25. İstanbul Caz Festivali kapsamında geçtiğimiz Salı günü KüçükÇiftlik Park sahnesinde bir hikaye anlatıcısı olan Nick Cave’i izledik. Bu, konserden çok daha öte bir deneyimdi...Sevilmeyi en çok önemsediğimiz bir yüzyıldayız. Attığımız her bir adımın daha çok beğeni alması için uğraş veriyoruz. Ama sevgimizi en az da gösterdiğimiz bir dönem bu. Kelimelerimizi sözlü dile getirmekten, karşımızdakinin fotoğrafını beğenirken sevdiğimize ise dokunmaktan imtina ile kaçıyoruz. İşte tüm bu illüzyonunun arasında gerçek olana karşı da nasıl tepki vereceğimizi şaşırıyoruz.O yüzden geçtiğimiz Salı günü hayranlarına karşı sevgisini utanmadan, sıkılmadan gösteren Nick Cave’in konserinde ne yapacağımızı bilemedik ve kolay kolay sindiremedik. Hayranlarının gözlerinin tam içine bakan, ellerini sımsıkı tutan kocaman bir alanı kendi orkestrası gibi yöneten bir sanatçı vardı karşımızda. Sıradan bir konser değil anlatacaklarım, sanata fazlasıyla aç kalmış bir kalabalığın tüm isteklerine karşı oldukça cömertçe davranan bir Nick Cave’den bahsedeceğim.Nick Cave, 25. İstanbul Caz Festivali’nde The Bad Seeds ile kaydettiği 16. albümü ‘Skeleton Tree’nin turnesi kapsamında artık büyük isimlerin turne programına bile dahil etmediği ülkemize geliyor ve KüçükÇiftlik Park’ın sahnesinde piyanonun başına oturuyor. Bu turnede koyu takım elbisesi ve yüksek yakalı beyaz gömleği ile Cave, bir şifacı olmayı tercih etmiş gibi... 3 yıl önce kayalıklardan düşüp ölen oğlunun acısını ve pek tabii bizim acılarımızı dindirmek için elimizi tutmak için ‘Jesus Alone’ ile konseri başlatıyor. Kendi jenerasyonun müzisyenlerinin insandan bile kaçtığını düşünürsek o seyirci ile iç içe geçen konserinde bir an bile yerinde durmuyor.Şarkılarda ağlamak ve mutlu olmak14 yıl aradan sonra geldiği bu şehirde kırılgan bir atmosfer yaratıyor. Özellikle “Into my Arms” baladında artık gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Karanlık bir sessizlik, tüm bunların yanında da koca bir neşe doluyor içime. “Girl in Amber”da artık bu bir konser olmaktan çıkıyor, kocaman bir tiyatro sahnesinde gibi hissediyorum kendimi. O kadar güçlü bir ifadesi var ki Cave’in şarkı sözlerini vurgulaması, piyanosunu kusursuz çalması ve sahne karizması onun yıllar geçse bile üzerimizde her daim nasıl bir etki yarattığını fark ettiriyor. Konserde ‘Skeleton Tree’ albüm şarkıları ise hala dinleyici tarafından yeterince sahiplenmediğine de şahit oluyoruz pek tabii. Bence bazı seyirciler bu yeni albümden de bi’haber... Ne fark eder ki! Bu, ‘bu tarz’ konserlerden değil. Seyirci değil mühim olan karşımızda sahne önündeki korkuluklara tırmanıp mikrofonunu seyircinin ellerine tutuşturup alkış tutturan Cave mühim…Müzisyenden çok öte sanki şifacıSahnede başka bir dahi daha var. The Bad Seeds’in karanlık tarafını inşa eden, Warren Ellis. Mülti-enstrüman olan Ellis, bir an olsun bile tökezlemeden kemanı ile başka bir dünyaya aitmiş gibi sahnenin sağ tarafını aydınlatıyor. Şarkı listesi de seyirciyi bir anda yükseltip sonra sakinleştirme üzerine kurulu. Cave, piyanosunun başına geçince yorgun kalabalık anlık nefesler alıyor. Bu turnenin konserlerini internette izlerken Cave’in seyircileri sahneye çağırması ve onları orada kötü bir duruma sebep vermeyecek sakinliği sergilemeleri için nasıl yatıştırdığını gördüğümde burada aynı durumun olup olmayacağını çok kendi içimde sorgulamıştım. Ve beklenen oluyor... ‘Stagger Lee’ şarkısının hafif uzun intro’sunda önden seyirciler teker teker sahneye çıkarılıyor. Hemen ardından onu takip eden ‘Push the Sky Away’de Cave, hem sahnedeki hem de alandaki seyircilere ortak mesafe ve yakınlıkta konseri en tepe noktasına çıkarıyor. Sahne ve alanda bir anda büyük bir kargaşa kopuyor. Tam da Cave’in şarkılarındaki gibi...Tüm o kederli baladların, sonsuz çığlıkların arasında ayılıyoruz ve konser ‘Rings of Saturn’ şarkısı ile son buluyor. Neredeyse bu konseri yazan herkes gibi evet, bir ayindeyiz ya da şifa buluyoruz, tüm yaralarımızı saran. Bizim gibi müziğe sarılmaya ihtiyacı olan insanların arasında... Acaba bu konseri bu kadar iyi yapan Nick Cave’i bunca yıldır beklemiş olmamız mıydı veya müzikal anlamda ne kadar tatmin olduk? Bunların hepsi hep muamma ama konserde spiritüel bir yolculuktan geçtiğimiz pek kesin.
