2015’in sonuna gelirken listeler bir bir sıralanıyor. En iyi şarkılar, en iyi albümler, kenarda köşede kalmış sene bitmeden fark edilmesi gerekenler... Listelere bakarken, ‘Bu yıl izlediğim en iyi canlı performans hangisiydi?’ sorusu aklıma düştü. Bu yıl Türkiye’de dişe dokunur bir konser izlemediğimizi itiraf etmem gerek.- 2014 yılında gerçekleşen hiçbir ‘büyük konser’ kâr etmediği ve bazı müzisyenlerin hâlâ Orta Doğu ülkelerinden çekindiği için Madonna, Foo Fighters, Taylor Swift, Florence and The Machine gibi isimlerin turne ayaklarının birine bile dahil olamadık.- Elimizde büyük çaplı bir festival kalmadı. Ana akım festivallerden One Love, tarihinin en kötü line-up’larından birine sahipti. Vakti zamanında Pulp izledik bu festivalde, hatırlatırım.- ‘Belki olur’ dediğimiz Rock’n Coke, artık hafızalarda bir anı olarak kaldı.- İstanbul’da tamamen biletlerini satabilen konserler DJ’lere aitti. KüçükÇiftlik Park’ta sadece DJ’lerin yer aldığı organizasyonlar tamamen doldu ve bol danslı geçti. Geri kalan tüm etkinlikler istenilen katılımı elde edemedi.- İstanbul Caz Festivali’nin en iyi konseri Joan Baez’di. Baez’in, Kardeş Türküler ile sahnede göbek atmasını yıllar geçse de unutamam.- Editors konserinde şahit olduk ki bazı isimleri Volkswagen Arena gibi kapalı konser mekanlarına getirmek gerek. Editors, yüzde yüz formunda çaldı. Alt-J konseri iyi olabilirdi, festival yerine solo konser için gelselerdi. Es geçmiyim Alt-J’den ‘Matilda’yı dinleme mutluluğunu yaşadım...- Bence senenin tek iyi ve sürpriz organizasyonu ise Cappadox’du. Yeni bir festival mottosuna sahip olduk. Tatil yaparken, bir festivale dahil olmak! Dünyada da festivaller bu yönde ilerliyor. Ayıla bayıla fotoğraflarına baktığımız, videolarını izlediğimiz büyük festivaller bir bakıma da hayatın stresinden sizi koparmak için. Cappadox’un da mottosuna bayıldık. Üç gün boyunca yeni tatlar keşfettik, festival için düzenlenen sergilere dahil olduk, doğa yürüyüşleri yapıp gün doğumu konserleri izledik, Kapadokya’nın mistik havasında peri bacaların fon olduğu konserler ile ruhumuzu dinlendirdik, yeri geldi ayaklarımız şişene kadar dans ettik. Uçhisar Kalesi’ndeki Arkın Allen’ın konserinde sema gösterisini alkışlar içerisinde izledik. Bezirhan’da dünya müziğinin ilham veren isimleri; Josef von Wissem ve Nils Petter’ı hayaller kurarak dinledik. Cappadox’dan 2016’da daha kuvvetli bir line-up bekliyoruz.- Türk müzisyenlerden ise Kaan Tangöze’nin solo olarak verdiği Zorlu’daki konser bu yılın en iyisiydi. Kaan, aslında müzisyenliğinin dışında gayet konuşkan, sahne lügatını iyi bilen bir müzik adamı. Her yıl yapılan ‘Tarkan Harbiye Açıkhava’ konser serisi ise tam bir hayal kırıklığıydı. Bütün sene suskun kalan Tarkan, konserlerinde hiçbir yeniliği olmayan performanslar sundu. Dünya müzik sahneleri gümbür gümbür farklı tatlar yaratırken, bizim kendi çemberimizden çıkamama nedenlerimizi artık sorgulasak...- Gel gelelim benim bu yıl en etkilendiğim konsere. İlk kez Berlin’de gerçekleşen Amerikalı festival Lollapalooza’daki Muse konseri. Muse, tek başına bir festivali ayakta tutacak güce artık sahip.Konserin başından sonuna kadar her şarkıda tüyleriniz diken diken, bir dakika gözünüz sahnenin dışına taşmıyor ve Muse sahnede adeta devleşiyor. Binlerce insanla beraber aynı şarkıya eşlik edip mutlu olma hissi ne güzel ki hâlâ yapay değil, hâlâ bizi heyecanlandırıyor.2016’dan umutluyum; umarım kült isimleri izleyip ‘İstanbul, teşekkür ederim’ dediği için mutlu olacağız!
