Haykır Saraybosna ya da orijinal adıyla Scream For Me Sarajevo filmini izliyorum, ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Bir müzik belgeseli değil miydi izlediğim yoksa hayatın ta kendisi mi? Iron Maiden’ın solisti Bruce Dickinson, “Sarajevo” diye bağırdıkça müzik ile özgürlüğe sıkı sıkı tutunan insanların hislerini anlamaya çalışıyorum... Haykır Saraybosna, İstanbul Film Festivali kapsamında savaş sırasında Saraybosna’da konser veren Iron Maiden ve dinleycilerinin başından geçenleri anlatan önemli bir belgesel. 1994 yılı ve abluka altındaki Saraybosna’da yaşayanlar dış dünyadan uzak bombaların arasında hayata tutunmaya çalışır. Ama ufak bir mucize gerçekleşir. Bruce Dickinson önderliğindeki Iron Maiden, gelen bir telefonla Saraybosna’daki BKC Konser Salonu’nda 14 Aralık günü konser vermeyi kabul eder. O dönem grubun gitaristlerinden olan Chris Dale, Dickinson’dan gelen telefonu şöyle anlatıyor, “Saraybosna’dan konser teklifi geldiğinde Bruce hemen kabul etmişti. Ardından bizi aradı. Teklifi kabul ettim ama bir süre sonra orada savaş olduğunu hatırladım. Bruce’a sordum, o da beni doğruladı ve ‘Evet, bir çeşit savaş ama Birleşmiş Milletler koruması altındayız ve bir tankla konser alanına gidebiliriz’ dedi.”Ardından ise müzik tarihinin en önemli konserlerinden birinin gerçekleşmesi için macera başlar. Yönetmen Tarık Hodzic, o güne tanık olanları, Mostar’dan Saraybosna’ya gelmeye çalışan ve hayatlarını tehlikeye atan hayranların başından geçenleri, Bruce ve o dönem Iron Maiden’da çalan grup üyelerinin hislerini bize derinden anlatmış. Kuşatma altında hayatlarını yaşamaya çalışanların konserdeki hallerini ve umutlarını izlerken göz yaşlarınıza hakim olmak neredeyse imkansız. Özellikle grubun yıllar sonra yeniden Saraybosna’ya konsere gidip, ardından hayranlarından birinin mezarına pena bıraktığı sahne müziğin gücünü bir kez daha iliklerinize kadar hissettiriyor.Yeni dünyanın suni müzisyenleriHaykır Saraybosna biterken ister istemez şu anın müzisyenlerinin cesaretlerini düşünmeye başladım. İstanbul’da yaşanan hazin terör saldırılarından sonra burada konser vermekten vazgeçen, buradan gelen konser teklifi maillerine cevap verme inceliğini bile göstermeyen, bireysellikle kaplı şarkılarını konforlu ülkelerinde seslendiren şimdinin çiğ müzisyenleri bir bir aklımdan geçmeye başladı. Sadece sosyal medya hesaplarından yazdıkları birkaç kelime ya da paylaştıkları fotoğraflar ile vicdanını rahatlatmaya çalışan gerçek dünya ile tamamen bağı kesilmiş müzisyenlerin iyi müzik yapma olasılığı var mı! Ardından Iron Maiden’ı İnönü Stadyumu’nda izlerken Fear of the Dark şarkısında bize selam çakışını yeniden anımsadım. Esas soru ise yeni nesli arkasından sürükleyen dünyaca ünlü müzisyenlerinden kaçı Suriye’de konser vermek için kendini tehlikeye atardı!
İzlediğim en iyi tiyatro oyunu olarak 2011 yılında İKSV’nin İstanbul’a getirdiği Kevin Spacey’nin başrolünde olduğu III. Richard’ı söylerim. İngiltere ya da Amerika’da o büyük tiyatro sahnelerinin kapısından içeri daha girememiş bir izleyici olarak hayal ettiğimden daha da etkileyici bir performans ile karşılaşmıştım. Sene 2017; İKSV İstanbul Film Festivali kapsamında ülkemize gelen Sir Ian McKellen, karşımızda. William Shakespeare’ın oyunları hayatına yön vermiş bir oyuncu. İngiltere’de en görkemli tiyatro salonunda, en ön sırada oturup, sahnede onu izlemekten çok daha önemli bir an yaşıyoruz. McKaellen, bize Shakespeare’den bölümler oynuyor hemen ardından ise hayatının dönüm noktalarını paylaşıyor. O sırada sanki İstanbul’da değil de Londra sokaklarında geziniyoruz. Bir oyuncunun zihninde nelerin var olduğunu, onu hayata karşı bu kadar olumlu ve gururlu yapan temel taşların neler olduğunu dinliyoruz. İşte McKellen’ın ‘Sahne, Beyazperde ve Meydanlar’ başlıklı konuşmasından anekdotlar...- İlk kez 3 yaşındayken bir tiyatro oyununa gitmiştim. Eve döndüğümde prodüksiyonu eleştirmeyi başlamışım ve sahnede bundan daha iyi olacağımı belirtmişim.