“Rocco ile 20. Roxy Müzik Günleri” yarışmasının bu seneki jürilerinden biri de bendim. Aslında yarışmaya son zamanlarda uzaktan bakıp gençlerin, böyle yarışmaları ne kadar ciddiye aldığını merak ediyordum. Jürinin yarışmacılara sonrasında ne kadar destek verdiklerini de. Kazanan ya da kazanmayanların eksiklerini daha sonra sorgulayıp, sorgulamadıkları diğer meraklarımdandı... Yarışma kapsamında 116 grubun teker teker şarkısını dinleyip ilk 16’yı belirledik. Öncelikle şunun altını çizmem lazım. Jüri çok ciddi bir çalışma gösteriyor. Gözlemlerimden yola çıkarsam eğer herkes 116 isim hakkında notlar almıştı. Adaletli ve sanatsal değeri yüksek bir seçim yapmak için ekstra dikkat söz konusuydu. İlk üç belli olmuşken, gördüğüm hataları da sizinle paylaşmak isterim...- Bir müzik yarışmasına grubunuz adına kayıt gönderirken lütfen biraz daha dikkatli olun. “Paramız yoktu, amatör kayıt yapamadık” gibi bahaneler 2016 yılında ciddiye alınmaz. Evinizde halledebiliyorsunuz artık kayıt işlerini. Malumunuz youtube’dan video anlatımı da var. Demolar arasında barda çalarken sesini kaydedip gönderen çokça vardı. Bu bir kere yarışmaya saygısızlıktır. Biraz daha özen.- Vokallerde baskın ‘s’ler ve heceleyerek şarkı söyleme alışkanlığından kurtulamamışız. Bunun ilhamını veren müzisyeni çok merak ediyorum.- Büyük Ev Abluka’dan alınan ilham ile yola çıkarak enteresan sözler yazılmaya çalışan bir koloni oluşmuş. Alternatif müziğin gençler arasında popüler olması şahane bir şey ama öyle sözler yazmışlardı ki mantık ya da duygu ile yakından uzaktan bir alakası yoktu. Ayrıca Kalben benzeri kızlarımız da azımsanmayacak kadar çoktu.- Kayıtlarını dinlerken bayıldığım ama sahnesi oldukça eksik, kayıtlarında ilgimi çekmeyen ama sahnede inanılmaz şaşırmama neden olan gençler vardı. Lütfen daha çok konser video’su izleyin ve sahnenin büyüsünü yaşamayı unutmayın. En büyük sıkıntı ise sahnede hemen star olduğunu sananlar ve heyecandan ne yazık ki şarkılarını iyi söyleyemeyen müzisyenlerdi.Orijinallik bitmiş!- Dinlediğim 116 gruptan özgün olan işler ortaya koyan bir elin parmağı kadardı. Jüri konusunda kıdemli arkadaşlarım bu yılın geçen yıla kıyasla çok daha iyi olduğunu belirtti. Yine de karbon kağıdı misali birbirinin aynısı onlarca şarkı dinlemek yorucuydu. İnternet hayatımızın bu kadar merkezi, müziğe ulaşmak bu kadar kolayken neden bu tekrar? Dünya müzik sahneleri çok değişti. Ana akım müziği dediğimiz bir olgu var ama artık yeni dünyada orijinal ya da kimliği olan işler çok daha ilgi çekiyor. Gençlerin bu kadar basmakalıp, yenilikten uzak bir müzikal anlayışı olması beni çok üzdü.- Elenen gruplar hatalarını merak edip sorma gereği bile duymadı. Merak denen olgu müzik anlamında çok önemlidir. Çok daha fazla sormak ve daha da çalışmak lazım. Başarılı olmuş çoğu grubun temelini oluşturan etken, saatlerce bir arada çalışmalarında yatar. Mesela soru sormaktan çekiniyorsanız müzik belgeselleri izleyin. Emin olun işinize yarayacaktır.- Birinci olan grup Zeytin benim ilk 16’lık listemde yoktu. Ama sahnede izledikten sonra tüm fikrimi değiştirdiler. Sahnedeki enerjilerine bayıldım. Orada adeta fırtına estiriyorlar. Müziği ise tam da kalplerinde hissediyorlar... Profesyonel anlamda çıkarıcakları ilk EP’yi merakla bekliyorum. Umarım bu işin peşini bırakmazlar ve 10 yıl sonra da Zeytin adını duyarız.
