Milyon dolarlık DJ’ler

4 Ağustos 2018

Forbes geçtiğimiz günlerde dünyadaki DJ ekonomisini gözler önüne serdi. Öyle bir ekonomiden bahsediyoruz ki ilk 10’a giren DJ’lerin bir yıllık hasılatı 260 milyon dolara denk düşüyor.Makalede geçtiğimiz yıl Skrillex turneye çıkmadığı ve sessiz bir yıl geçirdiği için piyasa da 30 milyon dolar kayıp yaşandığını belirtiyorlar. Gençleri peşinden sürükleyen DJ’ler onların kültürel bakışlarını da bir şekilde etkiliyor. Listenin birinci sırasında 48 milyon dolar kazançla Calvin Harris yer alıyor. ‘Elektronik müziğin kralı’ olarak tanımladığı İskoçyalı DJ’in Las Vegas’taki takımı ile nasıl bir şirket mantığı ile de çalıştıklarını belirtiyorlar. Harris, 2011 yılında ülkemizi ziyaret ettiğinde sadece müziğine odaklı bir DJ’di. Cılız vücudu, korkak bakışları ile setini tamamlayıp performansını bitirdiğinde yeniden görüşmek için söz vermişti. Oysa şimdi turne programlarında ülkemizin adı bile geçmiyor. 2014 yılında Sziget Festival’de izlediğimde ise artık o dünya starıydı. Görkemli ışık şovları, seyirciyi coşturmak için konuşmaya bile gerek duymayan, binlerce insanı aynı anda dans ettiren bir DJ’e dönüşmüştü.Listenin ikinci sırasında The Chainsmokers yer alıyor. Yıllık 45,5 milyon dolar kazanan DJ ikilinin patlama anı ise hiç şüphesiz Coldplay ile “Something Just Like This” parçası ile oluyor. 2014 yılında erken dönem çalışmalarını ortaya koyan ikili bu kadar kısa bir sürede en çok kazanan DJ’lerden olacaklarını tahmin etmediklerini her daim vurguluyor. İkiliden Pall Forbes’ın makalesinde “Bundan sonra ne olacağını merak ediyorum” diye de belirtiyor. İşte şu an dünya gençliğinin yakından takip ettiği The Chainsmokers, geçtiğimiz gün KüçükÇiftlik Park’ta Türk hayranlarının karşısına çıktı. Canlı performans değil de DJ set olarak ülkemize uğradılar. Performansın son yarım saatine yetişebildim. Şu sıra hit olmuş şarkıları ‘Sick Boy’u dinlerken etrafımdaki yaşları oldukça genç kitleye de bakmaktan kendimi alamadım. Anne ve babalar köşede çocuklarını bekliyordu. İkileye ise tüm gençlik ateşi ile karşılık veren bir izleyici kitlesi vardı. Bazen ülkemize geldiğini sosyal medya hesaplarından duyurmayan müzisyenlere inat, yeniden gelmek istediklerini instagram story’lerinde belirtiyorlardı. Bu yeni idoller, kariyerlerinin tepe noktasında olduğunun o kadar farkında bir performans sergiliyor ki DJ kabinini adeta oyun alanına çeviriyorlar.Beat’lerinin cazibesini ve DJ masasındaki tüm hünerlerini en iyi şekilde dinleyicisine sunuyorlar. İstanbul’u turne programına dahil eden DJ’lerin de buraya yaklaşımı sahne üstünde de aynı saygınlıkla hep devam ediyor. Katiyen müziklerinde ya da enerjilerinde bir eksiklik söz konusu değil. Hal böyleyken milyon dolar değerindeki bu DJ’leri izlemek adeta görsel bir şölen haline de geliyor. Malumunuz zaten DJ’ler yeni rock starlarımız değil mi?

Devamını Oku

Harekete geçiriyor mu?

28 Temmuz 2018

Sertab Erener, yaklaşık dört yıldır adeta bir makine gibi farklı projeler ile hayranlarını heyecanlandırıyor. Müzik kariyerini anlattığı, izleyenlerden tam not alan ‘Sertab’ın Müzikali’ ile sert bir sound ortaya koyan, vokalistliğini üstlendiği ‘Ocean of Noise’ grubu gibi yenliklerle dolu işler ortaya çıkarıyor. Kariyerini tek bir ağacın gölgesine bırakmak yerine çabalıyor, öğreniyor, öğretiyor, kendini yenileyecek sanatın peşinden gidiyor. Bu durum kimine göre risk, kimine göreyse takdir edilesi bir iş azmi... Tüm bu işleri ise hayatının her alanında olduğu gibi büyük bir titizlikle ortaya koyuyor.Değişime ‘hayır’ demeyen Erener’in son dört yılda orkestrası, ilham aldığı isimler ve kolektif çalıştığı kişilerin de değiştiğini görüyoruz. 2018’de Sertab’ın, Aysel Gürel sözlerindeki güçlü ama aynı zamanda duygulu kadın imajından sıyrıldığını fark ediyorum. Evet, eşsiz bir forma sahip sesi, zamansız şarkılarındaysa her zaman muazzam bir bütünlük var. Ama aynı zamansızlığı geçtiğimiz günlerde çıkardığı yeni single’ı ‘Bastırın Kızlar’ için söylemem mümkün değil. Bu şarkının vermek istediği his, beni katiyen ayağa kaldırmıyor. Ve dinlerken oldukça yoruyor. Şarkının zorlayıcı kısmı ise; Erener’in nefes nefese nakaratı söylerken, aynı nefes nefeselikle ona eşlik eden müziği...Sözlerini Can Bonomo’nun yazdığı, müziğini Ersel Serdarlı’nın yaptığı, prodüktörlüğünü Emre Kula’nın üstlendiği şarkının basın bülteninde özellikle şu kısmın altı çiziliyor: “Şarkı, bir erkeğin gözünden yazılan, bir kadın şarkısı olarak da dikkat çekiyor.” Zaten söz yazarı Can Bonomo’nun kendi müziğinde de bolca yer alan keskin yaylılar, bu şarkıda da baskınca hissediliyor. Şunu unutmamak gerek pek tabii, Erener’in toplumda sessiz kalmış, harekete geçmekten korkan kadınlara “Sökmez inadınız, bizi ne sandınız, çıktık sokaklara, bastırın kızlar!” diye özgüven vermesi oldukça önemli. Bu şarkıyı dinleyen kadınların yarısı bile hayatlarını kendi ellerinin arasına almak için harekete geçse büyük bir adım atılmış olur. Ama şarkının klibini izledikten sonra ise tamamen kafam karışıyor.Klipte bir ispatı gözümün içine sokan “Bizi ne sandınız?” gibi söylemlerin yazılı olduğu pankartlar, damadın kafasına geçirilen kese kağıdı ve ondan kaçmak isteyen gelin, kadınların kulaktan kulağa oynaması, eline megafonu alan Erener ve bunun gibi başka bir yüzyılda kalmış oldukça fazla metafor... Kendimizi ispat ediş şekillerimiz bu şekilde mi artık? Zorbalığın internet çağında tavan yaptığı, sadece erkeklerle kalsa iyi kendi hemcinslerinden de ciddi ciddi zarar gören kadınlara da ses etmek gerekmez mi?Dinleyicide sanat ile yoğrulmuş feminist bir iz bırakmak için artık başka sözlere ihtiyaç olduğunu düşünenlerdenim. Ama şöyle de bir durum var hepimiz aynı şeyleri hissetseydik bu hayatta, ne sanat ne de müzik olurdu...