Perşembe günü ise 25. İstanbul Caz Festivali, merakla beklenen İngiliz şarkıcı Benjamin Clementine’i bence İstanbul’da konser izlenecek en güzel mekan Harbiye Açıkhava sahnesinde ağırladı. Dinleyeni baştan çıkaran bir sesi olduğuna dair oradaki hepimiz hem fikirdik zaten. Bir dönem yaşadığı Paris sokaklarından kocaman sahnelere transfer olmuş bir tenor o... O yüzden sesinde ince bir hüzün her daim var, ki gizem kısmını da eklemek lazım. Kendisini keşfetmem ‘I Won’t Complain’ şarkısı ile olmuştu. “Hayal kuruyor, gülümsüyor, yürüyor, ağlıyorum” diyordu şarkıda. Clementine, konser sırasında piyanosunun başında bu şarkıyı çalarken kimseyle göz göze gelmeden tam karşısına sıralanan cansız mankenlere bakıyordu. Bir soyutlama söz konusuydu. Zaten konserin de bütünü bu olguya ait. Her şeylerden soyutlanmak için biz de bu son yüzyılın en önemli caz yeteneğini dinlemeye gelmiştik. Sepya tondaki şarkıları, Fransız chansons’lar, Nick Cave ve Nina Simone’den fazlasıyla etkilenmiş gibi... Müzisyen arkadaşları ve o, işçi tulumu giyip çıplak ayak sahnede hepimizle bir olduklarını gösterdi. ‘London’ şarkısında biraz vahşi, biraz yumuşak vokalleri ile Clementine’nin sıradan bir müzisyen olmadığına şahit oluyorduk. Hiç şüphesiz onun enstrümanı sesi.‘SEYİRCİ BÜYÜLEYİCİYDİ’Sahnede yer alan davulcu Alexis Bossard’ın da hakkını yememek lazım. Klasik bir caz eserini davullar ile daha da ritmik bir hale getirdi. Afrika’nın kalp atışlarını andıran davul ritimlerini siz de tam göğsünüzün üzerinde hissediyorsunuz. Bir de sürpriz vardı, sahnede Clementine’e yaylılarda Melisa Uzunarslan, Özgecan Günöz, Öykü Kocaoğlu, Aslı Yetişener eşlik etti. Konser öncesi sadece bir saate yakın bir hazırlanma ile karşımıza çıkmışlardı. Gecenin sonunda ise Clementine, doğaçlama bir şekilde ‘Jupiter’ şarkısının sözlerini Türkçe’ye uyarladı. Karşımızdaki müzisyen, filmlerdeki gibi bir hayata sahip. Londra’nın kuzeyindeki en fakir semtlerin birinde doğmuş. Ardından Paris metrosunda şarkıcılık yapıp İngiltere’nin en prestijli müzik ödüllerini kaldırmış. The New York Times’ın T dergisine kapak olacak kadar büyük bir başarı. Ve günün sonunda tüm vahşiliğini, umudunu, kırılganlığını yansıttığı şarkıları... Günümüzün bu özel müzisyeninin bizimle buluşması ise çok özel bir an.Konser bitiminde sahne arkasında Clementine ile tanışma fırsatı yakaladım. 2 metreye yakın boyu, çekingen tavrı ve çok şey anlatan gözleri ile karşı karşıya kaldım. “Burada olmak nasıl? Seyirciyi beğendin mi?” diye soruyorum Clementine, “Büyüleyiciydi. Burada olmaktan pişman değilim. Çok beğendim” diyor. Fazlasıyla net, tıpkı müziği gibi...Zihni boşaltan bir şov Alt-JGeçtiğimiz çarşamba günü Pozitif tarafından organize edilen ve Volkswagen Arena’da gerçekleşen Alt-J konserindeydim. Grup geçtiğimiz yıl çıkardıkları ‘RELAXER’ albümünün turnesi kapsamında dünyanın birçok yerinde sahne alıyor. Grubun 3 yıl önceki ilk İstanbul konserinin pek iç açıcı olduğunu söyleyemem. Tatsız bir kalabalık, içi geçmiş bir performans hüsrana uğratmıştı bizi. 3 yıl aradan sonra dinleyici de daha çok sindirmiş olacak ki grubu müthiş bir enerji ile izleme şansına sahip olduk. Günümüzde yeni müzik keşfetme kültürünün önemli adımlarından biri yabancı diziler. Eğer şarkınız o dönemin popüler bir dizi, hem de en kritik sahnesinde duyuluyorsa bahtınız açılmış demektir. Alt-J’nin şarkılarını da son dönemde birçok dizide duyduk. Bu durumun etkisi ise konser alanındaki kalabalık ile ciddi bir şekilde hissediliyordu.Elektronik indie şarkılarının yaratıcıları neredeyse kusursuza yakın bir performans sergiledi. Vokal Joe Newman’ın sakinleştirici sesi özellikle ‘Nara’ şarkısında tam da içimizden geçti. Modern müziğin bu en kendine has grubu, albümlerinden çok daha farklı bir şekilde şarkılarının müzikal yapısını değiştirip konserde çalıyorlar. Bu durum onları neden canlı dinlemeniz gerektiğini de gösteriyor.IŞIKLARLA ÖZEL BİR EVRENAslında abartılacak bir sahne düzenleri yok. Sahnede bir yerden bir yere koşturmuyorlar. Minimal bir ışık savaşının ortasında sadece durup müziklerini yapıyorlar. Günlük hayatın kaosuna karşı, zihinleri yeni anılara hazırlayan melodileri bizimle paylaşıyorlar. Onları dinlerken az önce trafikte söylendiğinizi unutuyor, büyülenmiş bir şekilde sahneye odaklanıyorsunuz. Konserin en güzel yanı ise ışıklarla yarattıkları evren. Bir sanat eserinin önünde sevdiğiniz şarkıların müziklerini yapan üç adam ve sadece tek başınıza o eseri izliyormuşsunuz gibi bir evren bu... Özellikle ‘Hunger of the Pine’ şarkısında lavların arasındalarmış gibi bir etki veren ışık, sahneyi aydınlatan bir lambadan çok daha öteye geçiyor.20 şarkılık bir hikaye anlatan grubun sahnedeki enerjisini yükseltenin seyirci de olduğunun altını çizmek lazım. Her şarkıya müthiş bir katılımcılıkla dahil oldular. Yeni albüm ‘Relaxer’dan çalan parçalara da aynı tutkuyla eşlik ettiler. ‘Tessellate’, ‘Matilda’, ‘Breezeblocks’ ise tabii ki en büyük reaksiyonu alan şarkılardı. Grubun müzikal beyni klavyedeki Gus Unger-Hamilton’ın bile bu konserde konuşuyor olmasına şahit olmak güzel bir gece geçirdiğimizin kanıtıydı. Daha çok gelin Türkiye’ye Alt-J...