Radiohead’in son albümü ‘A Moon Shaped Pool’un gitarları, arpajı, müzikal matematiği, elektronik ya da senfonik yanlarından öncellikle bahsedemeyeceğimi söylemek isterim. Sebebiyse bu albümün ruhuma, hayallerime ve düşüncelerime dokunmasını naçizane sizinle paylaşmak istemem. Her gün birbirinden farklı türlerde müziğe maruz kalıyorum. Her gün heyecan verici ya da vasat şarkılar dinliyorum. Günün sonunda kulaklığımı taktığımda en genci 2010 yılından kalma şarkıları açıyorum. ‘A Moon Shaped Pool’ albümü bendeki bu alışkanlığı tamamen yıktı. Son bir haftadır evden çıkarken kulağımda bu albüm. Kanıma yayılan hüzünlü bir huzur gibi her şarkı...Albümün açılış şarkısı Burn The Witch, nefes nefese sürecek 53 dakikalık bir yola saptığınızın ilk sinyalini veriyor. ‘Ne kadar anlamsız yaşananlar’ düşüncesinin müzikal anlamda anlatımı var bu şarkıda. Ardından Thom Yorke, Daydreaming ile sizi aydınlanmaya davet ediyor. Klipleri şarkıların elbisesi olarak görürüm. Bu parçanın yaşattığı duygu yoğunluğunu elbisesi yani klibinde net bir şekilde görüyorsunuz. Decks Dark’da ise albüm çoktan kanınıza işlemiş oluyor. Desert Island Disk ise 2 dakikalık bir nefes almaya davet ediyor. Koca bir cümlenin bağlacı gibi bu şarkı...Eski dost elimizden tutuyorFul Stop, bu şarkıyı o kadar çok dinledim ki... Thom Yorke ‘You really messed up everything’ derken, bende içimden bağırarak söylüyorum... Modern rock’ın hala ne olduğunu anlamadıysanız eğer bu şarkı size yol gösterecektik. Yorke’un soluksuz vokalleri mucizevi. Glass Eyes’dan sahile bir kapı açılıyor. Derin bir uykuya davet ediyor grup, ‘Hey, it’s me’ diyor. Korkmamanız için... Sanatçının ayrıldığı 23 yıllık eşi ile aşkının izlerine her cümlede şahitsiniz. Acı hiç bu kadar iyi anlatılmamıştı. Identikit de ise eski bir dosta rastlıyoruz sanki. Bildik bir Radiohead şarkısına... The Numbers’da ise Jonny Greenwood’un ve London Contemporary Orchestra’nın işbirlikleri en baskın şekilde hissediliyor. Present Tense, modern dünyanın kayıp ruhlarına yol gösterici gibi... Sözleri ve Yorke’un sesi rüzgar gibi yüzünüze vuruyor. Albüm aydınlığa çıkarmıyor ama o hüzünlü huzur bu şarkıda hissediliyor.‘Tinker Tailor Soldier Sailor Rich Man Poor Man Beggar Man Thief’ asla ismini ezberleyemeyeceğim ‘Radiohead’in o uzun isimli şarkısı’ diye aklımda kalacağına emin olduğum şarkı, grubun elektronik sound köklerine ait. Bana göre iki bölümden oluşan parça iki farklı ruh halini de yaşatıyor. Kapanış ise boğazınıza yumru gibi takılan True Love... O kadar derin bir şarkı ki içinde boğulmamak imkansız. Karamsar sözlere, umut dolu bir müzik eşlik ederken, uzun zamandır hiçbir şarkıda bu kadar üzülmediğimi hatırlıyorum.Thom Yorke’un bu albümde şarkı sözleri oldukça şeffaf, grup her zamanki gibi tek düze gitmeyen bir müziğe sahip ve her bir şarkı ürkütücü bir güzellikte. Hayatlarımızı tüketirken nasıl bir çıkmazın içine girdiğimizi Radiohead’den de işitiyoruz. Uzun zamandan sonra dinlediğim en gerçek şey ‘A Moon Shaped Pool’ olsa gerek...