- Shakespeare’ın metinlerini oynamak bana her zaman ilham verdi. O metinlerinde hepimizi tanıyordu, insan doğasını ve karakter analizini yıllar öncesinden icat etmişti. Tüm duyguları biliyor gibiydi. Bunları fark ettikten sonra bir oyuncu olarak da dünyaya daha farklı bakıyorsunuz. Oyuncu olduktan sonra insan olmayı anlıyorsunuz.- Hollywood’dan ilk başrol teklifim Tom Cruise’un Görevimiz Tehlike filminin ikincisi için gelmişti. Kötü adam rolünde beni görmek istiyorlardı. Görüşmeye gittiğimde senaryoyu gösteremeyeceklerini belirttiler. “Okumadığım rolü oynayamam” dedim ve rolü kabul etmedim. Ajansım bu konuda çok kızdı bana, oyunculara güvenmedikleri için senaryoyu göstermiyorlardı. Ama bu benim için şans niteliğindeydi hemen ardından X Men’de Magneto rolü ve Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf rolü geldi. Hepsini kabul ettim. Eğer sadece Görevimiz Tehlike’ye onay verseydim bu rolleri oynayamaz ve şu an karşınızda olamazdım.- 49 yaşıma kadar gay olduğumu açıklayamadım. Çünkü İngiltere’de bu suç olarak görülüyordu. Kendimi bir yalancı gibi hissediyordum, bazen delirecek gibi oluyordum. Kimliğimi açıkladıktan sonra ise film kariyerim coştu. Çünkü insanlar dürüst kişileri her zaman sever. Geri dönüp baktığımda tüm yaşadıklarım çok komik geliyor. Mesela son oynadığım film Güzel ve Çirkin’de iki erkeğin dans ettiği bir sahne olduğu için Malezya ve Alabama’da yasaklandı. Rusya’da 17 yaş sınırı getirildi. Aklım almıyor. Ben otorite hiç sevmem ve itaat etmek asla istemem. Kimliğini açıklamayan insanlar keyifsiz ve mutsuzlardır. İnsanlara kim olduğunuzu açıklamanız gerek.- Türkiye’ye bu kadar geç geldiğim için pişmanım. Daha düz bir şehir bekliyordum ama burası tepelerden oluşuyormuş. Ayasofya’ya gittim ve büyülendim. Çok fazla yer gezemedim ama çok fazla insanla tanıştım. Zaten bir şehri en iyi keşfetmenin yöntemi budur. Türkiye’nin başka şehirlerini de gezmek istiyorum, bir daha geleceğim.
İlhan Erşahin, New York’taki kulübü Nublu ile bulunduğu bölgeye kültürel bir iz bıraktı. Erşahin ise bu noktada İstanbul ile de bağını koparmadı. Burada yer alan Wonderland ve İstanbul Session projeleri ile saksofonuna nefes vermeye devam etti. Erşahin ile Babylon’un kulisinde buluşuyoruz. Onun müzikten asla vazgeçmeyecek müzisyenlerden olduğunu anlıyorsunuz. Erşahin ile New York-İstanbul müzik hattını konuştuk.Üsküdar Belediyesi, müzik dünyasının önemli ismi Ahmet Ertegün’ün ölümünün 10. yılı anısına saygı konseri düzenledi. Sen de Ertegün için sahnedeydin. Ahmet Ertegün hafızanda hep nasıl yer aldı?1995 yılında New York’ta gündüzleri, bir kulüpte gerçekleşen brunch’larda çalıyordum. Bir gün birkaç limuzin araba kulübün önüne geldi ve 35 kişi birden mekana girdi. Ahmet Ertegün ve ekibiydi. Benim ismimi bir afişte görmüş ve Türk ismi olduğu için merak etmiş. Ardından beni evine davet etti. Arkadaş olduk onunla ve baba figürü oldu benim için. New York, Long Island ve Bodrum’daki ev partilerinde çaldım. Yaptığım müzikleri hep ona dinletirdim.Müzikal anlamda size hiç yardımı dokundu mu?Hayır, olmadı. Konser ya da plak şirketi ayarlamadı bana. Ama iyi arkadaştık. Böyle şeyler arkadaşlıkta pek önemli değildir. O bir ilham vericiydi bana. Nublu’ya geldi birkaç kere.Nublu New York’ta tarihi bir yer olduİstanbul’da Nublu niye istikrar gösteremedi?Ben öyle düşünmüyorum. Çok güzel geçti hepsi de. Beş kere ayrı ayrı yerlerde mekanı açtık. Ama hep mekan sahibi ile bir problem yaşadık. Kulüp olarak güzel geceler yaşadık. Benim mekan alacak param yoktu. O yüzden mekan sahiplerine isim hakkımız ve kültürümüzü verdik. Amerika’daki Nublu benimdir ve evimdir. Her şeyini ben yapıyorum. Buradaki Nublu’lar da kendi enerjisini yarattı.Nublu için özel bir belgesel de çekildi. Ne hissettin ilk kez izlerken?Benim için her gün Nublu ve müzik olduğu için normal geliyor. Dışarıdan baktım biraz da Nublu’ya…Nublu sence nasıl bir kültür yarattı?New York’taki East Village’ın devamı gibi… Orada hep önemli kulüpler vardı. Nublu da tarihi bir yer oldu. Bir sürü müzisyen, müzik dinleyicisi orada bir araya geldi. Benim müziğimin ismi de Nublu… Müziğimin içinde her şeyden