Devamını Oku

Türkçe pop hala yaşıyor!

21 Temmuz 2018

Yıllar önce Bülent Ortaçgil ile bir sohbetimiz sırasında Türk müzik endüstrisine dair çok önemli bir analiz yapmıştı. Piramidin tepesindeki yani ana akımı yaratan müzisyenlerin çok kuvvetli olması gerektiğini belirtmişti. Ortaçgil, “Ana akım sanayiyi taşıyacak ki alt gruplar yaşama şansı bulacak. Yoksa şans, kader, kısmet olur bu işler” demişti. Ana akım gücünü yaptığı müzikler dışında müzikal tutumları ile de pek tabii sağlamlaştırıyor. Müzik endüstrisinde özellikle pop kategorisinde ana akımı oluşturanlardan Kenan Doğulu, çizgilerinin dışına çıkabilen nadir müzisyenlerden. 2016 yılında caz formlarındaki ‘İhtimaller’ albümü ile sanayinin ona dayattıklarının dışına çıkabilmişti. Bence o piramidin altındaki yeni nesil müzisyenlere ilham olurken, onlara kalıpların dışını da göstermek önemli. Bir sanat eseri ortaya koyarken etkileşimden de kaçınmamak gerek. Keza Kenan Doğulu bunu da başaran isimlerden.Yeni albümü ‘Vay Be’nin açılışını Bora Uzer ve Ozan Turgut ile beraber çalıştığı ‘Issız Ada’ ile yapıyor. Bora usta olduğu funk ve groovy ritimlerini bu şarkıya çok güzel yedirmiş. Aşırı saçma olmayan ve insanlara ders vermek için çırpınmayan sözleri, sevgisini dile getiren tertemiz bir yaz şarkısı olmuş. Hemen ardından da düzenlemesinden, söz ve müziğine kadar Kenan Doğulu’ya ait olan ‘Boş Sayfa’yı dinliyoruz. Bu şarkının özellikle nakarat kısmına bayıldım. Müzikal olarak tam da bu döneme ait bir şarkı olmuş. Doğulu, müzik trendlerini yakından takip ettiğini de göstermiş. ‘Vay Be’ şarkısı ile klasik bir pop albümüne dönüş yapıyoruz. Ama içinde alaturka tınılarının olduğu. Ve tabii ki Ozan Doğulu düzenlemeleri devreye giriyor, albüm bildik bir ‘Kenan-Ozan Doğulu formatına’ geçiyor. Bu şarkı ile Kenan Doğulu yüzünü artık kemik dinleyicisine dönüyor ve albümün seyri de değişiyor. Doğulu, ana akım tarafına geçiyor.‘Yosun’ şarkısı ise gerek vokalleri gerekse sözleri ile bu albümün en duygusalı. Özellikle sözlerinde bir kucak açış, bir güç ortaya koyuyor. Destek veriyor dinleyenine... Aynı zamanda da bir ilişkinin başını da anlatıyor.‘Yapma’ çok daha farklı düzenlemeyi hak edermiş. Doğulu’nun naif vokali oldukça ritmik sözlerle bir bütün oluşturuyor. Dinlerken ise yeniden ve içten içe “Ah ya, bu şarkının müzikal düzenlemesi böyle olmamalıydı” demekten kesinlikle kendimi alamıyorum. Üflemelerin daha baskın olmasını, house sample’ların kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Her ne olursa olsun, bu şarkı albümün gizli hiti.Hemen ardından ise ‘Boğazımdan Geçmiyor’ başlıyor. Sektördeki diğer pop şarkılarından bir farkı olmayan, standart bir parça. Kesinlikle alıcısı çok fazla olacaktır ama özel bir iş değil... Ve albüm ‘Dansa Kaldır’ ile son buluyor. Asla haz etmediğim bir piyasa şarkısı. Evet, oldukça esprili, düğünlerin vazgeçilmezi olacağı da kesin ama bu şarkı değişen Kenan Doğulu için ne kadar gerek bilemiyorum. Günün sonunda müzik endüstrisinin gelişimi için üreten ve yeni sound’ları keşfetmekten kaçınmayan bir Kenan Doğulu dinliyoruz. Müziğine olan saygısını kaybetmemesi, albümün her detayına dikkat etmesi onu dinleyicisi tarafından özel kılıyor. Bu yazın en iyi işlerinden birine imza attığını belirtmek lazım.