İzlediğim filmler arasında hiç şüphesiz Reprise’ın yeri başkadır. Filmin, neredeyse her repliğini ve sahnesini ezbere bilirim. Filmin başrollerinden Andres Danielsen Lie, daha önce hiç oyunculuk yapmamış bir doktordur. Ama yer aldığı filmlerle Norveç’in en önemli aktörlerinden biri oldu. Lie, son dönem film kariyerini Fransa’da devam ettiriyor. Cannes’da bu yıl Altın Palmiye için yarışan Kristen Stewart ile başrolü paylaştığı Personel Shopper’dan yola çıkıp, aktörlük tekniğini konuştuk.Hala tam zamanlı olarak doktorluğa devam ediyor musunuz? Hayır, Oslo’da bir ofiste part-time olarak pratisten doktorluk yapıyorum.Oslo, 31 Aug oyunculuğunuz açısından en büyük kırılmayı yaratan film miydi? Kesinlikle, evet. Eğer Oslo August 31st olmasaydı Fransa’da asla şu an olduğu gibi bu kadar fazla çalışıyor olmazdım.Son dönemde genellikle Fransız yapımlarında yer alıyorsunuz. Kariyer planlamanızda bunu öngörmüş müydünüz?Kesinlikle öngörmemiştim, ben oyunculuğun hayatımda böyle baskın olacağını da ön görmemiştim. Büyük bir bonus olarak hayatıma girdi. Şimdi de dediğiniz gibi Fransız film endüstrisinde daha fazla yer alıyorum gibi gözüküyor. Fransız yönetmen ve aktörleriyle çalışmayı çok seviyorum, o yüzden önceden planlanmış olmasa da Fransız sinemasında yer almak daha mantıklı geliyor bana. Orada çalışmalarım hızlandı.ENDİŞELERİM HAYATIMI KAPLAMIYOROslo, 31 Aug filminde gençlerin büyük tıkanmalarından bahsediyordunuz... Metropollerde yaşayan gençlere uzaktan baktığınız zaman o tıkanmanın gün geçtikçe daha arttığını görüyor musunuz? Eğer Norveç’ten bahsediyorsak, bana göre bu sorunun tek bir cevabı yok. Oslo, August 31st’deki karakterim gibi ütopyadan yoksun bir dünya görüşüne de sahip değilim. Bazı genç insanların harika hedefleri vardır bazıları da talihsizdir. Hayata ne yönden baktığınla alakalı. Bunu değiştirmek senin elinde olduğunu bilmelisin sadece.Yer aldığınız yapımların ortak duygusu, tedirgin hayatlar. Sizin son dönemde tedirgin olduğunuz şeyler neler?Ciddi anlamda tedirginliklerim olmadı. Geçtiğimiz günlerde baba oldum. Endişeli bir insana dönüşebilirdim ama endişelerin hayatımızı kaplamasına izin vermedik. Bir insanın ızdırabını canlandırırken ve bunu inandırıcı bir şekilde sunmak istiyorsanız eğer illa gerçek hayatta da perişan olmanıza gerek olduğunu düşünmüyorum. Bu bana göre bir yanılsama.Role hazırlanmadan özel bir çalışma metodunuz var mı? Tek bir tane değil birçok metodum var. Ben klasik anlamda yetiştirilen aktörlerden değilim, o yüzden kendime özel olan bir metodu geliştirmeye çalıştım. Bu metod çoğunlukla role ve sahneye bağlı olarak da değişiyor.CANNES ÇILGIN BİR PAZAR GİBİReprise ve Oslo 31 Aug, İstanbul Film Festivali’nde büyük bir beğeni kazandı. Dünyanın başka ülkelerinde tek bir duygu ile buluşmak bir oyuncuyu nasıl hissettiriyor?Yaptığınız bir işin dil engelini aşmış gözükmesi, her zaman muhteşemdir. İdeal olan da tamamen yerel olan bir filmin büyük ve uluslararası bir izleyici kitlesine ulaşmasıdır. Çünkü filmin evrensel ve herkese hitap eden temaları seyirci nerede olursa olsun onunla bağlantılı olmalıdır. Biz de bunu yakaladık galiba.Cannes’da yer alacak olan son filminiz Personal Shopper, Woody Allen tarzı bir yapım olarak adlandırılıyor... Bu filmin siz de yarattığı duygu ve sinemasal dil neydi? Cannes’a dair düşünceleriniz neler, ödüller size neler hissettiriyor? Ben açıkçası bu filmi Woody Allen tarzı olarak tanımlamam. Olivier Assayas kendi bakış açısını filmlerine yansıtan bir yönetmen ama filmin hikayesi bana Allen’in işlerini anımsatmıyor. Konu olarak Assayas’in son filmi “Clouds of Sils Maria”yla bağlantılı olduğunu söyleyebilirim. Cannes bana göre kocaman ve çılgın bir pazar. Orada olmak film endüstrisinden herkes için önemli ve bununla da baş etmek zorundasınız. Ben kırmızı halı ve ödül törenlerinin büyük bir müdavimi değilim ama filmi izlemeyi ve ekiple