Ceylan Ertem’in “Amansız Gücenik” albümünü hiçbir zaman sevemedim. Fazla ‘damar’dı ve Ceylan’ın müzikal değişiminin bu yöne kayması bir dinleyici olarak beni rahatsız etmişti. “Hayatımın hiçbir döneminde Yıldız Tilbe dinleyemediğim için mi?” diye de düşündüm... Bence tamamen pop albümüydü. Hatta o dönem Ceylan’a hazırladığım sorular sert bulunduğu için sanatçıya ulaştırılmamıştı. Bu bakış açımda bir şeyi es geçiyordum, Ceylan müzikal anlamda değişiminin temellerini aslında bu albümde atıyordu. Sanatçı büyüyordu ve yazdıkları hayatta rahatsız olduğu anlara dairdi. ‘Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir’ misali... Geçtiğimiz hafta Ceylan Ertem’in ‘Yuh!’ albümünü biraz ön yargı ile CD çalara taktım ve bütün hafta aynı albüm bana eşlik etti. Cover gibi cover albümü yapmıştı Ceylan ve müzisyen arkadaşları... Herbir şarkı hissiyatı ve müzikal değişimi bakımından payına düşeni almış. Muazzam bir müzik şenliği sunuyor sanatçı. Albümde bir tek Bergen’in ünlü ‘Bir Erkek Yüzünden’in düzenlemesinin sorunlu olduğunu itiraf etmem gerek, albümü o şarkıyı atlayarak dinledim. ‘Yuh!’da Ceylan Ertem, sesinin her aralığını hiç sakınmadan sunuyor.Modern bir ağıt gibiAlbümde beni en duygulandıran an Yavuz Çetin’in ‘Oyuncak Dünya’ şarkısı girişindeki sesini duymak ve ‘Son Bakış’ta balık hafızalılara unutma göndermeleri. ‘Beynim Zonkluyor’daki saksafon düzenlemelerinin ince ince işlenmesi, ‘Uçurtma’da Cihan Mürtezaoğlu ile Ceylan’ın ses uyumu, modern ağıt niteliğindeki ‘Odam Kireç Benim’ etkileyici bir iz bırakıyor. Albümün açılış şarkısı ‘Mapushane İçinde’, öyle bir hal almış ki, geri kalan şarkıların değişimine dair ipucu niteliğinde. Keza ‘Haydar Haydar’ düzenlemeleri bakımından ders gibi, dinlerken göğsünüze bir acı oturmuyor da değil. ‘Yuh!’un şöyle bir etkisi de var. Albüm çalarken uzun yollara çıkıyorsunuz, yıllar önce yazılmış sözlerin şimdinin dünyasına bile bir yap-boz’un parçası gibi oturduğunu fark ediyorsunuz. Ceylan’ın yeni ne şarkılar yazdığını merak ediyorsunuz ardından...Gözünüz arkada kalmasınBu albümde yer alan müzisyenleri de es geçmemek lazım. Cenk Erdoğan, Ercüment Orkut, Murat Çopur, Ediz Hafızoğlu, Engin Recepoğlu, Tamer Karaoğlu enstrümanlarının hakkını sonuna kadar vermiş, her şeyi geçtim şarkılar ile onlar da bir olmuş. Belli ki çok konuşmuşlar bu şarkıların üzerine, geceyi gündüz etmişler... “Hadi cover yapalım” diye çıkılmamış yola, bu şarkıların esas sahiplerinin gözünü arkada bırakmamışlar. İtiraf etmek gerekirse son dönemde Türkçe sözlü iyi albüm bulmak ve dinlemek çok zor. ‘Yuh!’ albümü işte bu klişe söylemi bana göre yıkıyor. Bildiğiniz şarkılar, bilmediğiniz bir halde, sanki yeniden bestelenmiş, yeniden kaleme alınmış gibi karşınıza çıkıyor. Albüm kapağındaki renkli merdivenler gibi bir bir çıkıyorsunuz her şarkıda hayatınızı...
