- Festival açılışını Solange ile yapıyorum. Geçtiğimiz yılın en iyi albümlerinden birini yapması onun sahnedeki kuvveti. Sahneyi ışıklarla kıpkırmızı bir küpe çeviriyor ve ‘A Seat at the Table’ın en iyi şarkılarını birer birer sunuyor. Ama Solange, sahnede o kadar farklılaşmaya çalışıyor ki bir şeyler eksik kalıyor. Bize bir çağdaş sanat güzellemesi sunuyor gibi... Ablası Beyonce’nin sahne ışığından çokça uzakta. Ama ipeksi sesinin hatrına ekstradan bir şarkı dinleyip oradan uzaklaşıyorum.
- Merakla beklediğim Bon Iver ilk gün ana sahnesinde bizi selamlıyor. Müzikal bakışını tamamen değiştirdiği, her şarkısı farklı bir koda sahip olan ‘22, A Million’ albümünün ağırlıkta olduğu bir setlist ile sahnede Bon Iver, yani Justin Vernan... Albümlerini yazmak için kendini kapattığı o küçük kulübelerden çıkmış ve artık kocaman sahnelerin hakimi olmuş. Vernan’ın vokalinin nasıl değişken bir hal aldığını “10 deathbreast” ve 33 ‘God’ şarkılarında açıkça duyuyoruz. Sıkılacağımı düşündüğüm bir konserin hiç bitmemesini istiyorum. Buna etken de Vernan’ın hırpalanmış vokalleri ve bilerek bozduğu sert ayrıca derinden gelen müziği. Konseri bitirirken ise altın vuruşu yapıyor. Orkestrasını sahne arkasına gönderiyor, eline gitarını alıyor ve ‘Skinny Love’ı seslendiriyor. Festival seyircisini şarkı listesi ile de memnun bırakmayı iyi biliyor. Bu şarkı ile üstümüzü sessizlik kaplıyor. Müzik festivallerinin tek bir müzik türünün elinden çıkmaması gerektiğini Vernan hatırlatıyor. Karşı sahneyi işaret ediyor ve “Benden sonra Slayer’ı dinleyecek olmanız büyük bir onur” diyor.
- İlk günün önemli isimlerinden biri de hiç şüphesiz Aphex Twin. Gizemli DJ Richard James, sahneyi ışıklarla adeta bir kaleydoskopa çeviriyor. Seslerle çıkaracağı yolculuğa seyirci de hazır bekliyor. Çünkü onlar da sahnenin birer parçası. Seyircilerin yüzleri sahnenin yanındaki ekrana gelince animasyonlarla değişime uğruyor ve adeta Aphex Twin’e dönüşüyor. Sahnenin yakınında ya da uzağında James’in yarattığı ses bir bakıma dalaklarımızı delecek bir güçlükte. Oysaki Primavera’nın ciddi bir ses sorunu var. İki saatlik seti ile IDM’in kötü örneklerinden adeta kulaklarımızı temizliyor.
Artık stadyumları doldurmalı
- İkinci günün yıldız ismi Frank Ocean konserini iptal ettiği için bütün alan The XX’e kalıyor. Disko ışıkları altında The XX’in yükselişini izliyoruz. Grubun as elemanlarından Jamie xx de bizi birazdan çalacağı kendi setine hazırlar gibi. The XX’in o pek haz etmediğim son albümü ‘I See You’dan şarkılar sıralanırken bu albümü neden sevmediğimi bir kez daha hatırlıyorum. Onlar minimal müzikleri ile var olmuşlardı. Şimdiyse kocaman bir grup olma yolundalar. Ama bu son albümdeki neşe sanki onlara hiç yakışmıyor. İlk kez 2012 yılında Sziget Festival’de izlerken kimsenin umursamadığı The XX, Primavera’da binleri ayağa kaldırıyor. Ardından ise sahne Jamie xx’e kalıyor, disko soslu bir DJ seti ile bizi karşılıyor.