partilemeyi iple çekiyorum!Son dönemde hangi filmleri izlediniz? Sürekli film ve dizi izliyorum, ve ne yazık ki çoğunluğu işle alakalı sebeplerden dolayı. Bu ara Jane Campion’in dizisi “Top Of The Lake”i izledim ve çok hoşuma gitti. Ondan sonra da Robert Redford’in hayatta kalma mücadelesi dramı olan “All Is Lost”u ve korku filmi “It Follows”u izledim, ikisi de baya iyiydi.DOĞALLIK SANATSAL BİR SEÇİMDİR- Filmlerinizde en etkilendiğim noktalardan biri inanılmaz gerçekçi bir rol ortaya koymanız. Yaptığınız işte bunun öneminin yüksek olduğunu düşünüyor musunuz?Teşekkür ederim! Özgünlük benim için çok önemli, belki de gerçeklikten daha da fazla önemli. Gerçeklik ya da doğallık bir tarz çeşidi, bu da sanatsal bir seçim. Bana göre Joachim Trier’in ilk iki filmindeki evren natüralist bir rol stili istiyordu, biz de bu yüzden buraya yöneldik.- Joachim Trier’ın son filmi Louder Than Bombs’da yoktunuz. Siz nasıl buldunuz o filmi?Louder Than Bombs’a bayıldım! Özellikle filmdeki sahneler, Trier’in şimdiye kadar çıkardığı en iyi işlerden.- Norveç sinamasının son dönemdeki yükselişini siz nasıl yorumluyorsunuz?Bir avuç çok yetenekli ve birbirinden farklı genç yönetmenlerimiz var. Bence “Norveç Dalgası” diye bir akım yok. Ama farklı tür filmlerde kalitenin yükseliyor olmasından memnunum.Anders Danielsen Lie’ın Kristen Stewart ile başrolü paylaştığı son filmi Personal Shopper, Altın Palmiye için yarışıyor.
Genç tasarımcıların hayal güçlerinin yarıştığı ve 11 yılda birçok tasarımcının kendi kanatlarıyla uçması için onlara destek vererek cesaretlendiren İTHİB Kumaş Tasarım Yarışması bu yıl bir ilke imza atarak yarışmayı hem katılımcıları hem de jürisiyle uluslararası platforma taşıyor. Yarışmanın gelişimine katkı sağlayan Hakan Akkaya ile tasarım dünyasını konuştuk.Sizi projeye dahil etmek zor mudur?Aslında hem zor hem de kolay. Duygusal profesyonelim… Herkesle her şeyi yapabilirim ama yürekten inanmam gerek o projeye.İTHİB’te inanmanızı sağlayan neydi?Hazır giyimden gelen bir tasarımcıyım. Sektör her zaman benim için önemli. Bu sanayinin kazanıyor olmasını istiyorum. Tecrübemi paylaşıp, çok fazla gence ulaşmak istiyorum. İTHİB kanalı ile tasarımcılara büyük yatırım yapılıyor.Son dönemde tasarımlarınıza şehirde neler ilham veriyor?Yaşadığım her şey beni etkiliyor ama ben büyük oynamayı seviyorum. Yeni koleksiyonumda köleliğe karşı bir tavrım var. İşin içine girdikçe inanılmaz alt başlıklar çıktı. Marjinal bir alt başlığı seçtim. Bir şekilde etkileniyorsun ve bunun farkında olmuyorsun neden olduğunu. Daha bütüne bakıyorum.Sınırları her zaman zorlarımDaha mı minimalleştiniz yoksa daha mı abartılısınız?Değişiyor. Deli dolu bir tipimdir, ruh halim de böyle. Bazen çok sakin kalabiliyorum. Son koleksiyonumu gören, “emin misin?” diyor. O zaman bu koleksiyon benim için tamamdır. Bayağı iddialı bir koleksiyon çıkacak karşınıza. Umarım altından kalkabilirim.Son dönemde kumaşlarınızı nereden alıyorsunuz?Türkiye’den çok kumaş kullanıyorum. İtalya, Fransa… Kapalıçarşı’da birkaç kumaşçım var. Bazen sadece sohbet için gidiyorum. 17 yıldır onları tanıyorum.Çok farklı çevrelerin sizi tanıyor olması, sizi daha mı çok içine kapanan bir tasarımcı haline getirdi?Bu dönem biraz TV programının çalışma saatlerinin ağırlığından çok evime kapandım. Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar evde olduğumu hatırlamıyorum. Beni besleyen şeylerden biri de sosyalliktir aslında. Tanındıkça, işin çok daha zorlaşıyor. İçinde yaşadığım coğrafyanın kurallarını bilen bir kişiyim. Başkalarına zarar vermeden kendi sınırlarını zorlayan bir tasarımcıyım.Kıskançlık duygusundan hemen kurtulmalıyızBir tasarımcı ilk olarak neyi bilmek zorunda?Kesinlikle kumaşı. İşimiz kumaşla başlıyor. O yüzden bu yarışmayı da çok önemsiyorum. Kumaşın karışımını anlaman lazım.Yabancı ülkelerde tasarımcılar sanatçı ile de dergilerin moda editörü de