Arcade Fire’ın 2013 yılında yayınlandığı dördüncü albümü Reflektor’ün her bir şarkısını o dönem onlarca kez art arda dinledim. Sonrasında sözlerine takıldım, hepsi başka bir dünyadan bahsediyordu. Yaşamın kirlenmesinden, telefon ile çektiğimiz fotoğraflarla bir adım daha kendimizden uzaklaşmamızdan, normal formların yarattığı sıkıcılıktan, bir sonraki hayatın neler getireceğinden, güçlü kadınlardan... Reflektor’ün de turnesi bir bakıma aynı sarsıcı özelliği taşıdı. Grubun frontman’i Win Butler de albümün kayıt aşamasını ve turneyi İngiliz yönetmen Kahlil Joseph ile bir belgesel haline getirdi. “Arcade Fire presents The Reflektor Tapes”in 18 Şubat’ta başlayacak !f İstanbul’un İlham serisi kapsamında gösterimi yapıldı, festival başladığında da müzik bölümünde seyirci ile buluşacak.The Reflektor Tapes’e belgesel demek bence biraz hafif kaçar. Bir bütünlük var; Kanadalı grubun vokali Win Butler ve eşi Regine Chassagne’nin kişisel hikayeleri, bir çağdaş sanat eseri, müzik ve ilham veren Güney Amerika görüntüleri... Şunun altını çizmek lazım eğer Arcade Fire grubuna dair herhangi bir bilginiz yoksa bu belgesel, sizin grubu tanımanızı sağlamıyor. Çünkü dahi müzisyen Win ve Regine’nın hayatının derinliklerini anlatıyor. Reflektor albümünü grup Jamaika’da kaydetmeye karar veriyor. Ardından Regine’nin aile kökeninin olduğu Haiti’de yerel müzisyenler ile bir araya gelirken buluyorlar kendilerini. Okyanusun en acı dolu topraklarında şarkıların tohumları ekiliyor.Hikaye anlatıcılarıWin, müziğe yaklaşımı bakımından inanılmaz etkiledi beni. Müziğin başka bir aleminde, albümde yer alan her sese bir hikaye yüklüyor. Haftada 36 saat grupla mutlaka albüm üzerine çalışmaya özen gösteriyor. Bir albümü kafasında yaratma sürecinin bile sadece iki yıl olduğunun altını çiziyor. Öyleki rüyalarında Elvis Presley’i görüyor, ondan öğütler alıyor. Kolektif bir iş yaptıklarını belirten çift, çevrelerindekilerinin de sanatlarına katkıda bulunmasını istiyor. Win belgeselin bir yerinde müziğe bakış açılarına dair, “Müzik ve melodilerden daha da önemli olan hikaye anlatıcılığı yapmak. The Suburbs albümünden sonra daha iyi gitmeye başladık. Müziğin çağırdığı yere gitmek en büyük amacımızdı” diyor. Bu yüzyılın çıkardığı dahi müzisyenlerden onlar.Sesin yetmediği anlarFilmin açılış sahnesinde Richard Reed Parry, Kanada’daki bir konserde elindeki trampeti çalarken müzik öyle yetersiz geliyor ki, trampeti parçalıyor, müziğin tam da içine girmek istecesine kafasını patlattığı trampetin içine sokup çalmaya devam ediyor. Sahnenin büyüsünü müzisyenlere hep sorarım, kimi zaman tarif edemezler. Belgeselde o büyüye kapılıyorsunuz. Win’in sahneden gitarını seyircilerine uzatırken ki ruh hali, şarkılara kendini adaması sanki bir ayine davet eder gibi... İyi müziğin arındırdığını düşünenlerdenim. Bu belgeselden sonra da aynı hislere vakıf oldum.Koşmak ya da iyi bir konsere gidip sesim kısılan kadar şarkı söylemek istedim. Modern dünya bu kadar büyüleyici melodiler, hikayeler bize sunarken uzaktan bakmanın ne kadar yazık olduğunu düşündüm... Müzisyen olmak inanılmaz bir güç... ‘Youtube’dan kaç tık alırız’ı hesaplamayan, yazlık-kışlık albüm ayrımından kurtulan, bir sanatın parçası olduğunu hatırlayan müzisyenlerin gücünü görmek ne güzel. Film çıkışı ise Reflektor albümünü bir kez daha kulağıma takıp saatlerce dinledim!