Devamını Oku

Nick Cave benim de elimi tutacak mı?

14 Temmuz 2018

25. İstanbul Caz Festivali kapsamında geçtiğimiz Salı günü KüçükÇiftlik Park sahnesinde bir hikaye anlatıcısı olan Nick Cave’i izledik. Bu, konserden çok daha öte bir deneyimdi...Sevilmeyi en çok önemsediğimiz bir yüzyıldayız. Attığımız her bir adımın daha çok beğeni alması için uğraş veriyoruz. Ama sevgimizi en az da gösterdiğimiz bir dönem bu. Kelimelerimizi sözlü dile getirmekten, karşımızdakinin fotoğrafını beğenirken sevdiğimize ise dokunmaktan imtina ile kaçıyoruz. İşte tüm bu illüzyonunun arasında gerçek olana karşı da nasıl tepki vereceğimizi şaşırıyoruz.O yüzden geçtiğimiz Salı günü hayranlarına karşı sevgisini utanmadan, sıkılmadan gösteren Nick Cave’in konserinde ne yapacağımızı bilemedik ve kolay kolay sindiremedik. Hayranlarının gözlerinin tam içine bakan, ellerini sımsıkı tutan kocaman bir alanı kendi orkestrası gibi yöneten bir sanatçı vardı karşımızda. Sıradan bir konser değil anlatacaklarım, sanata fazlasıyla aç kalmış bir kalabalığın tüm isteklerine karşı oldukça cömertçe davranan bir Nick Cave’den bahsedeceğim.Nick Cave, 25. İstanbul Caz Festivali’nde The Bad Seeds ile kaydettiği 16. albümü ‘Skeleton Tree’nin turnesi kapsamında artık büyük isimlerin turne programına bile dahil etmediği ülkemize geliyor ve KüçükÇiftlik Park’ın sahnesinde piyanonun başına oturuyor. Bu turnede koyu takım elbisesi ve yüksek yakalı beyaz gömleği ile Cave, bir şifacı olmayı tercih etmiş gibi... 3 yıl önce kayalıklardan düşüp ölen oğlunun acısını ve pek tabii bizim acılarımızı dindirmek için elimizi tutmak için ‘Jesus Alone’ ile konseri başlatıyor. Kendi jenerasyonun müzisyenlerinin insandan bile kaçtığını düşünürsek o seyirci ile iç içe geçen konserinde bir an bile yerinde durmuyor.Şarkılarda ağlamak ve mutlu olmak14 yıl aradan sonra geldiği bu şehirde kırılgan bir atmosfer yaratıyor. Özellikle “Into my Arms” baladında artık gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Karanlık bir sessizlik, tüm bunların yanında da koca bir neşe doluyor içime. “Girl in Amber”da artık bu bir konser olmaktan çıkıyor, kocaman bir tiyatro sahnesinde gibi hissediyorum kendimi. O kadar güçlü bir ifadesi var ki Cave’in şarkı sözlerini vurgulaması, piyanosunu kusursuz çalması ve sahne karizması onun yıllar geçse bile üzerimizde her daim nasıl bir etki yarattığını fark ettiriyor. Konserde ‘Skeleton Tree’ albüm şarkıları ise hala dinleyici tarafından yeterince sahiplenmediğine de şahit oluyoruz pek tabii. Bence bazı seyirciler bu yeni albümden de bi’haber... Ne fark eder ki! Bu, ‘bu tarz’ konserlerden değil. Seyirci değil mühim olan karşımızda sahne önündeki korkuluklara tırmanıp mikrofonunu seyircinin ellerine tutuşturup alkış tutturan Cave mühim…Müzisyenden çok öte sanki şifacıSahnede başka bir dahi daha var. The Bad Seeds’in karanlık tarafını inşa eden, Warren Ellis. Mülti-enstrüman olan Ellis, bir an olsun bile tökezlemeden kemanı ile başka bir dünyaya aitmiş gibi sahnenin sağ tarafını aydınlatıyor. Şarkı listesi de seyirciyi bir anda yükseltip sonra sakinleştirme üzerine kurulu. Cave, piyanosunun başına geçince yorgun kalabalık anlık nefesler alıyor. Bu turnenin konserlerini internette izlerken Cave’in seyircileri sahneye çağırması ve onları orada kötü bir duruma sebep vermeyecek sakinliği sergilemeleri için nasıl yatıştırdığını gördüğümde burada aynı durumun olup olmayacağını çok kendi içimde sorgulamıştım. Ve beklenen oluyor... ‘Stagger Lee’ şarkısının hafif uzun intro’sunda önden seyirciler teker teker sahneye çıkarılıyor. Hemen ardından onu takip eden ‘Push the Sky Away’de Cave, hem sahnedeki hem de alandaki seyircilere ortak mesafe ve yakınlıkta konseri en tepe noktasına çıkarıyor. Sahne ve alanda bir anda büyük bir kargaşa kopuyor. Tam da Cave’in şarkılarındaki gibi...Tüm o kederli baladların, sonsuz çığlıkların arasında ayılıyoruz ve konser ‘Rings of Saturn’ şarkısı ile son buluyor. Neredeyse bu konseri yazan herkes gibi evet, bir ayindeyiz ya da şifa buluyoruz, tüm yaralarımızı saran. Bizim gibi müziğe sarılmaya ihtiyacı olan insanların arasında... Acaba bu konseri bu kadar iyi yapan Nick Cave’i bunca yıldır beklemiş olmamız mıydı veya müzikal anlamda ne kadar tatmin olduk? Bunların hepsi hep muamma ama konserde spiritüel bir yolculuktan geçtiğimiz pek kesin.