olduğundan. Yaptığım işi tek bir janraya oturtmam gerekirse eğer onun da ismi Nublu olur. Şu anki çağ da öyle değil mi? Sabah klasik müzik ile başlayıp gün ortası pop, rock ve geceyi elektronik müzik ile bitiriyorsun.Herkes müzikal bir arayışın içindeMüzik dinlemekten sıkılan müzisyenlerden misin yoksa tam tersi mi?Ben müziğe para ve zaman harcamayı seviyorum. Plak mağazalarına gidiyorum ve bilmediğim müzisyenleri keşfediyorum. Üç tane Nublu var Amerika’da. Oradan çıkmıyorum ve dinlediğim hiçbir müzikten sıkılmıyorum.Nublu’da İstanbul’dan gelip çalan DJ’ler var mı?Son zamanlarda yok neredeyse. Türkiye’den Amerika’ya turistik geziye gelenler ama eğlenmek için mutlaka uğruyor.Şu sıralar müzikte yeni akımlar sence ne?Herkes arayış içerisinde. Şimdi müziğin içinde her şey var. DJ’ler down tempolar ve slov müzik çalmayı çok seviyor. Arayış dönemindeyiz. Tek bir isim artık çok öne çıkmıyor. Ünlü olmak değil iyi işler yapmanın önemli olduğu bir dönem.İstanbul her zaman cazibe merkeziSen neler dinliyorsun bu aralar?Evde olduğum zaman kendi kayıtlarımı dinliyorum. Hep dinlemem lazım… Etnik ve DJ müzikleri de dinlemeyi seviyorum. Bir sürü kulübe gidiyorum ve yeni DJ’ler keşfediyorum.Müziğin son dönemde yerinde mi sayıklıyor yoksa hep gelişim içinde mi?Her türlü şey benim müziğimi etkiler. Hep bambaşka müzikler yapmaya çalışıyorum. Bazı seneler daha çok yazıyorsun, bazen daha suskun kalabiliyorsun. Haftaya mesela Brezilyalı arkadaşlarımla rock soundlu bir albüm yaptım o çıkacak. Ardından sonbaharda caz ağırlıklı bir albüm daha çıkıyor. İşler bitmiyor.İstanbul müzik sahnesini nasıl görüyorsun?İstanbul ne olursa olsun sanatçılar için hep cazibe merkezi oldu. Gaye Su Akyol, Dilara, Yasemin Mori gibi çok yeni isimler var. Türk sanatçılarının gelişimi çok heyecanlı. Büyük şehirler dalga gibidir. Mesela New York çok iyi şu aralar. Ama birkaç sene önce oradaki kulüpler çok sıkıcıydı. Şu an İstanbul sakin gibi ama bir iki sene sonra yeniden aynı heyecanına geri dönecektir. Büyük şehirlerin genelinde vardır bu.İstanbul sana hala ilham veriyor mu?Ben İstanbul’u çok seviyorum ve buradaki insanlar da ‘cool’.
24-25 Mart tarihleri arasında Zorlu PSM’de ve ilk kez İstanbul’da gerçekleşecek zihin açan festival Sonar’da sahne alacak Weval ile konuştuk... Ayrıca festivalden de size önemli anekdotlar verdik...Elektronik müziğin Detroit’in karanlık kulüplerinden çıkıp gün ışığı ile buluştuğu bir yüzyıldayız. Dünya gençleri müzik için dışarı çıkarken hangi DJ’in hangi kulüpte çaldığına dikkat ediyor. Ses dalgaları arasında sanatsal bir dünya inşa eden müzisyenler, ilham verici parçalar ile müzikseverleri selamlıyor. Hiç kuşkusuz bu büyük denizin içinde müzikal zekaları ve kreatif yanı en iyi olanlar ise kitleleri aynı dans pistinde buluşturuyor.24-25 Mart günü Zorlu PSM, ilk kez gerçekleşecek Sonar Festival ile adeta bir elektronik müzik mabedine dönüşecek. “AVM’nin içinde yer alan performans sanatları merkezinde nasıl olur da festival yapılır?” gibi klişelerle dolu geyiklerinize son verdiyseniz eğer biletinizi çoktan almışsınızdır. Malumunuz müziğin en çığır açan ve en deneysel alanlarından biri de elektronik müzik, o yüzden bu tarz söylemler artık eski kafalılıktan öte bir şey değil. Sonar’a dönersek eğer ideolojisi bakımından fark yaratmayı seven, bulunduğu alanı kendi sanatsal imzası ile değiştiren bir festival. İstanbul’da her dakikası farklı bir etkinlik, farklı bir keşif sunan festivale denk gelmeyeli ise uzun zaman oldu. Bu yüzden takvimimde işaretlediğim Sonar’ı merak içinde bekliyorum. Festivalin dikkat çekici isimlerinden biri de 24 Mart günü Sonar Club sahnesinde olacak olan Hollandalı ikili Weval...Weval, elektronik müzik sahnesinde son dönemde adını söz ettirenlerden. Caz, rave, pop ve funk gibi müzik türlerinin birleşimlerine setlerinde rastlıyorsunuz. Harm Coolen ve Merijn Scholte ile farklı bir performans ile karşınıza çıkacakları İstanbul konserini konuştum...Müzik bir yolculuk demekŞarkılarınızın sinematografik bir hikayesi varmış gibi... Bunun sinema eğitimi almış olmanızla