Arcade Fire sadece konser vermiyor, onların sahneye koyduğu şey koca bir karnaval. Her duyguyu harekete geçiren, müziğin hala dünyadaki en güzel şey olduğunu gösteren özel bir an. Geçtiğimiz hafta grubu Viyana’da “Everything Now Continued” turnesi kapsamında izledim. Grammy ödüllü grubun vokali Win Butler’ın “Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın, özellikle göçmenlerden” demesi ise hafızalara kazındıArtık konserleri YouTube’dan canlı izlediğimiz bir dönemdeyiz. Evimizde kocaman ekranların karşısına kuruluyoruz, tek başımıza yakın plandan çekilmiş şarkıcının seyirciyi coşturmasını izliyoruz. Yurt dışında gidemediğimiz o festivalin canlı yayınını izlemek azıcık da olsa heyecan yaratsa da o ortamda olamama, binlerle aynı anda o şarkıya eşlik edememe hali beni üzüyor. Geçtiğimiz yaz bir festivalde Arcade Fire’ı izlerken, internetteki birçok konser videosunun aksine ne kadar da büyülü performanslarının olduğunu anlamıştım. Bu grubun ekranlardan fışkıran enerjisini ve son dönemde indie klasmanında neden en güçlü karakterinden biri olduklarını anlamıştım. Bir konserin tadı damağınızda kaldığı hiç oldu mu, bilmiyorum ama o alanı terk ederken tekrar görüşeceğimize çok emindim.Geçtiğimiz hafta Avusturya’nın başkenti Viyana’da şehrin en önemli konser mekanlarından biri olan Wiener Stadthalle’nin yolunu tuttum. ABBA’dan Rolling Stones’a dünyadaki birçok önemli müzisyen bu 60 yıllık performans merkezinde hayranları ile kucaklaşmış. Mekanın tarihsel öneminin dışında Arcade Fire’ı ‘Everything Now Continued’ turnesi kapsamında izleyecektim. Grup, bu turne kapsamında boks ringi ilhamıyla hazırlanan 360 derecelik bir sahneyi tercih ediyor. Ama mekan buna pek imkan vermediği için bilindik bir sahne düzeni ile karşımıza çıktılar. Boks ringini hatırlatmak içinse ip detaylarını ışıkla dizayn ettiler.Konserin açılışını pek tabii ki ‘Everything Now’ ile yaptılar. 6 bin kişilik izleyici kitlesi ise fazlasıyla katılımcı ya da sahneyi coşturan cinsten değildi. Ne fark eder, Will ve Win Butler karşınızdaysa eğer bir şekilde o konserin unutulmazlar arasına gireceğine emin olabilirsiniz. Adeta seyirciyi avuçlarının içine aldılar. Çünkü oldukça sıradan bir setlist hazırlamamışlardı. Enerjisi adım adım yükselen hit’ler ile beslenmiş bir kurguyla karşı karşıyaydık.Aşk ve çaresizliğin harmanladığı parçalarDavid Bowie’nin hayatının anlatıldığı bir sergide sanatçının her sahnesi için ufak maketler tasarladığı dikkatimi çekmişti. Bowie’nin de bu en çok sevdiği grup Arcade Fire, idollerinden ilham aldığı aşikar bir hazırlık kurgulamıştı. Devir dijital devri olduğundan tam tepelerindeki ekranda her şarkı için ayrı hazırlanan bir video dönüyordu. Kimi zaman nostaljik karelerden oluşan bir bütünlük kimi zamansa Win Butler’ın elindeki cep telefonunun yansıması o ekranda görüldü. Hatta Everything Now albümünün ideolojisini oluşturan günümüzdeki marka reklamlarını şarkılar ile bağdaşlaştırdıkları komik reklam videolarını izledik. Şarkı listesine dönersek eğer enerjiyi ‘Power Out’ ile yükseltip, ‘Crown of Love’ ile başka bir hayal dünyasına sürüklediler. Hüzünlü bir rüya gibi olan ‘Neon Bible’, aşk ve çaresizliğin harmanlandığı ‘The Suburbs’, Damian Taylor remiks versiyonuyla çok daha hareketli bir hal alan ‘Ready To Start’ sadece sahnenin değil tüm salonun çığlık çığlığa şarkı söylemesini sağladı. Konser sırasında grubun bir diğer vokali Régine Chassagne’nın sesinin ABBA’dan Agnetha Fältskog’a ne kadar çok benzediğini fark ettim. Yıllar önce ABBA’yı ağırlamış bu sahnede Régine da klavyelerin keskin bir şekilde duyulduğu ve disko günlerini geri getiren Sprawl II’yi söyledi. Mekanın tam ortasına yerleştirdikleri disko topunun aynalarının ışıklarla birleşiminde etrafa yayılan enerji ise tarifsiz güzellikteydi. Grup, hassas, sert ve bir o kadar da tutarlı bir sahne gösterisi sunuyordu. Grubun sahnedeki dokuz müzisyeninin her şarkıda farklı bir enstrümanın başına geçmesi ve bu sistematik değişim bizim de gözümüzü bir an olsun onlardan ayırmamamızı sağladı. Konserin ortalarında sözleri ile farklı bir boyuta sizi çeken ‘Afterlife’ şarkısında ise bir anda seyircilerinin ortasından bir platform yükseldi. Win Butler, seyircinin arasına koşar adım girerek bu platformun üstüne çıktı. İki metreye yakın boyuyla Win, bu şarkıyı söylerken her seferinde garip bir hüznün içine giriyor. Siz de bir izleyici olarak onu izlerken tam da derinden o hissi gözleriniz ve tam kalbiniz ile