Devamını Oku

İstanbul’da iki özel konser

8 Temmuz 2018

Perşembe günü ise 25. İstanbul Caz Festivali, merakla beklenen İngiliz şarkıcı Benjamin Clementine’i bence İstanbul’da konser izlenecek en güzel mekan Harbiye Açıkhava sahnesinde ağırladı. Dinleyeni baştan çıkaran bir sesi olduğuna dair oradaki hepimiz hem fikirdik zaten. Bir dönem yaşadığı Paris sokaklarından kocaman sahnelere transfer olmuş bir tenor o... O yüzden sesinde ince bir hüzün her daim var, ki gizem kısmını da eklemek lazım. Kendisini keşfetmem ‘I Won’t Complain’ şarkısı ile olmuştu. “Hayal kuruyor, gülümsüyor, yürüyor, ağlıyorum” diyordu şarkıda. Clementine, konser sırasında piyanosunun başında bu şarkıyı çalarken kimseyle göz göze gelmeden tam karşısına sıralanan cansız mankenlere bakıyordu. Bir soyutlama söz konusuydu. Zaten konserin de bütünü bu olguya ait. Her şeylerden soyutlanmak için biz de bu son yüzyılın en önemli caz yeteneğini dinlemeye gelmiştik. Sepya tondaki şarkıları, Fransız chansons’lar, Nick Cave ve Nina Simone’den fazlasıyla etkilenmiş gibi... Müzisyen arkadaşları ve o, işçi tulumu giyip çıplak ayak sahnede hepimizle bir olduklarını gösterdi. ‘London’ şarkısında biraz vahşi, biraz yumuşak vokalleri ile Clementine’nin sıradan bir müzisyen olmadığına şahit oluyorduk. Hiç şüphesiz onun enstrümanı sesi.‘SEYİRCİ BÜYÜLEYİCİYDİ’Sahnede yer alan davulcu Alexis Bossard’ın da hakkını yememek lazım. Klasik bir caz eserini davullar ile daha da ritmik bir hale getirdi. Afrika’nın kalp atışlarını andıran davul ritimlerini siz de tam göğsünüzün üzerinde hissediyorsunuz. Bir de sürpriz vardı, sahnede Clementine’e yaylılarda Melisa Uzunarslan, Özgecan Günöz, Öykü Kocaoğlu, Aslı Yetişener eşlik etti. Konser öncesi sadece bir saate yakın bir hazırlanma ile karşımıza çıkmışlardı. Gecenin sonunda ise Clementine, doğaçlama bir şekilde ‘Jupiter’ şarkısının sözlerini Türkçe’ye uyarladı. Karşımızdaki müzisyen, filmlerdeki gibi bir hayata sahip. Londra’nın kuzeyindeki en fakir semtlerin birinde doğmuş. Ardından Paris metrosunda şarkıcılık yapıp İngiltere’nin en prestijli müzik ödüllerini kaldırmış. The New York Times’ın T dergisine kapak olacak kadar büyük bir başarı. Ve günün sonunda tüm vahşiliğini, umudunu, kırılganlığını yansıttığı şarkıları... Günümüzün bu özel müzisyeninin bizimle buluşması ise çok özel bir an.Konser bitiminde sahne arkasında Clementine ile tanışma fırsatı yakaladım. 2 metreye yakın boyu, çekingen tavrı ve çok şey anlatan gözleri ile karşı karşıya kaldım. “Burada olmak nasıl? Seyirciyi beğendin mi?” diye soruyorum Clementine, “Büyüleyiciydi. Burada olmaktan pişman değilim. Çok beğendim” diyor. Fazlasıyla net, tıpkı müziği gibi...Zihni boşaltan bir şov Alt-JGeçtiğimiz çarşamba günü Pozitif tarafından organize edilen ve Volkswagen Arena’da gerçekleşen Alt-J konserindeydim. Grup geçtiğimiz yıl çıkardıkları ‘RELAXER’ albümünün turnesi kapsamında dünyanın birçok yerinde sahne alıyor. Grubun 3 yıl önceki ilk İstanbul konserinin pek iç açıcı olduğunu söyleyemem. Tatsız bir kalabalık, içi geçmiş bir performans hüsrana uğratmıştı bizi. 3 yıl aradan sonra dinleyici de daha çok sindirmiş olacak ki grubu müthiş bir enerji ile izleme şansına sahip olduk. Günümüzde yeni müzik keşfetme kültürünün önemli adımlarından biri yabancı diziler. Eğer şarkınız o dönemin popüler bir dizi, hem de en kritik sahnesinde duyuluyorsa bahtınız açılmış demektir. Alt-J’nin şarkılarını da son dönemde birçok dizide duyduk. Bu durumun etkisi ise konser alanındaki kalabalık ile ciddi bir şekilde hissediliyordu.Elektronik indie şarkılarının yaratıcıları neredeyse kusursuza yakın bir performans sergiledi. Vokal Joe Newman’ın sakinleştirici sesi özellikle ‘Nara’ şarkısında tam da içimizden geçti. Modern müziğin bu en kendine has grubu, albümlerinden çok daha farklı bir şekilde şarkılarının müzikal yapısını değiştirip konserde çalıyorlar. Bu durum onları neden canlı dinlemeniz gerektiğini de gösteriyor.IŞIKLARLA ÖZEL BİR EVRENAslında abartılacak bir sahne düzenleri yok. Sahnede bir yerden bir yere koşturmuyorlar. Minimal bir ışık savaşının ortasında sadece durup müziklerini yapıyorlar. Günlük hayatın kaosuna karşı, zihinleri yeni anılara hazırlayan melodileri bizimle paylaşıyorlar. Onları dinlerken az önce trafikte söylendiğinizi unutuyor, büyülenmiş bir şekilde sahneye odaklanıyorsunuz. Konserin en güzel yanı ise ışıklarla yarattıkları evren. Bir sanat eserinin önünde sevdiğiniz şarkıların müziklerini yapan üç adam ve sadece tek başınıza o eseri izliyormuşsunuz gibi bir evren bu... Özellikle ‘Hunger of the Pine’ şarkısında lavların arasındalarmış gibi bir etki veren ışık, sahneyi aydınlatan bir lambadan çok daha öteye geçiyor.20 şarkılık bir hikaye anlatan grubun sahnedeki enerjisini yükseltenin seyirci de olduğunun altını çizmek lazım. Her şarkıya müthiş bir katılımcılıkla dahil oldular. Yeni albüm ‘Relaxer’dan çalan parçalara da aynı tutkuyla eşlik ettiler. ‘Tessellate’, ‘Matilda’, ‘Breezeblocks’ ise tabii ki en büyük reaksiyonu alan şarkılardı. Grubun müzikal beyni klavyedeki Gus Unger-Hamilton’ın bile bu konserde konuşuyor olmasına şahit olmak güzel bir gece geçirdiğimizin kanıtıydı. Daha çok gelin Türkiye’ye Alt-J...