bir bağlantısı var mı?Bizim için sinema gerçekten anlatı üzerine kurulu bir şey, müzik ise yolculuk demek. Prodüksiyon açısından ikisinin arasında epey bir fark var, filmler daha geniş kapsamlı, vakit alan ve karmaşık şeyler, müzik ise basit başlangıçlara sahip. Ve sonucu daha direkt. Bu yüzden müziğin bizim için özgürlüğü ifade ettiğini söyleybilirim. Herhangi bir tür ya da kurala bağlı kalmaksızın, tek hedefimiz tekrar tekrar dinleyebileceğimiz türden müzik yapmak.Yaratım süreciniz nasıl işliyor?Her şarkıda farklı. Albümü yaparken iki kuralımız var. Birincisi, her gün futbol oynamak. (Çünkü o noktada genelde ne yaptığımızı bilmiyor oluyoruz) İkinci kural da bir şey yakaladıysak, onu sonuna kadar götürmek. Bunun sebebi de, bir şarkıyı şekillendirirken her şeyi alelacele yaptığınızda, sonuçların daha iyi olduğunu keşfetmemiz aslında. Çalışmayı erken sonlandırırsak, gidip uyuyup ertesi gün o işe tekrar dönersek, hisler değişebiliyor. Çalışmayı sevmeyebiliyorsunuz ya da her şeyden şüphe duymaya başlayabiliyorsunuz bu durumda.Elektronik müzik hayatınıza nasıl girdi? Etkilendiğiniz DJ’ler kimlerdi?Elektronik müziğin popüler kültürün parçası haline geldiği bir çağda büyüdük, yani bizim açımızdan o hep vardı diyebilirim. İlerleyen yaşlarda Amsterdam’a taşındık ve orası bize çok doğal geldi, bir sürü güzel kulüp, festival ve konser mekanı vardı. Kendimizi bu faktörlerin etkilerine özellikle dikkat ederken bulmadık hiç.Bazı şarkılar sonsuzluğa uzanıyor gibiWeval olarak şimdiye kadar çaldığınız en iyi mekan hangisiydi? Amsterdam’ın meşhur kulübü Paradiso’nun enerjisini biraz anlatabilir misiniz?Bu konuda bir ilk 10 listesi tutuyoruz, çünkü her konserin kendine has özel yanları var. Örneğin geçen hafta Paris’te çaldığımızda, kalabalık inanılmazdı, çalarken de çok rahattık. Sanırım en iyi performanslarımızdan birisi buydu. Paradiso da kesinlikle ilk 10’da yer alır. O mekanda sevdiğimiz birçok ismi izledik ve bir gün orada biletleri kapışılan bir konser verebilmeyi hayal bile edemezdik. Orası aslen eski bir kiliseymiş, bu yüzden çok teatral bir yönü var, sanırım konserden çok rave partisi gibi bir atmosfer vardı o akşam. Aklımızdaki performans için mükemmel bir yer oldu.Sahnede iki kişi olmanın ne gibi avantajları var? Kayıt sürecinde iş bölümünüz nasıldır?Sahnedeyken bir ikili olmayı grup olmakla karşılaştırırsam, sanırım ortada daha çok rave partisi gibi bir atmosfer oluyor. Bize bakmanıza gerek yok, kendini tekrar eden tınılar var ve sanki sonsuzluğa uzanıyor gibisiniz. Grupla olduğunuzda daha renkli olabiliyor bir şeyler, ama belli bir çizgide gidiyor ve konserde olduğunuzu daha çok hissediyorsunuz. İki türlü de farklı özellikler çıkıyor karşınıza, ikimiz de bundan keyif aldığımız için tek bir tanesini seçmiyoruz asla.En çok hangi şarkı miksinizi beğeniyorsunuz?İyi bir miksin, bestenin kendisiyle doğrudan bir bağlantısı vardır. Bazen haftalarca miksaj yapıp doğru noktayı tutturmaya çalışırsınız, bazen de hiçbir şey yapmanıza gerek kalmaz, çünkü her şey uyum içerisindedir. “I Don’t Need It” kaydının yapısından epey memnunuz, ama onu bu noktaya getirmemiz için epey bir tartışma ve 40’tan fazla miksaj denemesi gerekti. Ama “Gimme Some”a baktığınızda, ondan da çok memnun olduğumuz halde miksajı sadece birkaç saat sürmüştü.Neler mi izleyeceğiz?Yaratıcılık ve teknoloji konseptleriyle katılımcılara eşsiz bir deneyim yaşatan Sónar Festivali ilk kez Türkiye’de peki sahnelerde kimleri izleyeceğiz işte isimler...SonarClub sahnesinde elektronik müzik sahnesinin dev isimleri hayranlarını selamlayacak. Weval, Roisin Murphy, Nina Kraviz, Fuchs&Cervus, Clark, Floating Points, Moderat, DJ Koze sabahın ilk ışıklarına kadar eğlendirecek. SonarHall sahnesinde ise Honne, Nosaj Thing ve Tim Hecker ile dans edeceğiz.Red Bull Music Academy’nin kürasyonunu üstlendiği SónarLab sahnesi de güçlü programıyla öne çıkıyor. Space disco’nun önemli temsilcilerinden Prins Thomas, dubstep müziğinin başarılı ismi Kode9 ile techno ve elektro’ya bambaşka bir boyut kazandıran Helena Hauff Akademi’nin SónarLab sahnesi için anlaştığı ilk isimler arasında...