hissediyorsunuz. “Şarkılarımız yıllarca size eşlik ediyor”Konser bitmeye yakın Win yine seyircilerin arasındaki platformda Bob Dylan’ın ‘A Hard Rain’s a-Gonna Fall’ şarkısını söyleyerek yeniden karşımıza çıktı. Bu şarkının devamı ise ‘We Don’t Deserve Love’ parçasına bağlandı. Win, sahnenin tepesindeki ekrandan karaoke yapar gibi şarkıyı söylemeye başladı. Hemen ardından ise tüm izleyicileri onlarla bir bütün haline getirecek olan ve artık kült haline gelen ‘Wake Up’ ile konserin sonuna gelindi. Giriş kısmı olan ‘oh oh’ tekrarı hipnotik bir şekilde tekrarlandı. İyi geçen bir konser sonrası kazanılan zafer gibi... Dünyanın en büyük indie grubu için muazzam bir sahne sonu. Gecenin sonunda Win son dönemde göçmen politikaları oldukça eleştirilen Avusturya halkına “Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın, özellikle göçmenlerden” dedi. Sevin ya da sevmeyin Arcade Fire’ın müzikal anlamda dayanılmaz bir cazibesi var. 20 yıldır adımlarının çok daha güçlenmesini her konserde daha da net bir şekilde anlayabiliyorum. Haiti için yaptıkları yardım kampanyaları, sözleri ile hala saflığın, farklılığın bir ayrıcalık değil doğal bir durum olduğunu göstermeleri, onları yer aldıkları klasmanın çok daha ötesine taşıyor. Viyanalı gazeteci arkadaşım grubun üyelerinden Will Butler ile konserden dakikalar önce buluştuğunda söylediği şu sözleri bana anlatıyor, “Müzik söz konusu olduğunda, grup olarak şu sıralar bugüne kadar hiç olmadığımız kadar iyiyiz. Bizim için sanat ve eğlence arasında koca bir boşluk var. O boşlukta işte koca bir mücadele söz konusu. Müzisyen olarak yaratmak ve o ruhu tatmin etmek istiyorsunuz. Çünkü bizim şarkılarımız dinleyicilerimize yaşamları boyu eşlik ediyor.” Konserin ertesi günü de tekrar bunu konuşuyoruz. Sahnede Will’in hiperaktif tavrı, seyircinin içine korkusuzca dalması ve onlarla yakın temasta olmaya dikkat etmesi... Bir sanatçı için fazlasıyla müziğin içinde olmak değil mi? Umarım, günün birinde bu müthiş karnavalı ve sıra dışı müzisyenleri ülkemizde de izleme şansını yakalarız...NOT: Yurt dışı konserlerindeki basın akreditasyonlarında her zaman yardımlarını esirgemeyen Sony Music’ten Selin Otun’a teşekkür ederim.
“Her şey normal akışındayken ben çok hızlı hareket ediyormuşum gibi geliyor” diyor Angus and Julia Stone’dan Julia. Onu bu anlarda şarkıların sakinleştirdiğini belirtiyor. 11 Temmuz’da Zorlu PSM sahnesine çıkacak olan grup ile zamansız, huzur veren şarkılarının yaratım sürecini konuştuk...Sydney’den yola çıkıp Amerika kıtasını feth etmek, oranın önemli festivallerinde sahne almak müzik endüstrisinde pek de kolay değildir. Angus ve Julia kardeşler bunu başarabilen nadir müzisyenlerden. İkili yaşadıkları şehir Sydney’in doğası ve kültürü ile harmanlanmış naif şarkılar ortaya koyuyor. İki kardeş hayatlarının bir döneminde birbirlerinden uzaklaşmıştı. Ta ki ünlü prodüktör Rick Rubin ile karşılaşana kadar... Rubin; Eminem, Johnny Cash, Jay Z, Kanye West, Red Hot Chili Peppers gibi onlarca farklı janrlarda müzisyenle çalışmış bir yapımcı. Hepsinin en önemli yapıtlarında onun imzası var. Rubin, iki kardeşi yeniden bir araya getirip 2014 yılında dünya çapında tanınmalarını sağlayan “Angus and Julia Stone” albümünün prodüktörü oldu. İkili aile bağlarını müziklerine taşıdı. Yapımcı ikilinin müziklerine adeta ruh verdi...Rüyalara daldıran, dünyada hala sade şarkıların yapılacağını gösteren ikili Angus and Julia Stone, 11 Temmuz akşamı ise Zorlu PSM’de. Konser öncesinde Julia Stone sorularımı Londra’da cevapladı...Şu an bu soruları cevaplarken nasıl bir ortamdasın?Londra-Soho’da eski ve çok güzel bir oteldeyim.Dünyaca ünlü prodüktör Rick Rubin ile çalışmak, sizin için kırılma noktasıydı herhalde... Rubin ile çalışmayı nasıl tarif edersin? Rick gerçekten de harika bir insan. Onun etrafında olmak çok keyifli ve onunla her şey hakkında rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. Müziği çok seviyor; bu yüzden de etrafındaki herkesin müziğin ne kadar önemli olduğunu fark etmesini sağlıyor. Bence onu bu kadar harika yapan şey de bu, müzik yaparken özen göstermenin ve farkındalığın önemini devamlı hatırlatması.