Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki haftadan beri yaptığı keskin açıklamalara bakılacak olursa sanki uzun uğraşlarla, ince siyasi hesaplarla ve en önemlisi de Avrupa Birliği ideali ile hukukumuzdan çıkarılan idam cesası geri gelecek gibi.Görünüşte öyle ama gerçekte Başbakan Erdoğan’ın da idam cezasını geri getirme yanlısı olacağına ihtimal vermek güç.Bu geri dönüşü olmayan, bu en ağır, en ilkel cezanın kaldırılmasında son noktayı koyan Tayyip Erdoğan’ın şimdi PKK’ya ve BDP’ye sinirlenip aynı cezayı geri getireceğine inanmak güç.Ancak partisinin Kızılcahamam toplantısında yaptığı konuşma ile başlattığı idam tartışmasını sıcak tutuyor Başbakan. “Acaba?” dedirtiyor.Cezaevlerindeki açlık grevlerinin kamuoyunda yarattığı etkiyi düşürmek, ilgiyi farklı bir noktaya çekmek için şok tesirli bir silah gösteriyor.Evet, Erdoğan idam silahını gösteriyor ama tetiğe basması mümkün değil.Çünkü bu tartışmayı, eyleme dönüştürmek, teklif veya tasarı olarak Meclis gündemine getirmek demek, Avrupa Birliği ile zaten pamuk ipliğine bağlı duran ilişkileri tümden koparmak anlamına geliyor. Ki bunu da en iyi görebilen siyasetçi Erdoğan.Büyük emek ve enerji harcayarak belirli bir noktaya getirilen AB ilişkilerini, bugün her ne kadar durumdan memnun olmasa da kendi eliyle dinamitlemesi sözkonusu olamaz Erdoğan’ın.Zaten tartışmanın bugün geldiği nokta bile son derece tehlikeli. MHP, adeta ellerini ovuşturarak bekliyor. “Haydi getirin teklif veya tasarıyı, biz tam destek veririz, üç günde idam yasalaşmış olur” diyerek bir anlamda Erdoğan’a hodri meydan diyor Devlet Bahçeli. Kendi siyaset anlayışı çerçevesinde Erdoğan’ı tuzağa çekmeye çalışıyor.Ki, böyle bir teklif Meclis’in gündemine geldiği anda Türkiye geri dönüşü olmayan bir yola hızla girebilir. MHP ve AKP’nin büyük çoğunluğu, idam lehinde oy kullanmaya dünden hazır. Çok kolay yasalaşır idam.Ama ülkeye ne kazandırır?Kazandırmak bir yana bugünden tahmin edilmesi güç tahribatlar yaratacağına hiç kuşku yok. Hem içerde hem de dışarda çok büyük reaksiyonlar doğuracağına hiç kuşku yok.Erdoğan bunu görmüyor mu?Elbette görüyor.Ama PKK’ya, BDP’ye ve açlık grevlerine yönelik olarak çok büyük tepkisi, kızgınlığı var Erdoğan’ın.Açlık grevleri dayatması ile taviz veriyormuş izlenimi doğmasından müthiş rahatsız oluyor. Anadilde savunma hakkını içeren yasa değişikliğini Meclis’e gönderiyor ama öte yandan bunun bir geri adım atma, açlık grevi yürütenlerin taleplerinden birini yerine getiriyor olma izlenimini de perdelemeye özen gösteriyor.O nedenle bir yandan Meclis’e mahkemelerde anadilde savunma yapabilme hakkı veren yasa değişikliği tasarısı sunuluyor. Diğer yandan da idam tartışması devam ettiriliyor.Bu tartışma belki açlık grevleri sona erdirilinceye kadar veya daha uzun bir süre gündemde kalabilir. Fakat, tartışma noktasından çıkıp gerçekleşme yoluna sokulması yani tarihsel akışı tersine çevirecek bir yola girilmesi ihtimali yok denecek kadar düşük.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Umudum azalıyor” dediği bir noktada partisi Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na çok önemli, çok kritik temel bir öneriyle geldi: Başkanlık sistemi. Yani parlamenter demokrasiden, başkanlık sistemine geçiş...Aslında bu öneri kimse için pek sürpriz olmadı. Başbakan Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi öteden beri sistem değişikliğinin şart olduğunu savunuyordu.