Devamını Oku

“Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın”

30 Haziran 2018

Arcade Fire sadece konser vermiyor, onların sahneye koyduğu şey koca bir karnaval. Her duyguyu harekete geçiren, müziğin hala dünyadaki en güzel şey olduğunu gösteren özel bir an. Geçtiğimiz hafta grubu Viyana’da “Everything Now Continued” turnesi kapsamında izledim. Grammy ödüllü grubun vokali Win Butler’ın “Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın, özellikle göçmenlerden” demesi ise hafızalara kazındıArtık konserleri YouTube’dan canlı izlediğimiz bir dönemdeyiz. Evimizde kocaman ekranların karşısına kuruluyoruz, tek başımıza yakın plandan çekilmiş şarkıcının seyirciyi coşturmasını izliyoruz. Yurt dışında gidemediğimiz o festivalin canlı yayınını izlemek azıcık da olsa heyecan yaratsa da o ortamda olamama, binlerle aynı anda o şarkıya eşlik edememe hali beni üzüyor. Geçtiğimiz yaz bir festivalde Arcade Fire’ı izlerken, internetteki birçok konser videosunun aksine ne kadar da büyülü performanslarının olduğunu anlamıştım. Bu grubun ekranlardan fışkıran enerjisini ve son dönemde indie klasmanında neden en güçlü karakterinden biri olduklarını anlamıştım. Bir konserin tadı damağınızda kaldığı hiç oldu mu, bilmiyorum ama o alanı terk ederken tekrar görüşeceğimize çok emindim.Geçtiğimiz hafta Avusturya’nın başkenti Viyana’da şehrin en önemli konser mekanlarından biri olan Wiener Stadthalle’nin yolunu tuttum. ABBA’dan Rolling Stones’a dünyadaki birçok önemli müzisyen bu 60 yıllık performans merkezinde hayranları ile kucaklaşmış. Mekanın tarihsel öneminin dışında Arcade Fire’ı ‘Everything Now Continued’ turnesi kapsamında izleyecektim. Grup, bu turne kapsamında boks ringi ilhamıyla hazırlanan 360 derecelik bir sahneyi tercih ediyor. Ama mekan buna pek imkan vermediği için bilindik bir sahne düzeni ile karşımıza çıktılar. Boks ringini hatırlatmak içinse ip detaylarını ışıkla dizayn ettiler.Konserin açılışını pek tabii ki ‘Everything Now’ ile yaptılar. 6 bin kişilik izleyici kitlesi ise fazlasıyla katılımcı ya da sahneyi coşturan cinsten değildi. Ne fark eder, Will ve Win Butler karşınızdaysa eğer bir şekilde o konserin unutulmazlar arasına gireceğine emin olabilirsiniz. Adeta seyirciyi avuçlarının içine aldılar. Çünkü oldukça sıradan bir setlist hazırlamamışlardı. Enerjisi adım adım yükselen hit’ler ile beslenmiş bir kurguyla karşı karşıyaydık.Aşk ve çaresizliğin harmanladığı parçalarDavid Bowie’nin hayatının anlatıldığı bir sergide sanatçının her sahnesi için ufak maketler tasarladığı dikkatimi çekmişti. Bowie’nin de bu en çok sevdiği grup Arcade Fire, idollerinden ilham aldığı aşikar bir hazırlık kurgulamıştı. Devir dijital devri olduğundan tam tepelerindeki ekranda her şarkı için ayrı hazırlanan bir video dönüyordu. Kimi zaman nostaljik karelerden oluşan bir bütünlük kimi zamansa Win Butler’ın elindeki cep telefonunun yansıması o ekranda görüldü. Hatta Everything Now albümünün ideolojisini oluşturan günümüzdeki marka reklamlarını şarkılar ile bağdaşlaştırdıkları komik reklam videolarını izledik. Şarkı listesine dönersek eğer enerjiyi ‘Power Out’ ile yükseltip, ‘Crown of Love’ ile başka bir hayal dünyasına sürüklediler. Hüzünlü bir rüya gibi olan ‘Neon Bible’, aşk ve çaresizliğin harmanlandığı ‘The Suburbs’, Damian Taylor remiks versiyonuyla çok daha hareketli bir hal alan ‘Ready To Start’ sadece sahnenin değil tüm salonun çığlık çığlığa şarkı söylemesini sağladı. Konser sırasında grubun bir diğer vokali Régine Chassagne’nın sesinin ABBA’dan Agnetha Fältskog’a ne kadar çok benzediğini fark ettim. Yıllar önce ABBA’yı ağırlamış bu sahnede Régine da klavyelerin keskin bir şekilde duyulduğu ve disko günlerini geri getiren Sprawl II’yi söyledi. Mekanın tam ortasına yerleştirdikleri disko topunun aynalarının ışıklarla birleşiminde etrafa yayılan enerji ise tarifsiz güzellikteydi. Grup, hassas, sert ve bir o kadar da tutarlı bir sahne gösterisi sunuyordu. Grubun sahnedeki dokuz müzisyeninin her şarkıda farklı bir enstrümanın başına geçmesi ve bu sistematik değişim bizim de gözümüzü bir an olsun onlardan ayırmamamızı sağladı. Konserin ortalarında sözleri ile farklı bir boyuta sizi çeken ‘Afterlife’ şarkısında ise bir anda seyircilerinin ortasından bir platform yükseldi. Win Butler, seyircinin arasına koşar adım girerek bu platformun üstüne çıktı. İki metreye yakın boyuyla Win, bu şarkıyı söylerken her seferinde garip bir hüznün içine giriyor. Siz de bir izleyici olarak onu izlerken tam da derinden o hissi gözleriniz ve tam kalbiniz ile hissediyorsunuz. “Şarkılarımız yıllarca size eşlik ediyor”Konser bitmeye yakın Win yine seyircilerin arasındaki platformda Bob Dylan’ın ‘A Hard Rain’s a-Gonna Fall’ şarkısını söyleyerek yeniden karşımıza çıktı. Bu şarkının devamı ise ‘We Don’t Deserve Love’ parçasına bağlandı. Win, sahnenin tepesindeki ekrandan karaoke yapar gibi şarkıyı söylemeye başladı. Hemen ardından ise tüm izleyicileri onlarla bir bütün haline getirecek olan ve artık kült haline gelen ‘Wake Up’ ile konserin sonuna gelindi. Giriş kısmı olan ‘oh oh’ tekrarı hipnotik bir şekilde tekrarlandı. İyi geçen bir konser sonrası kazanılan zafer gibi... Dünyanın en büyük indie grubu için muazzam bir sahne sonu. Gecenin sonunda Win son dönemde göçmen politikaları oldukça eleştirilen Avusturya halkına “Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın, özellikle göçmenlerden” dedi. Sevin ya da sevmeyin Arcade Fire’ın müzikal anlamda dayanılmaz bir cazibesi var. 20 yıldır adımlarının çok daha güçlenmesini her konserde daha da net bir şekilde anlayabiliyorum. Haiti için yaptıkları yardım kampanyaları, sözleri ile hala saflığın, farklılığın bir ayrıcalık değil doğal bir durum olduğunu göstermeleri, onları yer aldıkları klasmanın çok daha ötesine taşıyor. Viyanalı gazeteci arkadaşım grubun üyelerinden Will Butler ile konserden dakikalar önce buluştuğunda söylediği şu sözleri bana anlatıyor, “Müzik söz konusu olduğunda, grup olarak şu sıralar bugüne kadar hiç olmadığımız kadar iyiyiz. Bizim için sanat ve eğlence arasında koca bir boşluk var. O boşlukta işte koca bir mücadele söz konusu. Müzisyen olarak yaratmak ve o ruhu tatmin etmek istiyorsunuz. Çünkü bizim şarkılarımız dinleyicilerimize yaşamları boyu eşlik ediyor.” Konserin ertesi günü de tekrar bunu konuşuyoruz. Sahnede Will’in hiperaktif tavrı, seyircinin içine korkusuzca dalması ve onlarla yakın temasta olmaya dikkat etmesi... Bir sanatçı için fazlasıyla müziğin içinde olmak değil mi? Umarım, günün birinde bu müthiş karnavalı ve sıra dışı müzisyenleri ülkemizde de izleme şansını yakalarız...NOT: Yurt dışı konserlerindeki basın akreditasyonlarında her zaman yardımlarını esirgemeyen Sony Music’ten Selin Otun’a teşekkür ederim.