İlk albümünüzü kaydettiğiniz Rick Rubin’in Malibu’daki mükemmel stüdyosunda çalışmış olmak kişisel olarak size, profeyonel olarak müziğinize neler kattı? Rubin’in Johnny Cash’den Jay Z’ye birçok efsanevi ismin çalıştığını da düşünürsek eğer...Bana çok güven verdi diyebilirim. Sanatçı olma ve müzik yapma kararım konusunda daha güvenli hissetmemi sağladı. Rick’e çok güveniyorum; şarkı yazmak ve şarkı söylemenin gerçekten değerli bir şey olduğunu bana zamanla anlattı. Galiba bazen bir “müzisyen” veya “sanatçı”nın gerçekten bir şeylere katkı sağlayıp sağlamadığını, ya da tamamen narsist bir duruş mu sergilediğini sorguluyordum. Büyük ihtimalle bu ikisinin karışımıdır tabii. Ama Rick, bir şekilde bunun benim yapmam gereken bir şey olduğunu bana hissettirdi. Şarkı söylemek kalp atışımı düzenliyorMüzik yaparken amacınız kalıcı işler yapmak mı yoksa zamanın ruhunu yakalamak mı?Bu, üstüne pek de düşünmediğim bir şey. Kendimizi sürekli geliştirmeye çalışıyoruz. Örneğin değişik plugin’leri ve pedalları kullanmayı öğrenmek gibi teknik konular üzerine çalışıyoruz. Bunlar gerçekten ilginç şeyler ve eminim ki sound’umuzu da değiştiriyor. Fakat bir şarkının zamansız olması veya tamamen belirli bir döneme ait olması öznel bir mesele. Bir şarkıyı zamansız yapan şeyin şarkının kendisi olduğunu düşünüyorum; sözleri ve amacı… Bazen zamanda yolculuk yapabilen bir şey yakalıyorsunuz, bazen de şarkı sadece bir ana ait oluyor ve geçip gidiyor.Şarkılarınızda gerek aşk, gerekse aile bağlarının iyileşme süreçlerini dinliyormuşum gibi geliyor. Ve her seferinde bir hayal dünyasına sürüklüyor. Peki, şarkılarınız sende nasıl izler bırakıyor?Müziğimizi sakinleştirici buluyorum. Turneler sırasında, yoldayken zaman zaman çok endişeli hissedebiliyorum. Her şey normal akışındayken ben çok hızlı hareket ediyormuşum gibi geliyor. Evde olmayı ve rutinimi çok seviyorum fakat bu şu anda hayatımın çok küçük bir kısmı. Turne hayatı çok düzensiz ve yorucu olabiliyor. Bu yoğun dönemlerde müzik yapmak veya sahnede şarkı söylemek beni sakinleştiriyor. Vücudumu dinlendiriyor, kalp atışlarımı düzenliyor. Sıcak bir çay etkisi yaratıyor bende, kendimi dinlenmiş hissediyorum. Stüdyomuz doğanın tam ortasındaydıSnow albümünün şimdiye kadar yaptığınız çoğu işten çok daha dışa dönük bir yapısı var. Albümü doğa ile iç içe bir alanda mı kaydettiniz? Gitarlar bile sanki tamamen canlı performanslar için dizayn edilmiş gibi...Kesinlikle. “Snow”u Angus’un Byron Bay’deki çiftliğinde kaydettik. Çok huzurlu bir ortamdı, çok keyifli vakit geçirdik. Her gün uyanıp yüzüyorduk, çayımızı içiyorduk ve sonrasında tüm gün şarkı yazıyorduk. Stüdyo da doğanın ortasındaydı, hatta zaman zaman doğa stüdyonun içindeydi. Hatta bir gün muhteşem bir kahverengi yılan stüdyomuza konuk olup şarkılarımızı bile dinledi. Angus gerçekten kayıtlarımızı canlı performanslara taşımak konusunda çok başarılı. “Snow” içinde birçok değişik sound barındırıyor ve bu soundları sahneye de doğru taşıyabilmek için değişik yollar aramak çok keyifli oldu. Harika bir orkestramız var, hem albümü kaydederken bize eşlik ettiler hem de sahnede beraberiz. Bizim de işimizi çok kolaylaştırıyorlar.Çeşitlilik hissi beni heyecanlandırıyorSon dönemde sana neler ilham veriyor?Şu ara Rick Gervais’in “The Office”ini tekrar izliyorum, inanılmaz bir komedi. Tim ve Dawn’ın arasındaki yıllar geçtikçe alevlenen aşk hikayesi beni çok etkiliyor. İnsanların dünyayı nasıl yorumladığını izlemeyi çok seviyorum. Hepimiz aynı şeye bakıyoruz aslında, fakat bakış açılarımız ve baktığımızda gördüğümüz şeylerin çeşitliliği beni çok heyecanlandırıyor.Yolda neler dinliyorsun?Dürüst olmak gerekirse şu sıralar çok müzik dinlemiyorum. Her gün soundcheck yapıyoruz veya konser veriyoruz. Bu yüzden boş zamanlarımda stand-up şovları veya komedi dizileri izlemeyi tercih ediyorum. Zaman zaman “Lightly Toasted” adında Avustralyalı bir caz grubunu dinliyorum. Emprovize caz yapıyorlar ve muhteşem bir trompet sanatçıları var. Bende bazı canlı kayıtları var. Sanırım ben de trompet çaldığım için başkalarının o enstrümanı nasıl yorumladığını dinlemek hoşuma gidiyor. Kırmızı tramvaya binmek istiyorum!11 Temmuz akşamı Zorlu PSM sahnesinde olacaksınız. İstanbul dendiğinde ilk aklına gelen nedir? Burayı merak ediyor musun?YEMEK! Türk yemeklerine bayılıyorum. Sydney’de büyüdüm, orada harika Türk restoranları vardı. Erkek arkadaşım evde bana menemen yapıyor, favorim o. İstanbul’da da denemek için sabırsızlanıyorum. Tabii gözleme, börek ve mantı da yemek istiyorum. Bana en iyi yerleri önermelisin. Aynı zamanda, dünyanın en iyi davul zilleri de Türkiye’de yapılıyor. Kişisel favorim, İstanbul Agop. Onların yapıldığı yerleri görmek ve Taksim’deki kırmızı tramvaya binmek için sabırsızlanıyorum.