İktidar partisi sözcülerine göre, sistem değişikliğinin, yani “başkanlık sistemine geçişin Türkiye’ye sayısız yararları olacak. Hem demokrasi güçlenecek hem de istikrar sağlam bir temele oturacağı için ekonomi güçlenecek.”Bugün sistem değişikliğinin neden kaçınılmaz olduğunu savunurken dile getirilen gerekçelerin başında, 2007 yılında gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili anayasa değişikliği geliyor.Doğrudan halk tarafından seçilecek olan cumhurbaşkanlığı sisteminin, mevcut siyasal sistemde yürütülebilmesinin zorluğuna işaret ediyor iktidar sözcüleri ve kaçınılmaz biçimde çift başlılık ve güç çatışmasının yaşanabileceğini söylüyorlar.Bu ihtimal gerçekten de yüksek.Deniyor ki, seçmenin en az yüzde 50 artı bir oyunu alan politikacı cumhurbaşkanı seçilecek. Ama başbakan için aynı koşul sözkonusu değil. Mevcut seçim sistemiyle yüzde 35 oyla da yüzde 47 oyla da güçlü tek parti hükümeti kurabilmek mümkün.Bu durumda yüzde 50 oy alan cumhurbaşkanı ile başbakan arasında güç ve yetki çatışması kaçınılmaz olabilir.İkinci ve daha önemli bir gerekçe daha var. Özellikle de sistem değişikliğinin ateşli savunucularından Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun söyledikleri.Kuzu, mevcut sistemin demokratik olmadığını, başkanlık sisteminin ise savunulduğu gibi bir tek adamlık veya tek adam diktatörlüğü olmayacağını, aksine kuvvetler ayrılığının daha iyi işleyeceği gerçek bir demokrasi olacağını savunuyor.Gerçekten de Türkiye’de bugün kuvvetler ayrılığı kuralı işlemiyor.Örneğin bugün kuvvetler ayrılığı kuralı çerçevesinde yasamanın yürütmeyi denetlediği söylenebilir mi? Parlamentonun hükümetin sunduğu bütçe yasasını reddetmesi veya herhangi bir bakan hakkında verilen gensoruyu kabul etmesi düşünülebilir mi?Hayır...Çünkü pratik işleyişte, özellikle de bugünkü gibi kuvvetli tek parti iktidarlarının olduğu dönemlerde yasama organı, adeta çoğunluğu elinde bulunduran yürütmenin ihtiyaç duyduğu düzenlemeleri sorgusuz sualsiz yerine getirmekle yükümlü bir konuma ne yazık ki kolaylıkla getirilebiliyor.Yargı erkinin ne ölçüde bağımsız olduğu veya olacağı ise zaten bitmeyen tartışmalı sorunların başında geliyor.Özetle kuvvetler ayrılığı kuralı işlemiyor.Evet bugün sistemin adı başkanlık değil, parlamenter sistem ama, pratik işleyiş başkanlık sisteminde dahi eşi benzeri görülmemiş bir yetki ve güç yoğunlaşması sözkonusu. Başkanlık sisteminden daha kuvvetli bir başbakanlık sistemi işliyor bugün Türkiye’de.Yani, başkanlık sistemine karşı çıkarken yürürlükteki sistemin çok iyi işlediğini savunabilmek de gerçekten mümkün değil.Çözüm mevcut sistemi terkedip başkanlık sistemine geçmekte mi yoksa parlamenter sistemi batıdaki örneklerinde olduğu gibi kurum ve kurallarıyla işletebilmekte mi?Türkiye bu tartışmayı kişilere, “Tayyip Erdoğan’ın padişah yetkileri isteyip istemediğine” indirgemeden serinkanlı biçimde tartışmak durumunda.İki yol var: Ya mevcut sistemi gerçek anlamda işler hale getirecek şekilde siyasi partiler ve seçim yasaları demokratikleştirilecek, yargı bağımsızlığı gerçekleştirilip kuvvetler ayrılığı sisteminin gerçek anlamda işleyebilmesinin önü açılacak. O arada cumhurbaşkanının yetkileri ve seçim usulü yeniden saptanacak.Ya da ikinci yol, yani başkanlık sistemi tercih edilecek. Başkanlık sisteminin ülkeyi “tek adamlık” rejimine sürükleyeceği ise boş bir iddia. Çünkü mevcut sistem zaten bunu yaratmış durumda.