iyi olmak zorunda. Türkiye’de böyle öncelikler var mı?Evet, var. Ama şöyle acı bir durum da var. Dergileri eline aldığında hep aynı isimleri görüyorsun. Birkaç modacı, bir-iki fotoğrafçı, beş tane stylist… Her şeyin onların ekseninde döndüğünü sanıyorlar. Öyle bir dünya yok.Televizyona çıktığınız için daha mı farklı sizinle ilişkileri?Aslında yukarıdan bakmaya çalışanların içinde kıskançlık duygusu var. Ben sadece televizyonla var olmadım. Sektörde önemli markalar ile çalışmış bir tasarımcıyım. Ama televizyonun sana getirdiği popülerite kıskanılıyor. Çünkü televizyonun bana yaptığı tanınırlığı, 10 milyon dolar harcasam başaramazdım. Ama hiç rahatsız değilim. Ben insanları alkışlamayı bilen biriyim. Zeynep Tosun’un son koleksiyonunu gördüm ve gece 11’de Zeynep’i arayıp övdüm. Arkadaşlarımın defilelerine gidip, onların başarısını kutlamayı bilirim. Net de bir adamım. O yüzden karşıdan da bunu bekliyorum. O yüzden kıskançlık duygusundan kurtulmalıyız.Türk kadını maskülenleştiSon dönemde kadınların hangi kıyafetlerle daha mutlu olduğunu görüyorsunuz?Türk kadını daha maskülenleşti. Zaten çok bakımlı oldukları için, kıyafet bakımından da sadeleşmelerini sağladı bu durum.İTHİB bu yıl uluslararası kumaş tasarımı oldu. Bunu nasıl sağladınız?İTHİB’in başkanı İsmail Gülle ile iki yıldır çalışıyoruz. Kumaşın popüler olmasını sağlamaya çalışıyoruz. Dünya İtalya’dan kumaş kullanıyor. Ama biz teknik olarak dünya ile yarışıyoruz. Fakat kumaş tasarımı olarak geri kaldık. Kumaş bakımından da parlamalıyız. Bu yıl yarışmamız uluslararası oldu. Yurt dışından inanılmaz çok başvuru var. Türk gençleri de çok iyi başvuru dosyaları gönderiyor.Seçilen kumaşla tasarlanacak kıyafeti kim yapacak?Benim atölyem yapacak. Kumaşlar 100 bin metre üretilecek gibi düşünüyoruz. Gençler yarışma için 30 Mayıs’a kadar başvuru yapabilecek.
Geçtiğimiz hafta 18’inci Viyana’da iki akademisyen kadının yaşadığı, yüksek tavanlı bir çatı katına misafir oldum. Viyana her zamanki gibi buram buram müzik kokuyor ama bu sefer konser başka bir yerde, bu çatı katındaki evin içinde. Son iki yıldır İstanbul’da da kaliteli müzik dinleyicisini evlerde bir araya getireren Sofar Sounds’un Viyana ayağındayım. Bilmeyenler için Sofar Sounds, evlerde düzenlenen ve sadece takiplerini misafir eden parasız kolektif bir müzik oluşumu ve dünyada 100’den fazla şehirde ayağı var.Sofar Vienna’da üç grup dinleme şansım oldu. Viyana müziğin kalbi olarak anılsa da alternatif isimlerin sahne aldığı yerler sandığınızdan çok daha az. Mesela Arena Wien ve Gasometer şehrin alternatif canlı müzik alanlarından. İtiraf etmem gerekirse Sofar Vienna, Türkiye’deki kadar etkili değil. Bu anlamda Sofar Istanbul’un yöneticilerinden Eda Demir’i kutlamak gerek. Birçok yere gidip bu oluşumu anlatıp, videoların milyonlarca izlenmesini sağladı. Müzisyenlerin birçok alanda sesini duyurması onun için çok önemli oldu.Viyana ayağına geri dönersek eğer nefes kesen bir mimariye sahip binanın yüksek tavanlı evinde haliyle akustik şahane. İkisi yerel üç grup gecede sahne aldı. İlk grup Future and The Lovers, siyahi vokallerin nasıl uçsuz bucaksız bir sesi olduğunu bize hatırlattı. Aman Allahım, vokal mikrofonsuz şarkı söylerken inanılmaz güzel bir ses ortaya çıkartıyor. İkinci grup benim favorim... Performansını izledikten sonra, son dönem arka plan müziğim oldular. Little Big Sea, ‘dream pop’ yapan üç kişilik bir grup. Vokal sizi alıp başka alemlere götürüyor, pürüzsüz bir sesi var. Şarkılarını genelde Berlin’de yazıyorlarmış. Sanırsam gitarist ve vokal sevgili. Müzik yaparken öyle güzel bakıyorlar ki birbirlerine, şarkılar daha da aşk dolu oluyor. Tek Almanca şarkı söyleyen ise son grup Flowrag... Ben şarkılarını sevmedim. Barlarda cover yapan gruplar olur ya, bildiğin öyle. Avusturyalıların dünyaca en ünlü indie grubu Bilderbuch’in ergen versiyonu gibilerdi. Ama üç grubun da seyirci