Hafta başında Viyana’da klasik müzik konserlerine gitmek yerine, şehrin alternatif müzik yapan mekanlarının yolunu tuttum. Pazartesi Arena Wien’de İngiliz grup The Cinematic Orchestra, Salı günü de Gasometer’de Amerikalı Death Cabfor Cutie’u izledim.Gasometer’in büyüleyici bir sahnesinin yanında enteresan da bir tarihi var. 1899 yılında şehrin gaz ihtiyacını yerine getirmek için inşa edilen bu dört tank, o dönemin sanayi mimarisinin de sembollerinden biri. 1978 yılında ise ülke doğalgaz ile tanışınca kapatılıyor ve metruk bir binaya dönüşüyor. 1995 yılında ise yeniden canlanması için dört tanktan biri konser alanı haline getiriliyor. Keza Arena Wien de 70’lerde edebiyat buluşmaları için inşa ediliyor sonrasında da şehrin endüstriyel mimarisinin demir başı oluyor. Ama daha önemli bir özelliği var, o da bir sanat kompleksine dönüşmesi. Bu hikaye biraz da bizim Bomonti Bira Fabrikası ile tanıdık gelebilir. Ama aradaki büyük fark kültürel anlamda mekanlara olan yaklaşım.Müdavim olamıyor muyuz?Bu iki bina da şehre yakın yerlerde değil ve sadece konser için uğrayabileceğiniz alanlar. Yani konseri beklerken hatta konserden sıkıldığınızda çevresinde alternatif hiçbir yer yok. Ama konser alanları yaşanılır yerler haline gelmiş. Mekanların bahçelerinde ekstradan bir bar ve farklı gece kulüpleri var. Mekan snob değil aksine konserle özdeşebileceğiniz bir yer. İlk kez uğradığım bu iki mekanın atmosferi çok samimiydi. Sanki onuncu konserime geliyormuş gibiydim. Ön gruplardan pek haz etmediğim halde konser alanın hemen dışında takılıp, müziğe dair konuşacağım insanlar ile göz temasında kaynaşabildim. Avusturya’daki bu iki mekanı gördükten sonra İstanbul’da müdavim olduğumuz kulüplerin birer birer tarih olduğunu hissettim...Babylon, bir yıl daha beklemek istemediği için Bomonti’de hemen kapılarını açtı, iyi de etti ama sıkıntılar var. Asmalımescit döneminde içerdeki konseri izlemeyeceksek bile mutlaka ‘Babylon önü’ olarak anılan kapısına uğrayıp arkadaşlarımızla sohbet ettiğimiz, girişinde duran görevliyi tanıdığımız, barından içkimizi alırken barmenin ‘uzun zamandır yoktunuz’ dediği, o “ahali olma” durumundan biraz uzak bir Bomonti ortaya çıktı. Ama hakkını vermek lazım Bomonti akustik ve sahne ışıkları dizaynı anlamında büyük bir kulak ile görsel zevk sunuyor.Kintsugi canlı da çok güzelKonserlere gelelim... Death Cab for Cutie, son albümü Kintsugi’nin albüm turnesinde. Uzun zamandan sonra güçlü bir albüm çıkarabildiler. Ben, Plans albümlerinin sağlam dinleyicilerindendim. Birçok eleştirmende o albümden sonra grubun ivmeyi yükseltemediğinden şikayet etti. Ama toparlanmış bir grup karşıma çıktı. Akustik şarkıların hakkını sonuna kadar veren, seyircisi ile kontaktan çekinmeyen ve Paris’deki olayları es geçmeyen... Vokalistleri Ben Gibbard ile konser sonrası bir araya geldim. Klişeyi sormadan edemedim, “Turnede İstanbul neden yok?” Naif bir şekilde menajerine dönerek, “Teklif almadık, doğru diyorum değil mi? Yeni albümü beğendin mi? Çünkü çok çalıştık ve şarkı sözleri üzerine çok uğraştık. Ve prodüktörü değiştirip Rich Costey ile çalışmaya başladık” dedi. Menajerden de “İstanbul’dan çağırmadılar yoksa neden gelmeyelim!” diye cevap geldi. Ardından İstanbul sohbetine daldık. Bu arada, Gibbard’ın bahsettiği prodüktör Muse’un kült albümü Absolution’da parmağı olan bir isim. O yüzden bu albüme kulak kabartın derim!