Travis, tüm naifliğine rağmen ihtişamlı sahneler yaratabilen gruplardan. Konserlerinde yüzünüze huzurlu bir gülümseyiş yapışır kalır. 2014 yılındaki İstanbul konserleri sırasında grup üyeleri ile bir araya gelmiştim. Müziğin dünyayı 70’lerdeki gibi derinden değiştiremediğine dair bir sohbete dalmıştık. Bas gitarist Dougie Payne ise olaya çok farklı bir bakış açısı getirip, “Ben müziğin dünyayı değiştireceğine inanmıyorum, insanların dünyayı değiştireceğine inanıyorum. Müzik, insanlar üzerinde çok güçlü etkiler yapıyor. Annem her zaman der ki ‘Belki de dünyadaki en pozitif şey müzik çünkü tamamen safça pozitif.’ Belki insanların günlerini değiştirecek bir etkiye sahibiz. İyi bir şarkı sizi mutlu eder. Tutkunuzu ateşler… Belki insanları nazikleştirebilir. Çünkü nazik ve saygılı olmak dünyadaki en önemli şeylerden biri” demişti.Günümüzde hemen geçtiğimiz cuma gecesi Zorlu PSM sahnesinde gerçekleşen Travis konserinden çıkarken bu yıllar önceki sohbet aklımdan geçiyor. Travis, 1999 yılında yayınladığı kariyerlerindeki en önemli albümlerden biri olan “The Man Who”nun turnesi kapsamında ülkemize de uğruyor. O albümden bize kalan anıları yeniden hatırlatmak ya da o şarkıları keşfetmemizi sağlamak istiyorlar. 23 şarkılık bir müzikal yolculuk bu konser. İskoçyalı grup beşinci kez geldikleri İstanbul’da kusursuz bir enerji ile karşımızdalar. Sıra sıra şarkılarını çalarken, “Hatırlıyor musun bu şarkının klibi ne güzeldi, bunda da ayrılık acısını atlatmıştım, geçen geldiklerinde bu şarkıda tüm salon şemsiyesini açmıştı” gibi aramızda konuşuyoruz. Bir sanatçı için en güzel an bu olsa gerek. Müzikleri ile izleyicisine iz bırakabilmek ve yıllar sonra sahnede bu kült albümü çalarken enerjilerinden birazcık bile uzaklaşmamış olduğunu karşı tarafa da hissettirmek.“The Man Who” albümü grubu İngiltere’nin önemli festivallerinden biri olan Glastonbury Festival’inde 99’da sahne almalarını sağladı. Vokal Fran Healy’in dediğine göre onları efsaneye dönüştüren bir an da yaşanmış, “Why Does It Always Rain on Me?” şarkısının ilk satırını söylerken bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Bu durum onları iyice tanıtıyor. Bugün ise sahnede tam da o günden gelen bir ses tonu, o günden kalan bir sahne enerjisi ve bugüne ait bir olgunluk vardı. Bu albüm bir bakıma Britpop’un yıldızının parlak olduğu dönemleri de simgeler.Travis’in konserine dair anekdot ise seyirciye duyulan saygı ve bağ. Grup, bu albümün turnesinde bis yaptıktan sonra Britney Spears’ın ‘Baby One More Time’ şarkısını cover’lıyor. Neredeyse gittikleri her şehirde bu değişmiyor. Biz de bis sonrası bu şarkıyı beklerken vokal Fran, akustik gitarı ile sahneye çıktı ve bir anda Barış Manço’nun efsane şarkısı Dağlar Dağlar’ı söylemeye başladı. Hepimiz şaşkınlıkla şarkıya eşlik etmeye başladık. Çok güzel bir Türkçe ile söylüyordu. Normalde yabancı şarkıcılar “İstanbul teşekkür ederim” diyince çığlık kopar, Türk bayrağı açtıklarında iki kat çığlık olur. Ama tam karşınızda Travis’in Türkçe bir şarkıyı cover’laması, karışık duygular yaşamamızı sağlıyor. Bu özel şarkı grup ile aramızdaki bağı daha da güçlü hale getiriyor. Fran, “Artık dünyada böyle şarkılar yapılmıyor. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok etkilendim. Tarifsiz bir şekilde bağlandım” diyor.Konser bitiminde grubun dediği gibi safça bir pozitiflik içinde, güçlü bir şekilde terk ediyoruz alanı. Teşekkürler TRAVIS...
Arctic Monkeys’in yeni klibi Four Out Of Five’ı izlerken aklımda vokal Alex Turner’ın sıkıcı top sakalı. Aslında klipte takılmam gereken bir dolu ayrıntı var. Stanley Kubrick’den esinlenilen kadrajlar, şarkının nasıl zamansız olduğu gibi... Ama karşımda ilk albümünden bugüne 180 derece evrim geçirmiş bir grup var. Evet, itiraf ediyorum... Grubun altı yıl aradan sonra çıkardığı Tranquility Base Hotel&Casino albümünü ilk dinlediğimde Turner’ın top sakalı kadar sıkıcı bulmuştum. Aşırı konservatif davranarak, “bu kadar değişmeseydi müzikleri” demiştim. Ama albüm bağımlılık yarattı. Yavaş yavaş sindirmek gerektiğini öğrendim her şarkıyı, çünkü ben de Alex Turner gibi büyümüştüm. İlk albümündeki 505 numaralı odadan çıkmış, daha gerçekçi 70’lerden bugüne gelen Tranquility Base Hotel&Casino otelininin içine bizi çağırmıştı.İki yıl önce izlediğim canlı performansında Mick Jagger’dan rol çalan Alex, bu sefer David Bowie, Serge Gainsbourg ve Leonard Cohen’in bir karmasını alarak karşımıza çıkıyor. Bunlar onda bir persona yaratmıyor, müziğini daha özel hale getiriyor. Albüm Alex’in menajerinin 30’uncu yaş doğum günü hediyesi ile başlıyor. Dünyanın en önemli orkestralarında kullanılan Steinway&Sons marka piyano hediye ediliyor kendisine. Alex, müzik kalitesi en derinlikli albümünü kaleme alıyor. Şarkılar, otel metaforundan yola çıkarsak o lobide çalınan, kötü geçen günlerin ardından sırtınızı sıvazlayan cinsten. Derinden gelen bir fırtına gibi de bu albümün her şarkısı... En popüler olacak şarkıyı en başa koyulan albümlerden de olmadığını Star Treatment’i dinlediğinizde anlıyorsunuz. Gitarlar, kışkırtıcı Arctic Monkeys stilinden çok uzak, daha sakin... Klavyeler ağırlıkta ve tabii ki Alex Turner’ın seksi vokali. Bu albümde en zor kısım Matt Helders’a kalmış gibi... Helders, kendini uysallaştırmış. Kan ter içinde değil sakince çalmış o da davulları bazen başka bir enstürümanı. 11 şarkının müziği geçmişin kült indie dans hitlerini yapan bir gruptan beklenmeyecek bir dinginlikte. 70’ler gibi ufuk açıcı...‘She Looks Like Fun’ girişi ile Turner’ın bir diğer projesi The Last Shadow Puppets’ın ilk albümündeki ‘Only The Truth’un girişi ile ritminin birebir benzemesi dikkatlerimden kaçmıyor. Tabii ‘She Looks Like Fun’ belli bir süre sonra başka bir şarkıya evriliyor. Hiç şüphesiz bu albümün hit parçaları Four Out Of Five, Tranquility Base Hotel&Casino ve One Point Perspective... Klasik Monkeys tarzından kopamayanlar bu üç şarkıyı dinleyin ve albümü sonlandırın. Keza albüm fazlasıyla zorlayıcı, fazlasıyla cesur, 2009’ta Hamburg albümünü yapan Arctic Monkeys’tan yüz yıl kadar uzaklıkta. David Bowie’nin space-pop’u, Gainsbourg’un melankosine sahip. Alex, endişeli, üzgün, yalnız, büyük sahnelerde... Turner kısaca bu albümle büyük internet aleminde yüzüp giderken biz, kendimizi, dünyayı, müziğin yalınlığını, sanatın ne kadar çığır açan bir şey olduğunu unuttuğumuzu belirtiyor.Bu cesur albüme alışmanız zaman alırken, sevdiğinizde ise iliklerinize kadar işliyor...