ile iletişimine bayıldım, seyircinin bir kere bile telefonu ile konseri fotoğraflamamasını şaşırtıcı buldum. Ben arada video ve fotoğraf çekerken resmen utandım. Konser bitiminde ise şapkayla bahşiş topluyorlardı. Sanırsam böyle bir uygulama Türkiye’de yok...Türkiye’de daha etkiliSofar Istanbul’dan Eda Demir ile yaptığım röportajda, o da bu oluşumun dünyanın birçok yerindeki öneminin altını çizmişti. Sakın gülmeyin bu cümleye ama Sofar Vienna’nın bizden öğrenmesi gereken gerçekten çok şey var. Sponsorları yok mesela, Facebook’ta takipçi sayısı bin 200, instragram’da ise sadece 208. Belki de müzik ile anın içinde olma haliyle daha çok ilgililer... Tipik bir Avusturyalı sendromu olan çekingenlik buram buram konserde hissediliyor. Klasik müziğin kalesi alternatif müzikte gerçekten ‘underground’ bir kültür yaratmış demek de doğru olabilir.Günün sonunda teşekkürler Sofar Istanbul tayfası, yaptıklarınızın karşılığını bulup, müzik için verdiğiniz çaba için... Viyana’da işin başındaki kıza usulca yaklaşıp, “Pardon ama Sofar Istanbul’un sayfasına bakmalısınız” sözünü söylediğim doğrudur. (Yazar burada oldukça gurur duyar. Asın bayrakları...)
Amerika’daki dizi furyasına sadece Lena Dunham’ın zekasına hayran olduğum için Girls dizisi ile dahil oldum. Onun dışında birçok diziden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırken HBO’nun Vinyl dizisi ile karşılaştım. 70’lerin New York müzik piyasasına kimi hayali kimi ise gerçek karakterlerle mercek altına alan diziye karşı koymak neredeyse imkansız. 10 bölümlük birinci sezon bitmek üzere. Yaklaşık iki saatlik ilk bölümün yönetmen koltuğunda ise dizinin yapımcısı olan Martin Scorsese var. Filmin bir diğer yapımcısı ise Mick Jagger. Bu ise dizinin ne kadar gerçekçi bir dili olduğunun kanıtı. Jagger dizinin bölümlerinin yazar kadrosunda da yer alıyor.İzlediğim her bölümle beraber müziğe karşı tutkum daha da yükseliyor. NY sanat piyasasının kalbinin attığı Chelsea Hotel, Andy Warhol’un Factory’si hepsi tam da bu dizide bir araya geliyor. Müziğin nasıl evrildiğini ve 70’lerde sosyo-kültüre nasıl bir etkisi olduğu da tüm acımasızlığı ile Vinyl’de anlatılıyor. Oyunculuklar hakkında ahkam kesemem ama Mick Jagger’ın oğlu James Jagger, punk grubu Nasty Bits’in vokali Kip Stevens ile şahane bir müzisyenliğe imza atıyor. Punk ruhunu şarkılarında dibine kadar hissediyorsunuz. Bu dizinin bana kattığı en önemli müzik atılımı da budur. Genç Jagger’ın İngiltere kökenli Turbogeist adında bir grubu var. Dizideki şarkıların oluşmasında ise Turbogeist grubunun parmağı var. Nasty Bits grubundaki hiçbir müzisyen ise gerçekte oyuncu değil ve Beach Fossils adlı grubun üyelerinden oluşuyor. Mick Jagger ise verdiği bir röportajda “Grubun ilhamını Stiv Bators, Iggy Pop, Richard Hell, Johnny Thunders’ın müziğinden ve tavrından aldık” diyor. Yani sandığınız gibi Sid Vicious, göndermesi yapmıyorlar.Dizi şimdilik iki sezon sürecek. Dizi bittiğinde Nasty Bits’in bir albümü ya da konseri olmazsa şaşırmayız. Kesinlikle o performans 70’lerdeki gibi gümbür gümbür, sinir bozucu, dağınık ve oldukça gerçekçi olurdu. Grubun müziğini anlatan en iyi tabir ise dizide geçiyor: “Şehirdeki tüm çılgınlıkların bir şarkıda toplanması gibiler.”NME’de ilk kez bir TürkGeçtiğimiz gün Twitter’da müzik yazarı Sadi Tırak’ın bir tweet’i dikkatimi çekti. Dünyanın en önemli müzik dergilerinden biri olan NME’nin kapağı vardı ve altına “NME tarihinde kapağında bir Türk’ün olduğu ilk sayı bu haftaki sayı sanırım” yazmıştı. Years and Years’a son dönemde gençler hasta. Hollanda doğumlu Emre Türkmen ise grubun gitar ve klavyesinin başında. Grup BRIT Ödülleri ve BBC Sound Of’a aday oldu. Sound Of’u kazandıktan sonra ise inanılmaz iyi bir çıkış yakaladı. Yenilikçi bir müzik yapmıyorlar ama yeni neslin kulağını ve ne dinlediğini çok iyi biliyorlar. Hit şarkılarında bunu bariz bir şekilde görüyorsunuz.