- Festivalin üçüncü gününün yıldızı ise hiç şüphesiz Arcade Fire. O dillere destan canlı performansını ilk kez izleyeceğim için kafamdaki çıtayı arşa çıkarıyorum. İlk şarkısı ‘Wake Up’ın girişi duyulur duyulmaz binlerce kişi aynı anda onlara eşlik etmeye başlıyor. Sesim kısılırcasına ‘Children don’t grow up’ derken evimde dinlediğim müziğin, sahnede nasıl bir evrime uğradığına şahit oluyorum. Arcade Fire’ın en güzel yanı konserlerde dümdüz bir şekilde şarkılarını çalmamaları. Gerçek bir konser grubu olduğunu kanıtlarcasına orada her bir şarkıyı başka bir forma sokuyorlar. Bu da onları canlı dinlemek için büyük bir motive nedeni. Hemen ardından yeni teklileri adeta ABBA şarkılarını andıran ‘Everything Now’ başlıyor. Katiyen bencil değiller, hitlerini birer birer bizim için sıralıyorlar. Özellikle ‘Afterlife’ şarkısında Win Butler’ın derin bir nefes alıp şarkıyı oturarak söylemesi benim için unutulmaz anlardan. İki metreye yakın boyuyla sahnenin tam ortasında dururken, şarkılarındaki gibi seyircisine kucak açıyor, müziği ile asla kapanmayacak büyülü bir kapının içinden bizi sokuyor. Bu sefer ‘Reflektor’ albümünün turnesindeki kadar şaşaalı bir sahneleri yok. Çok daha minimaller. Ne bir eksik ne bir fazla, onlar artık stadyumları dolduracak güce sahip. İlk albümlerini 2005 yılında Kanada’da 400 dolar maliyetle çıkarmış naif bir grubun sahnede nasıl da devleştiğine o an şahidiz. Konserden çıkarken kısılan sesim ve uzun zaman sonra gülümseyen suratımla bir festivalin daha sonuna geliyorum. Tavsiyem, ne yapın edin bir kez olsun Arcade Fire’ı canlı izlemeye çalışın…
Festivalden anekdotlar
- Haim yeni albümünün lansmanını burada yaptı. Kızlar aynı çizgide gidiyor ve Avrupa’da çok seviliyor, kalabalık bunun kanıtıydı.
- Grace Jones, 69 yaşında ve hala sahnede 70’lerdeki kadar diri. Yine maskeleri ile yaptığı sahne şovuyla karşımızdaydı. Hulahop çevirerek şarkı söylerken, bir anda korumasının sırtına çıkıp seyircinin arasına daldı. Seyircinin tutkusuna karşı daha fazla dayanamayıp gözyaşları ile şarkısını söyledi.
- Hollywood’un son dönemdeki önemli aktörlerinden, Time’ın geçen yıl seçtiği dünyadaki en etkili 100 kişiden biri olan Riz Ahmed de politik rap grubu Swet Shop Boys ile Barselona’da. Yaptığı rap’in hakkını veriyor. Havaalanlarında özellikle Müslümanların ayakkabılarının zorla çıkarılmasını anlattığı ‘Shoes Off’ şarkısında o da ayakkabılarını çıkartıyor. Hit’leri ‘T5’da ise herkes dans ederek yapılan rap’e eşlik etti. Gerçekten Riz Ahmed sahnede muhalif ve asla sözünü sakınmıyor. Star Wars ve Girls dizisi fanları önde ‘Ahmed’ diye bağırıyor.
- Flying Lotus’u lütfen Sonar İstanbul’a getirin. İzlediğim en iyi elektronik müzik performanslarından birine hiç şüphesiz o imza attı. Aklım kaldı, evde Youtube’dan videolarını izleyip durdum.
- King Gizzard & the Lizard Wizard’ı neden Türkiye’ye getirmiyorsunuz? En çılgın seyirci ne yazık ki Slayer’da değildi bu gruptaydı. En çok stage diving yine bu grubun sahne önünde oldu. Hatta poga’da… Saykodelik müzik ile metali birleştirmek bunu aynı karakteristik şekilde canlı çalmak harbi güç ister. Bunu en iyi şekilde tabii ki başardılar.
- DJ Coco benim bu festivalde en değer verdiğim isimlerden. İspanyol DJ bir ritüeli gerçekleştirdi ve sabahın 6’sında sahne aldı. Her zamanki gibi festivalin kapanışını gerçekleştirdi. Amfitiyatroda oturmuş dans eden insanları izleyip güneşi müzik ile aydınlatmak ise paha biçilemez bir andı.
Red Bull ile festival ayağınıza geliyor
O kadar çok müzisyen vardı ki izleyemediğim. Bir konserden diğerine giderken haliyle bazılarını es geçtim. Festivali ayağınıza kadar getiren Red Bull TV ile evde sahne önündeymişim gibi kaçırdığım isimleri izledim. Primavera Sound sırasında onların canlı yayın araçlarına da ayak bastık. Müthiş bir yoğunlukla çalışan ekip 200 kişiden fazlaydı ve en iyi görüntüyü size sunmaya çalışıyorlardı. Bu çok kültürlü ekibin başında Brit, Mercury ödül törenlerini, Adele konserlerinin yönetmenliğini yapan Paul Dugdale, Liz Claire ve Tom George var. Ses ise süper bir isme emanet Emmy ödüllü ses mühendisi Tim Summerhayes. Primavera’da Red Bull TV 4 gün boyunca toplam 50 saat yayın yaptı. Toplam 10 sahneden çekim yaptı ve 30 kamera kullanıldı. Şimdi ise sıra Roskilde festivalinde. 28 Haziran-1 Temmuz arası festivale TV karşısında evimde dahil olacağım.