İstanbul’da davul ve vokal de olacakCanlı performanslarınızda başka hangi sanat dallarına yer veriyorsunuz?Tabii ki her şeyden önce, müziğin kendisi ön planda. Ama bazen saykodelik esintili görüntüler müziğe daha da dalmanızı sağlayabiliyor. İlerleyen zamanlarda performansın görsel yönünü çeşitlendirebiliriz, müziğe uyduğu ve dikkat dağıtmadığı sürece tabii.Son şarkılarınıza baktığınızda, setinize ne gibi yeni öğeler dahil ettiğinizi fark ettiniz?Geçen sene sahnede canlı bir davulcu kullanmaya başladık. Bu epey yeni ve farklı bir tecrübeydi, hem müzik, hem de prodüksiyon açısından. Tüm şarkıları elden geçirdik ve canlı davul kayıtlarının onlara nasıl uyabileceğini değerlendirdik. Hala ikili performanslarımız da oluyor, bu anlamda iki tarafı da keşfetmeyi seviyoruz. İstanbul’daki konserimizden sonra yeni şarkılar yazmayı ve onları ilk kez canlı davullar kullanarak kaydetmeyi planlıyoruz.Turne sürecinde neler dinliyorsunuz?Spotify’daki Weval OST listemizden neler dinlediğimize bakabilirsiniz. Geniş bir şarkı listesi var, klasik ve deneyselden tutun, R&B ve lo-fi pop’a kadar.Sonar Festival’da sahne almak sizi heyecanlandırıyor mu? Türkiye için aklınızda nasıl bir set var?Elbette ki böyle güzel isimlerle dolu bir festivalde çalacak olmaktan dolayı çok mutluyuz. Davulcumuz da bizimle sahnede olacak (bu bir sürpriz olabilir sanırım), bis için de albümde bizimle vokal kaydeden bir isim sahnede olacak.
Geçtiğimiz hafta sonu uzun zamandır yapmadığım bir ritüeli gerçekleştirdim ve üç ayrı mekanda, sosyalleşmek ya da iyi müzik dinlemek için dışarı çıkan insanları gözlemleme şansı yakaladım. Öncelikle rotam Kadıköy, Karanfil Sokak’ta yer alan Bina oldu. Bina, özel bir Cumartesi programı hazırlamıştı. bant mag.’in düzenlediği etkinlikte sabahtan derginin eski sayıları Bina’da satışa çıktı. Hemen ardından mekanın üç ayrı katına yayılan bir program izledi. Üst katında Bubituzak sahne aldı. Malumunuz son albümleri Boyut’lar bu yılın şimdiye kadarki en iyi işlerinden biri. 50 kişilik konser alanı ağzına kadar dolmuştu. Grup, sahnede sanki arkadaş ortamı ile bir araya gelmiş gibi eğlenceli bir konser verdi. Ben albümde “Zamanla Anlaşılıyor Zaman” şarkısına bayılıyorum. Sahnede ise albümün bir adım üstüne çıkabilen gruplardan. Bubituzak ayrıca bu yıl Macaristan’da gerçekleşecek Sziget festivalinde sahne alacak. Sziget, adeta yerli bir festival edasıyla yeni nesil Türk gruplarına birkaç yıldır programında yer vermeyi ihmal etmiyor. Hafta sonunda kalabalıklar içine karışmak isteyenler için Kadıköy bayrağı en önde taşıyor.Hemen ardından Cihangir’de minimüzikhol’de soluğu aldım. Kapısında kuyruk olan, nefessiz bir şekilde dans ettiğimiz o mekan eski günlerini aratır olmuş. DJ’in müziği ruhsuz ve çok sıradandı. Soundcloud’da zaten binlerce bu tarz DJ seti ile karşılaşma olasılığınız var. Hadi müziği geçtim gece aynı mekanda yer aldığınız insanların ruhu da önemlidir. minimüzikhol’un o ruhu emilmiş gibiydi. Belki de benim gittiğim o güne denk gelmişti.Son mekanımız ise gece 2 sularında Harbiye’deki Klein oldu. Daha önce buranın VIP anlayışını ve müziğine dair eleştirilerim olmuştu. Ama mekan gitmediğim zamana göre büyük bir değişime uğramış ve son dönemde İstanbul gece hayatının özgürlük kalesi gibi olmuş gibiydi. Mekanın hemen girişinden aşağıya doğru inen bir merdiven vardır ve tepeden tüm alanı görürsünüz. Bunu özellikle bir Cumartesi gecesi deneyimlemenizi çok isterim. İnsanların dans ederken birbirlerine sarılmalarını, kahkaha atmalarını, DJ’e doğru bakmalarını ve tekrar ediyorum ama konuşmak yerine dans etmelerini izlemek bir hafta sonunun hakkını veren anlardan oluyor. Mekan çok doluysa eğer sirkülasyona göre içeri alım yapıyorlar. Genç kızlarımız dans mekanına sivri topuklularla gelmekten biraz da olsun vazgeçmişler. Muazzam bir kapı kuralı kuralları yok, tek istekleri var; saygı. Müzikleri de güçlenmiş ve ortaya güzel bir atmosfer çıkmış. İstanbul’da hala dışarı çıkıp dans etmek için binlerce sebebimiz var. Biraz sağınızı