Devamını Oku

Şarkılar zamanda yolculuk yapmanızı sağlar

23 Haziran 2018

“Her şey normal akışındayken ben çok hızlı hareket ediyormuşum gibi geliyor” diyor Angus and Julia Stone’dan Julia. Onu bu anlarda şarkıların sakinleştirdiğini belirtiyor. 11 Temmuz’da Zorlu PSM sahnesine çıkacak olan grup ile zamansız, huzur veren şarkılarının yaratım sürecini konuştuk...Sydney’den yola çıkıp Amerika kıtasını feth etmek, oranın önemli festivallerinde sahne almak müzik endüstrisinde pek de kolay değildir. Angus ve Julia kardeşler bunu başarabilen nadir müzisyenlerden. İkili yaşadıkları şehir Sydney’in doğası ve kültürü ile harmanlanmış naif şarkılar ortaya koyuyor. İki kardeş hayatlarının bir döneminde birbirlerinden uzaklaşmıştı. Ta ki ünlü prodüktör Rick Rubin ile karşılaşana kadar... Rubin; Eminem, Johnny Cash, Jay Z, Kanye West, Red Hot Chili Peppers gibi onlarca farklı janrlarda müzisyenle çalışmış bir yapımcı. Hepsinin en önemli yapıtlarında onun imzası var. Rubin, iki kardeşi yeniden bir araya getirip 2014 yılında dünya çapında tanınmalarını sağlayan “Angus and Julia Stone” albümünün prodüktörü oldu. İkili aile bağlarını müziklerine taşıdı. Yapımcı ikilinin müziklerine adeta ruh verdi...Rüyalara daldıran, dünyada hala sade şarkıların yapılacağını gösteren ikili Angus and Julia Stone, 11 Temmuz akşamı ise Zorlu PSM’de. Konser öncesinde Julia Stone sorularımı Londra’da cevapladı...Şu an bu soruları cevaplarken nasıl bir ortamdasın?Londra-Soho’da eski ve çok güzel bir oteldeyim.Dünyaca ünlü prodüktör Rick Rubin ile çalışmak, sizin için kırılma noktasıydı herhalde... Rubin ile çalışmayı nasıl tarif edersin? Rick gerçekten de harika bir insan. Onun etrafında olmak çok keyifli ve onunla her şey hakkında rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. Müziği çok seviyor; bu yüzden de etrafındaki herkesin müziğin ne kadar önemli olduğunu fark etmesini sağlıyor. Bence onu bu kadar harika yapan şey de bu, müzik yaparken özen göstermenin ve farkındalığın önemini devamlı hatırlatması.İlk albümünüzü kaydettiğiniz Rick Rubin’in Malibu’daki mükemmel stüdyosunda çalışmış olmak kişisel olarak size, profeyonel olarak müziğinize neler kattı? Rubin’in Johnny Cash’den Jay Z’ye birçok efsanevi ismin çalıştığını da düşünürsek eğer...Bana çok güven verdi diyebilirim. Sanatçı olma ve müzik yapma kararım konusunda daha güvenli hissetmemi sağladı. Rick’e çok güveniyorum; şarkı yazmak ve şarkı söylemenin gerçekten değerli bir şey olduğunu bana zamanla anlattı. Galiba bazen bir “müzisyen” veya “sanatçı”nın gerçekten bir şeylere katkı sağlayıp sağlamadığını, ya da tamamen narsist bir duruş mu sergilediğini sorguluyordum. Büyük ihtimalle bu ikisinin karışımıdır tabii. Ama Rick, bir şekilde bunun benim yapmam gereken bir şey olduğunu bana hissettirdi. Şarkı söylemek kalp atışımı düzenliyorMüzik yaparken amacınız kalıcı işler yapmak mı yoksa zamanın ruhunu yakalamak mı?Bu, üstüne pek de düşünmediğim bir şey. Kendimizi sürekli geliştirmeye çalışıyoruz. Örneğin değişik plugin’leri ve pedalları kullanmayı öğrenmek gibi teknik konular üzerine çalışıyoruz. Bunlar gerçekten ilginç şeyler ve eminim ki sound’umuzu da değiştiriyor. Fakat bir şarkının zamansız olması veya tamamen belirli bir döneme ait olması öznel bir mesele. Bir şarkıyı zamansız yapan şeyin şarkının kendisi olduğunu düşünüyorum; sözleri ve amacı… Bazen zamanda yolculuk yapabilen bir şey yakalıyorsunuz, bazen de şarkı sadece bir ana ait oluyor ve geçip gidiyor.