- Nova Norda yerli müzik sahnesinde Türkçe sözlü elektro pop şarkısı duymamız sağlayan nadir müzisyenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Nova Norda, rahatsız etmeyen ve kimi zaman bir rap şarkısını andıran hızlı vokalleri, akılda kalıcı tekerleme kıvamında nakaratları ile orijinal elektro pop şarkılar ortaya koyuyor. Klip şarkısı ‘Boşver’ sıkıcı yazlık pop şarkılarına karşı alternatif müziğin de yazlık hit’i olabileceğinin kanıtı... Şarkının çiğ durmayan ve heyecanlı bir ritmi var. Benim en eğlendiğim şarkısı ise ‘Dinazor’ oldu. Özellikle sözleri oldukça eğlenceli. Alternatif müzik yapan müzisyenlerin diğer sanat dalları ile de yakından ilişki kurması bu türün özel olmasını sağlayan etkenlerdendir. Nova Norda da gerek klibi, gerekse single’larının albüm art work’lerinin bütünlüğü açısından iyi düşünülmüş bir müzik oluşumu olarak karşımıza çıkıyor. Es geçmeyin!- Yalın vokallere hasret kalanlara ise önerim, Skysketch. Grup, ilk albümleri “Fox Wedding”i alternatif müziğe yeni soluklar getiren ‘Personal Space Records’ etiketi ile yayınladı. Skysketch, en bayıldığım tarz olan kısa bir intro ile ‘Fox Wedding’i açıyor ve şarkı geçişlerinde de aynı bütünlüğü devam ettiriyor. Tunç Aydoğmuş, Uğur Can Akkaya, İbrahim Tekin, Onur Güngör’den oluşan grubun müziği bana 2000’lerde ivme kazanan daha yalın indie müzik tarzını hatırlatıyor. Notwist, Mogwai ve Air arasında bir düzlem bu. Albüm ise bir konseptten öteye geçiyor ve müzik ile bir masal dünyası yaratıyor. Akira Kurosawa’nın Dreams filmi ilhamları olmuş. Doğa ve renk bu filmin temelini oluşturur. Albümü dinlerken kafanızın içinde bir doğaya dönüş yaşıyorsunuz.Albümde özellikle vokalin bazı şarkılarda sesini kullanış biçimi de oldukça karakteristik. Bu albümü dinlerken ya bu sese çok bayılacaksınız ya da nefret edeceksiniz. Onların müziğinde ortalama bir his kesinlikle yok, her şey net. 12 parçalık albümde Fox Wedding, Exiled, IKEOOSE ve I’m the Dust favorilerim. Gitar ve bazı şarkılardaki sert davul düzenlemeleri ise albüme hakim olan karamsarlığı kesip atan cinsten. İncelikli işlere hasret kalanlar için Skysketch önerimdir.- Lara Di Lara’nın her single’ı ya da albümü farklı bir müzik türü üzerine kurulu. Yeni single’ı ‘Su Ver Leylam’ ile yine müziğinde yerinde saymamış. Urfa yöresine ait olan türküyü İbrahim Tatlıses’ten Neşe Karaböcek’e kadar birçok yorumcu söylemiş. Ama Lara’nın modern yorumu hiç şüphesiz aralarında en özgün olanı. Bu özel cover’ın düzenlemesinde Lara Di Lara ve Burak Irmak parmağı var. Synth ve gitarların düzenlemesi şarkıyı fusion caz formunda olmasını sağlamış ve egzotik bir hale getirmiş. Özellikle Lara’nın vokallerdeki tavrı ustalık yoluna girdiğinin de kanıtı. Rock müzisyenlerinden tipik ve sıradan türkü coverlarını dinlemekten benim gibi bıktıysanız, Lara Di Lara’nın yeni single’ı bünyeye çok iyi gelecektir.
Yaklaşık iki yıldır İstanbul’da yaz ayları kültür sanat cephesinde çok sakin geçiyordu. Bu yıl ise organizatörler müzikseverleri sevindirecek konser haberlerini teker teker verdi. Şimdi sıra müzikseverlerde... Konser alanlarını doldurup sesimiz kısılana kadar şarkı söyleyip, ayaklarımız şişene kadar dans etme vakti. İşte, bu yaz İstanbul’da izleyeceğimiz uluslararası müzisyenler...Nick Cave and The Bad Seeds 10 Temmuz-Küçükçiftlik Park14 yıl sonra bir efsaneyi yeniden Türkiye’de izleme şansını yakalayacağız. İstanbul Caz Festivali kapsamında Nick Cave, zamansız ve neredeyse hepimizin hayatına dokunmuş şarkılarını seslendirecek. Avustralyalı şarkıcı, söz yazarı, besteci, senaryo yazarı, şair, yazar ve oyuncu Nick Cave, geçtiğimiz yıllarda karanlık bir dönemin içindeydi. Yakın zamanda kaybettiği oğlunun yasını tutuyorken, gücü hayranlarından ve müzikten almaya karar verdi tekrardan yola çıktı. 2016 yılında çıkardığı ‘Skeleton Tree’ kapsamında konserler veren sanatçı, bu turnede özellikle bazı şarkıları hayranlarının yanında söylemeyi tercih ediyor. Post punk türünün bu en önemli ismi ve sesinin güzelliği ile fark yaratan Nick Cave’i yakından görmek için listenin en başına bu konseri yazın derim.Liam Gallagher, Starsailor 14 Ağustos-Küçükçiftlik Parkİstanbul Blue Night, BKM organizasyonuyla efsanevi Oasis grubunun kurucusu ve solisti Liam Gallagher’ı ilk defa Türkiye’de izleyeceğiz. Hiç şüphesiz Liam, tanıdığımız en sinirli ve en ağzı bozuk İngilizlerden. Her adımı hala daha olay niteliğinde. Özellikle kavgalı olduğu kardeşi Noel’e dair söylemleri… Oasis artık hepimiz için önemli bir anıyken, ondan