solunuzu izlemeyi bırakıp gecenin güzel ruhunu es geçmeyin...Bu kadro ağlatırBu sene merakla beklediğimiz filmlerden biri Song to Song... Terrence Malick’in yönettiği filmde, Austin müzik sahnesi gözler önüne seriliyor. Michael Fassbender, Rooney Mara, Ryan Gosling ve Natalie Portman’ın başrolde olduğu filmde dikkat çeken en önemli detay ise konuk oyuncu olarak yer alacak müzisyenler. Lykke Li, Patti Smith, Iggy Pop, Tegan ve Sara, Alan Palomo ve Diplo beyazperdede karşımıza çıkaca. Geçtiğimiz gün yayınlanan filmin teaser’larından birinde Patti Smith, indie müzisyenini canlandıran Rooney Mara’ye muazzam bir kariyer ve hayat tavsiyesi verdi. Şimdiden filmi izlemek için geri sayıma başladık bile... Not alın derim.
Müziğe en son ne zaman para harcadınız? Spotify ya da Apple Music üyeliğinizi yenileme için yaptığınız o ufak harcamadan bahsetmiyorum. Dijital ortamdan bir albüm ya da plak aldınız mı, konser biletine para harcadınız mı? Dinlediğiniz sanatçılar için ne kadar çaba sarf ettiniz? İşte bu döngüyü kıracak muazzam bir proje ile sizi tanıştırmak istiyorum.90’larda Türkçe sözlü rock müziğin temelini atan Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı... 1991 yılında Yavuz Çetin ve Batu Mutlugil tarafından kurulan Blue Blues Band, basta Sunay Özgür ve davulda Kerim Çaplı’nın katılımı ile şimdinin müzisyenlerini bile etkileyen işlere imza attı. Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’in trajik sonları ile grup dağıldı ve geride kalanlar başka müzikal maceralara yelken açtı. Bu iki dahi müzisyenin hayatları ve müziğe karşı tutkuları ise her zaman merak konusu oldu. Yönetmen Sertan Ünver bundan yola çıkarak Çaplı ve Çetin’in geçmişini “Blue” belgeseli ile gün yüzüne çıkartıyor. Filmde Blue Blues Band’in diğer üyeleri Batu Mutlugil ve Sunay Özgür, o günleri, grubun serüvenini ve Yavuz ile Kerim’i anlatıyorlar. Filmde Mutlugil ve Özgür’ün yanı sıra, Yavuz Çetin’le Kerim Çaplı’nın arkadaşları, aile fertleri ve önemli müzisyenler de yer alıyor. Ama bir sorun var. Blue Blues Band, genellikle yabancı şarkıları cover yapan bir gruptu ve eski kayıtlarda bulunan şarkıların çoğu için ciddi bir telif ödenmesi gerekiyor. Blue belgeselinin yapımcıları da şu duyuruda bulunuyor, “Blue Blues Band’in hem Türkiye müzik tarihine olan katkısının altını çizmek, hem de Çetin ile Çaplı’nın anılarını ölümsüzleştirmek amaçlıyoruz. Blue Blues Band’e ve o dönemlere yakışır bir deneyim yaratmak adına post prodüksiyon ve yabancı müzik telif hakları için kullanılacak bir de kitlesel fonlama kampanyası başlatıldı. Blue Blues Band severlerini, 20.000 Euro hedefli bu Indiegogo kampanyasına katılarak filmin tamamlanmasına katkıda bulunmaya sizi davet ediyoruz.”Bu kampanyaya katılarak ve belli bir ücret ödeyerek Blue filminin yapımcılarından biri olma şansına sahip olabiliyorsunuz. Türk rock tarihinin beyazperdede layığıyla yer bulması ve Yavuz ve Kerim’in simgesel anısına sahip çıkmak için inanılmaz bir fırsat. Bu arada iki müzisyenin Amerika maceraları, birçok önemli isimle yapılan röportajlar tamamlanmış durumda. Ama telif hakları sandığınız kadar ucuz bir şey olmadığından ister istemez bütçesel olarak bu filmi tamamlamakta sıkıntı yaşıyorlar. Hepimizin hayatının bir noktasına dokunmuş bu önemli müzisyenlere saygıda kusur etmeme vakti geldi!Emre Kula’dan Rock’n RollGeçtiğimiz gün mail’ime Emre Kula’nın ilk solo projesinden Find The Will şarkısı düştü. Bazı müzisyenlere dair önyargılarım olduğu doğrudur. Şarkıyı açarken de aynı önyargı kafamda dolanıyordu... Kes grubu ile yaptığı başarılı işleri bilen biriyim, gitar çalışındaki ustalığı da... Ama Emre Kula’nın nasıl bir sesi olduğunu, İngilizce şarkı söylemeyi nasıl başarabildiğine dair fikrim olmadığı için önyargılar burada devreye girdi. ‘Theory of Change’ albümünün bu ilk teklisi ve Kula beni şaşırttı. Şarkının sololarındaki incelikli trafiği, heyecanlı vokalleri rock’n roll ruhuna yakışır hareketliliği ile sesi sonuna kadar açıp dinlemeli bir şarkı ortaya çıkmış. Kula’nın müzikal ivmesini takip etminizi öneriyorum.