Şarkılarınızda gerek aşk, gerekse aile bağlarının iyileşme süreçlerini dinliyormuşum gibi geliyor. Ve her seferinde bir hayal dünyasına sürüklüyor. Peki, şarkılarınız sende nasıl izler bırakıyor?Müziğimizi sakinleştirici buluyorum. Turneler sırasında, yoldayken zaman zaman çok endişeli hissedebiliyorum. Her şey normal akışındayken ben çok hızlı hareket ediyormuşum gibi geliyor. Evde olmayı ve rutinimi çok seviyorum fakat bu şu anda hayatımın çok küçük bir kısmı. Turne hayatı çok düzensiz ve yorucu olabiliyor. Bu yoğun dönemlerde müzik yapmak veya sahnede şarkı söylemek beni sakinleştiriyor. Vücudumu dinlendiriyor, kalp atışlarımı düzenliyor. Sıcak bir çay etkisi yaratıyor bende, kendimi dinlenmiş hissediyorum. Stüdyomuz doğanın tam ortasındaydıSnow albümünün şimdiye kadar yaptığınız çoğu işten çok daha dışa dönük bir yapısı var. Albümü doğa ile iç içe bir alanda mı kaydettiniz? Gitarlar bile sanki tamamen canlı performanslar için dizayn edilmiş gibi...Kesinlikle. “Snow”u Angus’un Byron Bay’deki çiftliğinde kaydettik. Çok huzurlu bir ortamdı, çok keyifli vakit geçirdik. Her gün uyanıp yüzüyorduk, çayımızı içiyorduk ve sonrasında tüm gün şarkı yazıyorduk. Stüdyo da doğanın ortasındaydı, hatta zaman zaman doğa stüdyonun içindeydi. Hatta bir gün muhteşem bir kahverengi yılan stüdyomuza konuk olup şarkılarımızı bile dinledi. Angus gerçekten kayıtlarımızı canlı performanslara taşımak konusunda çok başarılı. “Snow” içinde birçok değişik sound barındırıyor ve bu soundları sahneye de doğru taşıyabilmek için değişik yollar aramak çok keyifli oldu. Harika bir orkestramız var, hem albümü kaydederken bize eşlik ettiler hem de sahnede beraberiz. Bizim de işimizi çok kolaylaştırıyorlar.Çeşitlilik hissi beni heyecanlandırıyorSon dönemde sana neler ilham veriyor?Şu ara Rick Gervais’in “The Office”ini tekrar izliyorum, inanılmaz bir komedi. Tim ve Dawn’ın arasındaki yıllar geçtikçe alevlenen aşk hikayesi beni çok etkiliyor. İnsanların dünyayı nasıl yorumladığını izlemeyi çok seviyorum. Hepimiz aynı şeye bakıyoruz aslında, fakat bakış açılarımız ve baktığımızda gördüğümüz şeylerin çeşitliliği beni çok heyecanlandırıyor.Yolda neler dinliyorsun?Dürüst olmak gerekirse şu sıralar çok müzik dinlemiyorum. Her gün soundcheck yapıyoruz veya konser veriyoruz. Bu yüzden boş zamanlarımda stand-up şovları veya komedi dizileri izlemeyi tercih ediyorum. Zaman zaman “Lightly Toasted” adında Avustralyalı bir caz grubunu dinliyorum. Emprovize caz yapıyorlar ve muhteşem bir trompet sanatçıları var. Bende bazı canlı kayıtları var. Sanırım ben de trompet çaldığım için başkalarının o enstrümanı nasıl yorumladığını dinlemek hoşuma gidiyor. Kırmızı tramvaya binmek istiyorum!11 Temmuz akşamı Zorlu PSM sahnesinde olacaksınız. İstanbul dendiğinde ilk aklına gelen nedir? Burayı merak ediyor musun?YEMEK! Türk yemeklerine bayılıyorum. Sydney’de büyüdüm, orada harika Türk restoranları vardı. Erkek arkadaşım evde bana menemen yapıyor, favorim o. İstanbul’da da denemek için sabırsızlanıyorum. Tabii gözleme, börek ve mantı da yemek istiyorum. Bana en iyi yerleri önermelisin. Aynı zamanda, dünyanın en iyi davul zilleri de Türkiye’de yapılıyor. Kişisel favorim, İstanbul Agop. Onların yapıldığı yerleri görmek ve Taksim’deki kırmızı tramvaya binmek için sabırsızlanıyorum.