Türk siyasetinin geleneğinde var. Siyasi parti liderleri arasındaki, iktidarla ana muhalefet arasındaki ilişkiler hemen hiçbir dönemde uygarca yürümedi. Her dönemde kavga ve gerilim hakim oldu.Çok partili sisteme geçişten sonra 1950 - 60 dönemi Adnan Menderes - İsmet İnönü kavgalarıyla geçti. Her ikisi de birbirlerine çok ağır yüklendiler, çok ağır suçladılar. 1970’li yıllar Süleyman Demirel - Bülent Ecevit kavgalarıyla geçti. O ikili de ülkenin giderek kan gölüne döndüğü ortamlarda bile gerilimi düşüremediler.Özetle siyaset hep kavgalıydı, gerilimliydi. Ama hiç bir dönemde bugünkü kadar değil. Geçmişte en azından seviye bu kadar düşmemiş, belden aşağı inmemişti.Bugün Başbakan Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun üsluplarındaki kabalık, neredeyse küfre varan karşılıklı laf yerleştirmeler hiç bir dönemde görülmedi.Neden?Acaba iki lider de toplumsal talebe bakarak mı üslubu, tartışma düzeyini bu kadar düşürüyorlar? Seçmen tabanı kim daha ağır laf söylerse onu galip ilan ettiği için mi? Bilemiyorum...Ama eğer toplumsal talep böyle diye yapıyorlarsa ülkeye de kendilerine de haksızlık ediyorlar.Başbakan Erdoğan’ın sertliği, kontrolsüz öfkesi, iş dünyasına, medyaya sık sık haddini bildirmesi seçmen tabanında karşılık buluyor olabilir. Merak ediyorum, Kılıçdaroğlu’nun bir süredir sergilediği üslup da sosyal demokrat, demokrat kamuoyunda saygı görüyor mu? Yoksa grup toplantısı salonunda hemen her salı hazır bulunan slogancı militan grubu ve çevreyi mi tatmin ediyor?İki liderin sergiledikleri bu üslup acaba ülke gündemiyle ne kadar örtüşüyor?Örneğin dün Türkiye’de çok önemli bir gelişme yaşandı. Ergenekon davasının gizli tanıklarından biri, kendi arzusu ile açık tanık oldu.Terör örgütü PKK’nın bir dönem 2 veya 3 numaralı adamı olan Şemdin Sakık.Elinde onlarca, yüzlerce mehmetçiğin kanı olan bir adam. Bu adam, terör mücadelesinin en çetin dönemlerinde Güneydoğu’da görev yapmış olan emekli ordu komutanlarının, kuvvet komutanlarının, hatta iki dönem önceki Genelkurmay Başkanı’nın aleyhinde delil olabilecek ifadeler veriyor.Evet çok garip...Bir dönemin ordu komutanları, kuvvet komutanları ve bir de genelkurmay başkanı, “terör örgütü kurmak, sevk ve idare etmek” suçlamasıyla yargılanıyor. Eli kanlı terör örgütünün liderlerinden biri de düne kadar gizli, dünden itibaren de açık olarak aleyhlerinde tanıklık yapıyor...Ama siyasetin gündeminde bu konu yok.Başbakan Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, çöldeki bahtsız bedevinin başına gelenleri tartışıyorlar.Daha doğrusu Başbakan, Kılıçdaroğlu’nu “çöldeki bahtsız bedevi”ye benzetiyor.Kılıçdaroğlu da, o bedevinin bizzat Başbakan olduğunu ileri sürüyor. Kendisinin de fıkradaki horoz misali “tavuk mu yumurtadan; yumurta mı tavuktan çıkar”a bakmadan söyleyip geçeceğini ifade ediyor. Ve grubundan büyük alkış alıyor...“Çöldeki bahtsız bedevi” polemiğine neden olan Fitch’in kredi notuna gelince...Kılıçdaroğlu, kendince haklı gerekçelerle küçümsemeye çalışsa da bu not artışı Türkiye ekonomisi için de Tayyip Erdoğan’ın ileriye dönük siyasal hesapları için son derece önemli.Ekonomiye olumlu etkileri dünden itibaren zaten görülmeye başladı. Hele bir de beklendiği gibi bunu, Moody’s ve Standart & Poor’s’un not artışları da izlerse...O zaman bu not artışları 2013’de Türk ekonomisine enerji içeceği tesiri yapar, yani kanatlandırır...Ekonomideki olumlu rüzgar da seçimlerde Erdoğan’ın yelkenlerini doldurmaya yeter de artar bile. Tabii ki hesapta olmayan başka olumsuz gelişmeler yaşanmaz ise...