Cappadox her geçen yıl kültürel anlamda takipçilerine nasıl bir değişim sunuyor?Cappadox, müzik, çağdaş sanat, gastronomi ve açık hava etkinliklerini bir araya getiren multidisipliner bir deneyim platformu. Kapadokya’nın zengin kültürel mirası ve olağanüstü jeolojik yapısı, Cappadox deneyimlerinin en temel esin kaynağı. Cappadox, farklı disiplinlerden yaratıcı kişi ve fikirleri buluşturduğu bu özel bir coğrafyadan aldığı ilhamla, Kapadokya’yı Cappadox bakış açısıyla keşfe açan özgün deneyimler sunuyor. Cappadox aslında kültürel bir değişim yaşamaktan çok, eklektik ve türler arası bir anlayışla kendi kültürünü oluşturuyor diyebiliriz.Cappadox programı, yaklaşık bir yıla yayılan hazırlık süreci sonunda ortaya çıkıyor. Bu dönem boyunca bölgeye keşif gezileri yapan, aralarında müzisyenler, sanatçılar, tasarımcılar, akademisyenler ve araştırmacıların olduğu yaratıcı ekip coğrafyayı inceleme, deneyimleme, bölge halkı ile diyaloglar geliştirme, farklı disiplinlerle deneyimlerini ve fikirlerini paylaşabilme imkanı buluyor.Aldıkları ilham, yorumları ve işbirlikleri doğal doku ve ritim üzerine kurgulanmış konserler, çağdaş sanat sergileri, gastronomi deneyimleri ve coğrafyayı keşfe açan açık hava etkinlikleri gibi birçok etkinliğin kesiştiği Cappadox deneyimlerini oluşturuyor.Farklı sanatçıların ifadeleriyle her yıl kendini yenileyen ve katılımcılarını da bu deneyimler etrafında bir araya getiren Cappadox, aynı zamanda dünyanın farklı yerlerinden bir araya gelen bu yaratıcı ekipte ve bölgede kalıcı bir iz bırakabilme misyonu da taşıyor.Kapadokya’da üretilen fikir ve eserler, yaratıcı ekipler aracılığıyla bölgede ve dünyanın farklı yerlerindeki işlerde yaşamaya devam ediyor. İlk iki yılında Cappadox’a konuk olan sanatçıların farklı ülkelerde düzenledikleri ve Cappadox’ta ürettikleri işleri sergiledikleri çalışmaları ile bölgedeki üniversitelerle birlikte geliştirilen programların her geçen yıl artarak devam etmesi Cappadox’un yaratıcılığı ve üretimi destekleyen bir platform olarak festival tarihleri dışına da yayılan temas alanını genişletiyor.Kültür ile cesur olmaya çağırıyorFestivale yurt dışından katılım durumunu nasıl görüyorsunuz?Cappadox, özgün içeriği ve benzersiz coğrafyası ile dünyanın önde gelen festivalleri arasında yer alabilecek güçte bir oluşum. Henüz genç bir festival olmasına rağmen mutlaka görülmesi gereken etkinlikler arasında adından söz ettirmeye başladı. İlk yılında itibaren hem gösterilen alaka hem de katılım anlamında dikkat çekici oranda yurt dışı ilgisinden söz edilebilir. Cappadox’a katılanların yanı sıra Cappadox’ta üretilen işlerin ve işbirliklerinin yurt dışında da temsil ediliyor olması, teması sürekli kılıyor. Cappadox’un bölgenin turizmine katkısını bölge insanından dinliyoruz. Ancak bu sene bölgedeki turizmcilerden ve otellerden aldığımız geri dönüşler, yurt dışından bölgeye gelecek ziyaretçilerin az olduğu yönünde. Bu yıl yurt dışından katılımın nasıl olacağını söylemek bu anlamda biraz zor.Temayı belirlerken bu yıl nelerin altının çizmek istediniz?Cappadox’un çağdaş sanat programının küratörlüğünü üstlenen Fulya Erdemci ve Kevser Güler her yılın temasını da çağdaş sanat disiplininden hareketle belirliyor. Cappadox’un ilk yılında “Bağı Toprak Bakışı Uzay” diyerek yola çıkmış, coğrafyayı keşfetmeye başlamıştık. İlk yılında katılımcılarını Kapadokya’nın özel doğasında keşfe davet eden Cappadox, geçtiğimiz yıl ise “Gelin Bahçemizi Ekelim” temasıyla tohumların ekildiği ortak bir mirasın izini sürmek için katılımcılarla buluştu. Cappadox’un bu yılki teması “Dünyadan Çıkış Yolları”. Cappadox 2017, henüz var olmayan, görünür olmayan, ama gelmekte olan dünyayı hayal ederek dönüştürecek kadar cesur olmaya çağırıyor.Farklı müzik türlerinin ahengiFestivalin programı yine dopdolu; Emma Shapplin featuring Mercan Dede, Rhye, Peter Broderick&David Allred Duo, Acid Pauli, Kaan Tangöze, Büyük Ev Ablukada “Fırtınayt” ve Kalben sahne alacak isimler arasında. Türkiye’den ve uluslararası çağdaş sanat dünyasından yeni isimlerin katılımıyla şekillenen çağdaş sanat programının küratörlüğünü Fulya Erdemci ve Kevser Güler üstleniyor. Cappadoxlular şef Mustafa Otar önderliğinde yürütülecek gastronomi deneyimlerinin yanı sıra Cappadox ruhuna uygun güncel açık hava etkinliklerinde buluşuyor.