Son dönemde müzikseverlerin yurt dışı festivallerine ağırlık verdiğinin farkındasınızdır. Seyahet etmek için en güzel yöntemdir. Hem tatil hem müzik bir arada... Sziget ve Primavera festivallerinin hatrı sayılır bir Türk popülasyonu var. (Aslında az da, burada konserlere kesilen biletleri düşününce yüksek diyebiliriz.) 2010 yılında ilk kez yurt dışı festivali deneyimlediğimde bu his öyle kanıma girmişti ki neredeyse her yıl bir ya da iki festivali es geçmemeye başladım. Merkezi Barselona’da bulunan Sonar da çok yönlülüğü ile dikkat çeken festivallerden. Geçen yıl ülkemizden Ah Kosmos katılmıştı, bu yıl da Adamlar Sonar’da yer alacak. Artık izleyici bir festivalden sadece müzik beklentisi içinde değil. Festivale gitmişken sanatın her alanı ile de iç içe olmak istiyor. Sonar da bu ihtiyacı gayet iyi karşılıyor. Sonar’ın Buenos Aires, Stockholm ve New York ayakları da var. İşte o ayaklardan birine İstanbul da dahil oluyor.Son dakika iptal edilen konserler ve festival ruhunun gün geçtikçe ülkemizde azaldığını düşünürsek eğer bu kadar önemli bir festivalin ülkemize gelmesi büyük şans. Sonar İstanbul, müzik organizasyonu, konser bookingi ve sanatçı temsilciliği alanlarında faaliyet gösteren Charmenko bünyesinde bulunan Charm Music tarafından, Zorlu Performans Sanatları Merkezi işbirliği ile düzenlenecek. Şu an için line up belli değil ama festivalin İstanbul ile entegresini geçtiğimiz gün Murat Abbas ve Nick Hobbis’ten dinledik.14-15 Ekim tarihlerinde gerçekleşecek festivalin İstanbul’daki teması dijital, teknoloji ve fütüristik sanat üzerine kurulu. Nick Hobbis’in festivale dair altını çizdiği ayrıntılar çok önemliydi, “Sonar, özgür bir festival. Madonna gibi büyük isimler üzerine kurulu değil. Tam anlamıyla elektronik festivali de diyemez. Çünkü birçok katmanı içinde barındırıyor. Müzik ön planda evet, ama kültürel katmanlara da ayrılıyor. Gençlere festival olarak soruyoruz, ‘Hayatınızın bir sonraki aşamasında ne istiyorsunuz?’ Bunun yolunu müzik ve kültür ile bulmalarını sağlıyoruz. Bu festivale katıldığınız zaman mesajını da hissetmesinizi istiyoruz. Burada sadece performans izlememelisiniz, orada yaşadığınız duyguyu hayatlarınıza da empoze etmelisiniz. Burada vakit geçirirken kendi alanlarını yaratmalarını ve bir sonraki yıl için projelerini yaratmalarından yanayız.”Hemen ardından Murat Abbas, Zorlu PSM’nin dip köşe her yerini festival için açacaklarını vurguluyor. Zorlu PSM’nin dehlizlerinde bir bakıma kaybolacaksınız. Ben Barselona’daki Sonar’ı deneyimleyemediğim için festivalin size neler vaad ettiğini söyleyemeyeceğim ama bir benzeri olan Hollanda’da gerçekleşen Lowlands’den yola çıkarsam eğer programdaki her etkinlikte yer almak isteyeceğiniz bir deneyim yaşayacaksınız.Lowlands’de ben sahneler arası koşarken, söyleşiler, sergiler ile çizelge içinde neredeyse kaybolmuştum. Aynı zamanda elimde kalem kağıt not almadan duramamıştım. Gecenin sonunda ise müziğin kollarına kendimi bırakmıştım. Bir bakıma dinlediğim müziğin DNA’larına yolculuk yapmak gibiydi. İstanbul’daki Sonar da yakın geleceğinize kapı aralayacaktır. Bugünlerde müziğe daha fazla sarılmak gerekirmiş gibi düşünüyorum...