2011 seçimlerinde bütün siyasi partilerin taahhütleri arasında yer alıyordu yeni anayasa. Seçimden sonra oluşan yeni Meclis de kendisi için en önemli misyon olarak kabul etmişti yeni anayasa yapmayı. Bir yılı aşkın süredir çalışıyor partiler arası uzlaşma komisyonu. Ama sonuçtan kimin umudu var?Yeni anayasa için büyük çaba harcayan, liderler arasındaki yüksek gerilime rağmen, komisyonu bir arada tutmayı başaran, en azından görüntüde dahi olsa dört parti temsilcisi arasındaki uzlaşmayı devam ettirmeyi başarabilen Meclis Başkanı Cemil Çiçek umutlu.Aslında hiçbir siyasi parti veya genel başkan açıkça “Biz umutsuzuz” demiyor ama gerçekte onlar da umutlarını kaybetmiş durumda.Sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan düşüncesini açık açık ifade ediyor. Komisyondaki tartışmaları, gelişmeleri dikkate alarak yaptığı son değerlendirmede “umudum her güçün gün azalıyor” diyor Erdoğan.Erdoğan matematiği görüyor; hangi partinin hangi noktada direteceğini, şimdilik “Uzlaşma Masası”nda oturmaya devam eden dört siyasi partinin, yeni anayasanın en temel, en kritik maddeleri üzerinde uzlaşma sağlayamadığını, sağlayamayacağını biliyor. Ama şimdilik umudunu kaybetmiş olsa da azmini sürdürüyor.2013 yılı Ocak ayı sonuna kadar bir sonuç çıkarmasını bekliyor uzlaşma komisyonunun.Bu tarih bazılarının sert tepkilerine neden olsa da aslında bir dayatma ifadesi değil, makul olanının dile getirilmesinden ibaret.Eğer komisyon, 2013 Ocak ayına kadar çalışmalarını tamamlayamaz ise, proje zaman yetersizliğinden çökmeye mahkum. Ki, ham taslak metnin Ocak ayında tamamlanması durumunda bile takvimin son derece sıkışacağı ortada.Çünkü, bugün itibariyle çok zor gözükse dahi uzlaşma komisyonu eğer bir taslak metin yazımını tamamlayabilirse bu metindeki temel hükümlerin çoğu parantez içinde kalacak.Örneğin, millet tanımı, dil, eğitim, yargı ve daha önemlisi yönetim sisteminin temel esasları ile ilgili konularda dört siyasi parti uzlaşamıyor ve bundan sonra uzlaşabilmesi de güç.Muhtemelen bu temel hükümler liderlerin takdirine bırakılacak...Liderler arasında bunun için uzlaşma görüşmesi yapılabilecek mi, yapılsa da sonuç alınabilecek mi; o da meçhul.Ayrıca ondan sonra asıl komisyon çalışması başlayacak. Meclis Anayasa Komisyonu acaba bu metni ne kadar sürede görüşüp Genel Kurul’un gündemine indirebilecek?Meclis’in yaz tatili başlamadan anayasa işinin bitmesi gerekiyor. Çünkü, yerel seçimler öne alınmasa dahi 2013’ün sonbahar aylarından itibaren siyaset artık seçim atmosferine girecek. O noktadan sonra hiçbir partinin yeni anayasa için samimi bir çalışma içine girme ihtimali yok.O nedenle 2013’ün ilk ayları, yeni anayasanın kaderi bakımından kritik.Peki ne olacak?Dört partili uzlaşmaya dayalı yeni anayasa elbette ideal olanı, ama hemen hemen imkansız.Bugün için zayıf da olsa imkan dahilinde gözüken ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bir veya iki muhalefet partisi ile uzlaşarak bu işi başarması. Matematik olarak da, yaklaşım ve zihniyet olarak da, en kolay çözüm aslında iktidar partisi ile CHP‘nin uzlaşması. Ama o da bugünkü tabloya bakıldığında imkansıza yakın.Özetle, kısmi değişiklik belki ama yeni anayasa bir başka bahara, bir başka döneme kalacak gibi...
