgin. Bu billinçli bir şey miydi? James S: Bu bir seçim değil, doğal bir durum. Farklı tarzda müzikler yaratmak grup içinde birden çok faktöre bağlı oluyor. Bence başlıca neden hepimiz çok farklı tarz müzikler dinliyoruz bu da pratikte müziğimize yansıyor. Dinlediklerimizi ayrıştırarak müziğimize katıyoruz.James W: Tabii ki kimi zaman ne dinlediğin etkiliyor. Bazen bir albüm yaparken dışarıdan fikirler alıyorsun ve ardından ortaya çıkan müzik kulağa inanılmaz güzel geliyor. Zaman geçtikçe bu şekilde düşünmenin hata olduğunu anladım. Gelişi güzel albümler yaratmak hataydı. Bir ilham ya da bir sound üzerinden gitmek gerekirdi. Sonuçta hepimizin albümden beklentisi farklı olabiliyor. Dışarıdan gelen fikirlerle yaptığımız şarkılara gelen yorumlar çok iyi olabiliyordu. Ama o parçalar bizim içimizden gelmiş olmuyordu. Biz bundan ders aldık ve son albümümüzü öyle ortaya çıktı. Gerçekten ne istiyorsak onu yaratmalıydık.Şarkı yazıldıktan sonra artık senin değildirŞarkı yazmak için sana neler ilham veriyor?James W: İlham kaynağı hayatın kendisi, duygular, özel ilişkiler, ayrılıklar, bunlar hep kayıt yapmaya bizi teşvik etti. Hayatınızda bir şeyler olurken bunları da şarkı ile yorumlamak istiyorsun. Şarkılar duyguların patlamasını sağlıyor.Bazı hüzünlü şarkıları tam da kalbimin derinliklerinden söylüyorsun gibi... Sahnede bu şarkıları söylerken neler hissediyorsun? James W: Bence bunun sebebi şarkıların duygusu. Çünkü onlar yazıldıkları zamanın duygularını veriyor. Duygularım da, ben de değişmedik. Hala aynı şekilde hissediyorum. Mesela Alcoholic parçası insanların kendileri ile daha kolay iletişim kurabildikleri bir şey oldu. O şarkının sözlerini bir günde yazdım. Orada farklı bir etkileşim vardı.James S: Sen o şarkıyı yazdıktan sonra artık o şarkı senin olmuyor.James W: Aslında bütün şarkılar, on yıl öncesini de ekle onunla bağlantılı. Sadece duygulardan bahsetmiyorum. O şarkıların içinde çok fazla sebep var. Kim olduğunla, nasıl hissettiğinle benimle alakalı bir dolu şey var. Bütün hayatımı müziğe vermemle alakalı...Şarkı söylerken nefes aldığımı hissediyorum Günümüzde duyguların fazlasıyla içinin boşaldığından konuşuyoruz. Sence dinleyici için müzik de eskisi kadar önemli bir duygu mu? James W: Bence hep öyleydi, hala öyle. Şarkılar kişiyi değiştiren bir şey. Aslında biliyor musun insanların müziğin ne kadar doğru ya da ne kadar zor bir şey olduğundan konuşmalarından nefret ediyorum. Müziğin ne kadar sevimli olduğunu söylerler. Hatta bazı müzisyenler şarkılarına aşık olur. Şarkıları için ‘çocuklarım’ derler. Yaptığım müziği sebepsizce insanlara bir şey bağışlamak gibi görüyorum. Hatta şarkılarım kendi duygularımdan bağışladığım bir şey gibi... Mesela karımıza bazen onu ne kadar sevdiğimizi söyleyemeyiz ama bir şarkı bunun için bize yardımcı olur. Bir konserdesindir ve bütün izleyici bir anda bütün şarkılara eşlik eder. O an nefes aldığını hissedersin. Bütün hayatın boyunca kendini ifade etmekten korkuyorsundur. Ama o şarkı bir anda her şeyi anlatır. Ve yine sadece o an nefes aldığını anlarsın. Bir şarkıya eşlik ederken bir anda 14 yaşına geri dönersin. O an mutlu olursun. Her şeyin yolunda ve inanılmaz olduğunu düşünürsün. Bu hissi bir müzisyen olarak vermek de kolay değil.Müzisyenleri atletlere benzetiyorum Sizce Brit pop eskisi kadar güçlü mü?James S: Hayır. O zaman da çok grup yoktu zaten. Olanlar da yıktı geçti, İngiltere’de ortalığı kasıp kavurdu. Sokağa çıktığında da o dönem bu müziği yansıtan bir akım ve tarz vardı.James W: Şu an albüm yapmak çok kolay. Müzik şirketleri sanatçılara çok düşük ücretlerde albüm yapıyor. Daha önce endüstri sadece büyük grupların üzerinden dönüyordu. Sabahtan akşama kadar sana o stüdyoyu veriyorlardı ve harika kayıtlar ortaya çıkıyordu. Sanıyorum şu an çok kısa bir sürede kayıtları hallediyorlar. Hala o stüdyolarda bazı güçlü adamlar var. Hiçbir şey yapmasa bile albümleri satan. Ama onlar Brit pop değil, indie.Kariyerinizde önemli bir anlamı olan Love Is Here ve Silence Is Easy albümlerinin sihrini nasıl açıklarsınız? O albümdeki hit şarkıları yenebildiniz mi? James S: Hayır. (gülüyor) 18 yaşındayken bir grupta olmak istiyorduk, beraber takılıyorduk. Her sound ve her şey yeniydi. Çok iyi dönemlerdi. Gençtik. O dönemin başka bir ruhu vardı. Bunları harika şarkılar yapan bizim o dönemki ruhumuzdan çıkması. Çok iyi hitler ortaya çıkardık. Etrafta havalı takılan gençlerdik, o zamanın samimi duygularını da yansıttık. Dünyanın çevresinde dolaşan bir çete olarak görüyorduk kendimizi, bir müzik grubundan ziyade. Daha az baskı vardı üzerimizde. O yüzden daha rahat sanat eseri üretimi yapabiliyorduk. Belki de bu yüzden bu hit şarkılar oldu.James W: Müzik garip bir şey. Çoğu zaman atletizm gibi… Atletler gibi her seferinde daha hızlı koşmalı ve daha iyiyi yapmalıyız. Aslında bir yandan düşününce fiziksel bir şey de… Çünkü eğer kondisyonun yerindeyse kendini zorlamaya ve daha iyiyi yapmaya devam edebilirsin. Aynı zamanda da bütün düşüncelerini bu işe vermelisin. Sihirli bir performans gibi hiçbir zaman dinlenemezsin, kendini zorlamaya devam etmen lazım. Bazen bu aşırı zorlama durumu seni daha da kötü hale getirebilir. İşte o zaman üstümüzde bu kadar yük yoktu. Dediğin gibi sihirli albümler yaptık.