Son yıllarda yayınlanan albümlerin genel bir mesajı var; mutlu olmayı ertelemeyin. Yaptığı karamsar albümler ile adından söz ettiren birçok sanatçı bile bu anekdotun altını çiziyor. Bunun yanı sıra buhranlı dönemlerinde albüm yapan müzisyenler ise farkında olmadan dinleyicisini de o karanlık çizginin dibine doğru sürüklüyor. Bu acıların birleştirme hali ne kadar samimi ya da ne kadar gerçek bir müzikal tatmin yaratıyor! Orası da çıkan işlerin zamanla kulağımızda ne kadar yer alması ile ilgili...Geçtiğimiz hafta aşırı mutsuzluğun içerisinde bulmuşken kendimi, müzik dinleyerek bu hal ve tavırdan kurtulmaya çalıştım. Mutlu olmaya çalışırken Bon Iver, Elliot Smith, Sufjan Stevens, Fever Ray, Angel Olsen gibi şarkıları ile bir adım daha karanlığa sürükleyen isimlerin müziklerini dinlediğimi fark ettim. Bu tedavi yöntemim için büyük bir problem miydi? Kendime farkında olmadan “Bak yalnız değilsin” telkinini mi yapıyordum yoksa “Evet, üstüme daha fazla karanlık atın mı!” demeye çalışıyordum. Acaba The XX’in son albümü I See You’yu beğenmeme nedenim de bundan kaynaklı mıydı? Çünkü grubun son albümü fazlasıyla mutluydu ve grup üyeleri “Bakın el birliği ile küçük hatalarınıza gülebilir, ayrıca o küçük hatalarınız ile kendi mutluluğunuza adım atabilirsiniz” diyor ve bizi güneşli havalara davet ediyordu! Son dönemde karamsar olan yalnızca ben değildim, dünya üzerinde konuştuğum çoğu arkadaşım keyiflerinin yerinde olmadığını söylüyordu. Bu yüzden de funky müzikler dinlediklerini belirtiyorlardı. Karamsarlığı karamsar müzikler ile kapatmak galiba harakiri yapmak gibi bir şeydi, müzisyenler de bunun farkına varıp notaları başka yöne çevirmeye başlamışlardı.Ayşe Hatun ‘Hadi kalk’ derkenMüzik seçimlerimin bu kadar kafamı karıştırdığı bir anda Ayşe Hatun Önal’ın Selam Dengesiz’i bir aplikasyonun ‘yeni çıkan albümler’ sekmesinde gözüme çarptı. Albümü dinlerken kahkaha atmaya başladım. Keza albümün kötülüğünden değil bu... Kendimle dalga geçmeye başladığımdandı. Başına buyruk, acayip komik bir kadın Ayşe... Sesine güvenmedi birçok kişi ama buna rağmen kimseyi umursamadı. Kendi bildiğinden vazgeçmedi ve birkaç yıldır son dönemin en iyi pop şarkılarını seslendiriyor. Yüzü gülen şarkılara ne kadar çok ihtiyacımız varmış oysa ki... Yaptığımız hataların, insanların hakkımızda neler konuştukları ya da sosyal çevremizde kimi zaman dışlanmalarımıza yorganın altında en üzücü şarkılarla ağlamak yerine, bangır bangır Ayşe Hatun’un yeni albümünü açıp biraz boşvermek lazım. Selam Dengesiz, Ayşe’nin müzikal olarak bir adım öteye gittiği bir albüm. Yaptığı çoğu şarkının tuttuğunu bilen bir şarkıcı edasıyla yapılmamış. Üstünde çalışılmış, emek verilmiş, dinleyicisini iyi müzikle eğlendirmeyi başarmış bir proje. Şarkıcı, Burning Man’de eğlenirken, bu huzuru ve boşvermişliği dinleyicisine de sunmak istemiş. Ciddiye alınmak için değil, dinleyicisini aptal yerine koymamak için bu çaba...Son zamanlarda ruh haliniz fazlasıyla hasarlıysa, müziğin sesini sonuna kadar açıp ana dilinizde şarkılar söyleyin, deneyimledim... Ruha iyi geliyor... Ben Ayşe Hatun’dan haz etmem diyorsanız eğer, Metronomy’den biraz eski The Bay şarkısını açın!