Başbakan Tayyip Erdoğan, Almanya dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken beş önemli konuda kritik mesajlar verdi.Yeni anayasa konusundaki çalışmaları değerlendirirken “umudum her geçen gün azalıyor” diyen Başbakan Erdoğan, dört partili uzlaşmanın çıkmaza girmesi halinde, MHP veya CHP’den biri ile mutabakat arayışına girebileceklerinin mesajını verdi.Suriye konusunu başından itibaren dikkatle takip ettiklerini söyleyen Erdoğan, bir soru üzerine bu ülkenin “Iraklaşması”na, Türkiye sınırının güneyinde PKK güdümünde bir Kürt özerk bölgesi oluşumuna asla izin verilmeyeceğini söyledi.Avrupa Birliği konusunda da kafasında bir tarih olduğu anlaşılan Erdoğan, “Türkiye 50 yıldır kapıda bekletiliyor. Sonsuza kadar kapıda beklemeyiz. AB Türkiye’yi kaybedebilir” dedi.Başbakan Erdoğan, 29 Ekim kutlamalarında Ulus’taki polis barikatının kaldırılması konusundaki talimat polemiği ve “çift başlılık” tartışmaları ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önceki gün yaptığı açıklamayı da değerlendirdi:“Cumhurbaşkanı ile aynı şeyleri söylemişiz. Demek ki bir çiftbaşlılık yok...”Başbakan Erdoğan soruları şöyle yanıtladı:- Almanya’nın Çin ve Rusya ile iyi ilişkileri üzerinden Suriye’ye dair hassasiyetin arttırılması için bir öneriniz olduğunu konuşmanızdan anladık. Merkel’den ne yanıt geldi?Rusya ve Çin ile bu konuyu görüştüklerini söyledi sayın Merkel. Bu görüşmelerin devam edeceğini söylediler. Hem kendisinin hem de arkadaşlarının, oralardaki ilgililerle Suriye konusundaki temaslarının sürdüğünü beyan etti. Bizim de biliyorsunuz, hem Rusya Federasyonu hem Çin Halk Cumhuriyeti ile yoğun görüşmelerimiz var. Ayrıca İran ile de görüşmelerimiz var. Bakü’deki zirvede Ahmedinejad’la temaslarımız oldu. Bir hafta önce de yardımcısı Rahimi ile görüşmelerimiz olmuştu. İran’ın Suriye konusunda görevli elemanları var. Onlarla da görüşmelerimiz oluyor.- Esad’ın şu an ki pozisyonunu nasıl görüyorsunuz?Bizim farklı kanallardan edindiğimiz izlenim o ki Esed, kendini bir hayal aleminde hissediyor. Bu hayal aleminde “ben bu işi kotarırım” diyor. Ama siyasi tarihe baktığımız zaman hiçbir siyasi iktidar halka rağmen kalıcı olamaz. Suriye halkını muhalif cephe olarak değerlendirecek olursak, hiçbir imkanı, gücü olmamasına rağmen bu halk 20 aydır direnişini sürdürüyor. Hem de güçlenerek sürdürüyor. Hangi ilde kim daha güçlü diye baktığınızda, bir çok yerin muhaliflerin kontrolü altına geçtiğini görüyoruz. Rejimin elindeki tek güç uçaklar ve helikopterler; bunlarla vuruyor. En son artık herhalde füzeleri, kimyasalları kullanacağını düşünüyor. Böyle bir ruh hali var. Ama buna da insanlığın müsaade etmesi mümkün değil. Nitekim, Rusya da kimyasal silahların kullanılmasına müsaade edemeyeceğini belirtti. Buna karşı tavır koydu.Almanya’daki temaslarımızda tabii meselenin NATO boyutunu da konuştuk. Dedik ki: Siz de biz de NATO ülkesiyiz. Bizimle ilgili bir sıkıntı aynı zamanda NATO’nun sıkıntısıdır. Dolayısıyla bu husustaki hassasiyetinizi gündemde tutmanız lazım; yaklaşımlarınızı buna göre daha ileri dereceye taşımanız lazım.- Suriye’de çıkacak bir etnik veya mezhepsel çatışma Türkiye için nasıl sonuçlar doğurur? Türkiye sınırında Irak’taki gibi özerk bir Kürt yapılanması oluşabilir mi?