Pearl Jam’in vokalisti Eddie Vedder, parasını yakıp vahşi doğaya adım atan Christopher McCandless’ın hayatını konu alan Into The Wild filmi için müzik yaparken bir bakıma melodileri ile özgürlüğe davet ediyordu. Biz de ukulele melodilerini ile Vedder’ın sesini dinleyip özgürlüğü düşünüyorduk. Duman’ın vokalisti Kaan Tangöze de mızıka ve gitarı ile çalıp söylediği şarkılardan oluşan Gölge Etme albümünde muhalif yanını bazen kelime oyunları, bazen de net bir şekilde ortaya koyuyor. Eddie ve Kaan’ı benzetmemin alt yapısını; ikisinin de solo projelerinde sadeleşmesi ve düşlerindeki dünyayı şarkı sözlerine yansıtması oluşturuyor.Cuma gecesi Zorlu PSM’de Kaan, Gölge Etme’nin ilk konserini verdi. Sağını solunu üç gitarının çevrelediği sahnenin bir yanında mızıkaları, karşısında ise koltuklarına keyifle yaslanmış hayranları vardı. Çok kez Duman konseri izlemiş biri olarak Kaan’ı ilk kez bu kadar heyecanlı gördüğümü söylemeliyim. “Bülent Ortaçgil bile aramızda, benim için ayrı heyecan, motivasyon arkadaşlar” sözüyle bu hafif el ayak titremesinin çekinmeden altını çizdi. Kendi deyimiyle ‘protest ve folk-molk bir konser’ verdi... Tadı rahat, ruhu sert durumunu ziyadesiyle anlattı. Biz kısaca Kaan’ın evine oturmaya gitmiştik. O da arkadaşları gelmişken çay demlemek yerine gitarını alıp bize Karacaoğlan’dan, Aşık Mahzuni Şerif’ten türküler, Sezen Aksu’dan, MFÖ’den, Özdemir Asaf’tan ve Bulutsuzluk Özlemi’nden şarkılar söyledi. Üçlü koltuktaki üzgün arkadaşlarına moral verdi, “Enseyi karartmayacaksın kardeşim” dedi.Çiğ olmayan bir muhaliflikKaan, yaşadığı ülkenin farkına varan müzisyenlerden. Hayranlarının kıymetini bilen, “Formal bir yer gibi burası. Biz kendimizi sahnede ifade ediyoruz, siz de şarkı söyleyin aynısını yapın. Hakkınız” diyebilenlerden. Aşık Mahzuni hayranı olan Kaan, bu şarkıları yöresel şive ile söyleyecek yakınlığı içinde yakalayanlardan... Dom Dom Kurşunu türküsünü bile söyledi desem! Konserde galiba hepimiz aynı noktada bir olduk; özgürlüğe dair şarkı yapılacaksa ya da bir söylemin içinde bulunulacaksa hakkını Kaan Tangöze’den ötesi zor teslim eder. Protest olmanın bile çiğ durmadığı bir söylem bu, içinden geldiği gibi gitarına vuran…Farkında olmadan yaptığı durum komedisi konuşmalarına kendisinin de gülmesine yakınımızdan biri hissini geldi kalbimizin ortasına koydu... Komik bir adam aslında, tüm o rock’n roll yanıyla birlikte… Bu özel konsere şahit olmak bizim gibi faniler için de oldukça özeldi. Kolay değil, üç buçuk saat sahnede kaldı. Normalde Duman konserleri de böyledir. Kolay kolay inmek istemezler sahneden, biraz daha durmak isterler. Kaan da hazır en büyük silahı olan gitarını almışken eline, bu fırsatı son damlasına kadar keyifler Nirvana’ya ulaşırcasına yaşadı, yaşattı…Kaan Tangöze’nin insanın içindeki kıvılcımı her daim yanmaya hazır tutacak konserlerini kaçırmak istemeyenler için…- 19 Kasım İzmir Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu- 20 Kasım Denizli EGS Kültür Merkezi- 27 Kasım Rixos Otel Konya- 28 Kasım Ankara Odtü Kemal Kurdaş KM