Cuma gecesi İstanbul’da son dönemin popüler eğlence noktası Klein’in yolunu tuttum. Berlin’e bir süredir sadece gece kulubü Berghain ve müzik festivalleri için gittiğimden beri İstanbul gece hayatında ne türden bir eğlencenin var olduğunu unutmuşum. Son dönemde dilden dile dolanan Harbiye’deki mekanın merdivenlerinden aşağıya iniyorum, saat 00.00... “Gece yarısı mekan daha da dolacak ve eğlence tepe noktasına ulaşacak” diyor yanımdaki arkadaşım. Kulağım ise sadece müzikte...Müzik bir saate kadar gerçekten ısınma turundaki ziyaretçiler için çok güzel... İki hafta arayla gittiğim mekanda Orkun Bozdemir ve Aksak’a denk geldiğim set, klasman olarak oldukça iyiydi. Sağlam bir DJ setine şahit oldum. İyi hazırlanılmış, popüler ritimlerden uzak imza niteliğinde. Ama ertesi hafta Waze&Odyssey aynısını söyleyemeyeceğim. Gece için oldukça suni ritimlerin arasında dönen, yenilikten yoksun bir set hazırlamıştı. İki ayrı haftada mekana gelen kitlesel farklılıkta oldukça belirgindi. Bir hafta önce sadece dans eden bir kitle varken, ertesi hafta gece hayatının ‘hunter’ları alanda yerini almıştı. Hunter tabiri, mekana müzik için değil ‘ortam var’ gelenlerden ibaret anlamında...VIP alan mı?Böyle kulüplerin mottosu haliyle yurt dışındaki örnekleri İstanbul’a getirmek ve bir süre sonra dışarı çıktığınızda kimsenin sizi rahatsız etmediği haftanın tüm stresini attığınız bir alan yaratmak. Klein ise Berlin’in rahatlığını, Paris’in jantiliğini almış. Yalnız şu unutulmuş Berlin’deki hemen hemen bütün kulüplerde fotoğraf çekme yasağı vardır. Bu, telefona bakmak yerine kendinizi müziğe bırakmanız içindir. Fotoğraf çektiğinin ikinci uyarısında dışarıya atılırsın. Ayrıca ‘dress code’ dediğimiz tabir vardır. Bu da dans etmenle alakalıdır. 1 metre topuklu ayakkabı giyerek dans edemezsin, o yüzden kulübe de giremezsin. Bunları Türkiye’de uygulamak çok güç. Öyleki statülerden uzak bir kulüp yaratırken Klein’da DJ’in arkasındaki VIP alan bana oldukça abuk geldi. Kızlar tuvaletinde “Şimdi plan şöyle. İsmail dersek VIP’e geçeriz. Biri öyle geçti. Olmadı artık aşağıda takılacağız” gibi bir muhabbete şahit olduktan sonra VIP’de müziğin daha mı farklı geldiğini merak ettim?Dans etmek zor değilSevgili genç kızlarımız ve delikanlılarımız dans edin! Sağınıza solunuza bakmayı bırakıp dans edin! Gerçekten zor değil, gerçekten sizi mutlu edecek bir duygu. Kulüplerin sadece flört ortamı yaratan yerler olduğu klişesini silin kafanızdan. Günümüzün rock starları DJ’lerse eğer kulüpler bu konuda önemli bir etken. 80’ler ve 90’lardaki kulüplerin popüler olduğu zamanları düşünürsek eğer DJ’ler şarkıları parlatır. Klein’in daha kreativ ve fark yaratan önemli DJ’lere kapısını açması lazım. ‘Dum tıs’tan ‘güm güm’ baslardan sıkılmadınız mı? O yüzden sponsorluk anlaşmaları önem kazanıyor. Burn, Klein’in bazı etkinliklerine sponsor oluyor. Onlar da rap müzik ve elektroniği bulaşturacakları etkinlikler yapacaklar. Kulüplerin şehrin müzikal hafızasını yarattığını unutmamak lazım. Indigo, Babylon, Kiki, Minimüzikhol şehre DJ’lerle iyi müziği getirdi ve potansiyali olan yerli isimlere kapılarını her zaman açtı. Klein da umarım elektronik müziğin güçlü ve popüler bir adresi olur! Yalnız 15 TL’ye sattıkları sodanın fiyatını indirmeyi unutmadan!