geriye kalan kabını sığmayan bu aksi müzisyen Liam’ı izlemek için sabırsızlanıyoruz. Çünkü Oasis’te hit olan ne kadar şarkı varsa şarkı listesine ekliyor. Bir efsaneyi kim canlı izlemek istemez ki! Alternatif rock’a 2000’lerde ağıza dolanan şarkıları bağışlayan da Starsailor hemen önce sahnede. Travis 8 Haziran-Zorlu PSMTravis’i dünyaya duyuran albüm kesinlikle 99’da yayınladıkları ikinci uzun çalarları The Man Who’dur. Bu albümü dinlerken neredeyse şarkı atlamazsınız. Grup, bu kült albümün turnesi kapsamında ülkemize de ayak basacak. Son konserlerinde seyircinin şarkılarda mühteşem bir şekilde bütün oluşuna şahit olmuştuk. Britpop’un önemli temsilci vokal Fran Healy bu turne için “Şarkılarımız zamanda duygusal bir işaret gibi. Dinlerken çıkacağınız zaman yolculuğunda, o dönemde hissettiğimiz duyguları bir kez daha güçlü bir şekilde hissedeceksiniz” diyor. Fazla söze ne gerek var, o güzel eski zamanlar için, ‘Why Does It Always Rain On Me’ şarkısının naifliğini yeniden yaşamak için bu konsere gidilir. Massive Attack 25 Haziran-Zorlu PSMVe sonunda ses kalitesi açısından çok iyi bir mekanda Massive Attack’ı canlı izleme şansına sahip olacağız. Bristol’da trip-hop türünün yaratıcılarından biri olan Massive Attack’ın ritimleri dinleyicisinde adeta hipnotik bir etki yaratıyor. Zamanın çok ötesinde işlere imza atan grup, “Teardrop” ve “Inertia Creeps” gibi hitleri ile müziğin adeta birer füzyon olduğunu da ortaya koydular. Hızlı vokalleri, sinematografik bir müzik ile birleştiren grubun, politik tarafı da oldukça keskin. Sahneye yine şaşırtıcı bir setlist ile çıkacakları kesin. Yılın önemli konserlerinden biri. Türkiye gündemine dair sahneden verecekleri mesaj ise merak konusu. Milky Chance 27 Haziran-Zorlu PSM Almanya’nın son dönemde bağımsız müzik sahnesine kattığı en keyifli gruplardan biri Milky Chance. Abartısız ama bir o kadar da eğlence seviyesi yüksek şarkıları dillere dolandı. Parçalarını, funky tınılar ve reggae ritimler ile donattılar. Kariyerlerinin en tanınan döneminde bir kez daha bizi ziyaret edecekler. “Stolen Dance” şarkısını çalacaklarına da emin olabilirsiniz.Angus & Julia Stone 11 Temmuz-Zorlu PSMIndie müziğinin yükselişe başladığı 2006’nın sonunda hayranlarını selamlayıp dünyaca ünlü indie/folk ikilisine dönüştüler. Angus ve Julia Stone kardeşlerin kadın ve erkek ses uyumlarının ahengi her bir şarkıda adeta içinize işliyor. Geçtiğimiz yıl sonunda yayınladıkları yeni albümleri “Snow”un turnesi kapsamında hayranlarını selamlayacaklar. Sakin bir yaz akşamında, kadife sesli bu duo’nun yer yer akustik konserini dinlemek adeta paha biçilemez olsa gerek. Benim favori şarkım ise ‘For You’.ALT J 4 Temmuz-Volkswagen ArenaAlt J’nin bence tanınmasını sağlayan etken birçok dizi ve sinema filminde şarkılarının soundtrack olarak kullanması. Acılarımıza, eğlencelerimize fazlasıyla kemiksi bir ses tonuna sahip vokallere sahip şarkılarıyla eşlik ediyorlar. Son albümleri “Relaxer” onları takip eden hayran kitlesi tarafından pek sevildi. Şimdi bu üçlünün şarkılarını hep beraber söyleme vakti. Elektronik soslu indie müzik konserleri hep çok güzel olur, haberiniz olsun.Imagine Dragons 2 Eylül-KüçükÇiftlik Parkİstanbul Blue Night, BKM organizasyonuyla bu kez Amerikalı bağımsız rock grubu Imagine Dragons’u rockseverlerle buluşturuyor! Sahnede oldukça çılgınlar ve hit’lerini teker teker sıralıyorlar. Büyük bir sahne özlemi çekiyorsanız güzel kurgulanmış bir konser dizaynı, dumanlar, alevlerle birleşeceğine emin olun.Wiz Khalifa 4 Temmuz-KüçükÇiftlik ParkWiz Khalifa, kariyerinin en parlak dönemini yaşıyor. Wiz’i ilk kez İstanbul’da izleyeceğiz. Liste başı olmuş şarkılarından “See You Again” onun imzası haline geldi. Şarkılarında şaşılacak kadar iyi kafiyeler kullanıyor. Hit olmuş şarkıları, hayatın ve aşkın eğlenceli yönleri hakkında. Sahnedeki tavrı ise oldukça eğlenceli. Özgün hip hop şarkılarına hasret kaldıysanız doğru konserdesiniz. The Chainsmokers 3 Ağustos-Küçükçiftlik Park Yeni yüzyılın rock starları hiç şüphesiz DJ’ler. Geçtiğimiz yıl izlediğim kadarıyla, bu ikili sahnede ne yapacaklarını çok iyi biliyor. Sadece DJ kabinine sıkışıp kalmıyorlar. Kabinin tepesine çıkıyorlar, setlerindeki geçişleri ile ani heyecanlar yaratıyorlar. Amerikalı DJ’ler Alex Pall ve Andrew Taggart ilk olarak seslerini Coldplay ile çalışmalarıyla duyurdu. Böylece türler arası fark da ortaya koydular. Zekice işledikleri beatler ve ritmek melodileri ile bol danslı akılda kalıcı bir gece yaşatacaklar size.