Devamını Oku

Travis ile ’Dağlar Dağlar’ bir bağ

9 Haziran 2018

Travis, tüm naifliğine rağmen ihtişamlı sahneler yaratabilen gruplardan. Konserlerinde yüzünüze huzurlu bir gülümseyiş yapışır kalır. 2014 yılındaki İstanbul konserleri sırasında grup üyeleri ile bir araya gelmiştim. Müziğin dünyayı 70’lerdeki gibi derinden değiştiremediğine dair bir sohbete dalmıştık. Bas gitarist Dougie Payne ise olaya çok farklı bir bakış açısı getirip, “Ben müziğin dünyayı değiştireceğine inanmıyorum, insanların dünyayı değiştireceğine inanıyorum. Müzik, insanlar üzerinde çok güçlü etkiler yapıyor. Annem her zaman der ki ‘Belki de dünyadaki en pozitif şey müzik çünkü tamamen safça pozitif.’ Belki insanların günlerini değiştirecek bir etkiye sahibiz. İyi bir şarkı sizi mutlu eder. Tutkunuzu ateşler… Belki insanları nazikleştirebilir. Çünkü nazik ve saygılı olmak dünyadaki en önemli şeylerden biri” demişti.Günümüzde hemen geçtiğimiz cuma gecesi Zorlu PSM sahnesinde gerçekleşen Travis konserinden çıkarken bu yıllar önceki sohbet aklımdan geçiyor. Travis, 1999 yılında yayınladığı kariyerlerindeki en önemli albümlerden biri olan “The Man Who”nun turnesi kapsamında ülkemize de uğruyor. O albümden bize kalan anıları yeniden hatırlatmak ya da o şarkıları keşfetmemizi sağlamak istiyorlar. 23 şarkılık bir müzikal yolculuk bu konser. İskoçyalı grup beşinci kez geldikleri İstanbul’da kusursuz bir enerji ile karşımızdalar. Sıra sıra şarkılarını çalarken, “Hatırlıyor musun bu şarkının klibi ne güzeldi, bunda da ayrılık acısını atlatmıştım, geçen geldiklerinde bu şarkıda tüm salon şemsiyesini açmıştı” gibi aramızda konuşuyoruz. Bir sanatçı için en güzel an bu olsa gerek. Müzikleri ile izleyicisine iz bırakabilmek ve yıllar sonra sahnede bu kült albümü çalarken enerjilerinden birazcık bile uzaklaşmamış olduğunu karşı tarafa da hissettirmek.“The Man Who” albümü grubu İngiltere’nin önemli festivallerinden biri olan Glastonbury Festival’inde 99’da sahne almalarını sağladı. Vokal Fran Healy’in dediğine göre onları efsaneye dönüştüren bir an da yaşanmış, “Why Does It Always Rain on Me?” şarkısının ilk satırını söylerken bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Bu durum onları iyice tanıtıyor. Bugün ise sahnede tam da o günden gelen bir ses tonu, o günden kalan bir sahne enerjisi ve bugüne ait bir olgunluk vardı. Bu albüm bir bakıma Britpop’un yıldızının parlak olduğu dönemleri de simgeler.Travis’in konserine dair anekdot ise seyirciye duyulan saygı ve bağ. Grup, bu albümün turnesinde bis yaptıktan sonra Britney Spears’ın ‘Baby One More Time’ şarkısını cover’lıyor. Neredeyse gittikleri her şehirde bu değişmiyor. Biz de bis sonrası bu şarkıyı beklerken vokal Fran, akustik gitarı ile sahneye çıktı ve bir anda Barış Manço’nun efsane şarkısı Dağlar Dağlar’ı söylemeye başladı. Hepimiz şaşkınlıkla şarkıya eşlik etmeye başladık. Çok güzel bir Türkçe ile söylüyordu. Normalde yabancı şarkıcılar “İstanbul teşekkür ederim” diyince çığlık kopar, Türk bayrağı açtıklarında iki kat çığlık olur. Ama tam karşınızda Travis’in Türkçe bir şarkıyı cover’laması, karışık duygular yaşamamızı sağlıyor. Bu özel şarkı grup ile aramızdaki bağı daha da güçlü hale getiriyor. Fran, “Artık dünyada böyle şarkılar yapılmıyor. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok etkilendim. Tarifsiz bir şekilde bağlandım” diyor.Konser bitiminde grubun dediği gibi safça bir pozitiflik içinde, güçlü bir şekilde terk ediyoruz alanı. Teşekkürler TRAVIS...

Devamını Oku