Şu andaki durum Irak’taki gibi değil; Suriye farklı noktada. Irak gibi olacağına ihtimal vermiyorum. Kaldı ki biz de burada böyle bir senaryonun oynanmasına müsaade edemeyiz. Bunu Barzani’ye de söyledik. Orada artık farklı gelişmeler olabilir farklı adımlar atılabilir, dedik; bunun bilinmesini istedik. Barzani ise öyle bir şey olmadığını, olamayacağını, hatta PYD’nin PKK olmadığını anlatmaya çalıştı bize. Böyle bir şey olması halinde tavrımız Irak gibi olmaz dedik.- İsrail konusunda Merkel’in bir ricası mı oldu?Evet , İsrail-Türkiye ilişkilerinin daha iyi bir noktaya taşınması konusunda Sayın Merkel’in bir ricası oldu. Oradan tabii biz İsrail-Filistin konusuna da girdik. Bizim 9 şehidimizle ilgili mesele, üstü örtülecek bir konu değildir. İsrail normalleşme istiyorsa, her zaman söylediğimiz gibi, üç şartı yerine getirmeli: Özür dileyecek, tazminatı ödeyecek, ambargoyu kaldıracak. Bu üç madde yerine gelmediği sürece İsrail’le ilişkilerimizin normalleşmesi mümkün değil. Bunu Sayın Merkel’e de ifade ettik.Bu konuda İsrail, Sayın Netanyahu, çok ilginç kişileri devreye sokuyor. Bunlarla görüşmeler yaptık. Onlara da ben bu üç başlığı söyledim. Ayrıca üçte üç olacak dedim; yani “ambargo kalsa da özür ve tazminatta uzlaşılsa” gibi seçeneklere açık olmadığımızı gayet net ifade ettim. Biz Filistin’de insanlığın açık hava hapishanesinde tutulmasına razı değiliz. Bizzat gittim gördüm oranın halini. Eğer gerçekten küresel barış istiyorsak -ki Amerika’nın tezi budur-, gelin bu işi çözelim.- Gazze ile ilgili planınız var mı? Katar Emiri yakınlarda Gazze’yi ziyarete gitti, görüşünüz?Katar Emiri’nin Gazze’ye gidişini çok olumlu buldum. Üstelik hanımı ile beraber gitti. Hatta kendisini arayıp tebrik etmeyi düşündüm. Bayram araya girdi. Ben de belli bir süre sonra Gazze yönetimi ile karşılıklı bir mutabakat içinde, orayı ziyaret etmek istiyorum. Böyle bir planım var. Hatta ben, Mahmud Abbas’a bir ara, Gazze’ye beraber gidelim teklifini de yapmıştım. Konuştuğumuzda o da sıcak bakmıştı buna.- AB konusunda önemli mesajların verildiği bir seyahat oldu bu. Fransa’daki lider değişimi, Türkiye’nin katılım müzakerelerine bakışı olumluya çevirebilir mi? Ayrıca 2013 yılı şubat ayında Merkel’in Ankara’yı ziyaret edecek olması Türkiye ile AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandırabilir mi?Beklentimiz o yönde. Fevkalade bir durum olmazsa Angela Merkel 25 Şubat 2013’te Türkiye’yi ziyaret edecek. Ondan önce 30 Kasım’da Almanya ve Türkiye’nin Dışişleri Bakanları bir araya gelecek. İki ülke arasında stratejik konsey gibi bir şey oluşturmak istiyoruz ve o tarihten sonra gerçekleşecek olan Merkel’in ziyareti ile de bu ilişkileri zirveye taşıyalım istiyoruz. AB konusunda da Merkel’in tavır ve hareketlerini önceki dönemlere oranla çok daha olumlu gördüm. Dikkat edildiyse yaptığımız ortak basın toplantısında, Türkiye ve imtiyazlı ortaklık meselesini üstüne basa basa vurgulamadı, savunmadı, hatta es geçti. Oysa daha önceleri sıklıklıkla bu seçeneği vurgulardı.Hollande ile Meksika’da yaptığım görüşme de olumlu geçmişti. Hollande bir Sarkozy değil. Artık önceki Fransa yok. Bu anlamda Hollande’ınTürkiye’ye gelecek olması da önemli. Hollande’ın tavrını, ziyareti sırasında daha net göreceğiz.Mesela biz eski Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve eski Almanya Başbakanı Schröder ile üçlü olarak oturup Türkiye hakkında konuşabiliyorduk. Ama Schröder sosyal demokrattı, Chirac Hristiyan demokrattı. Şu anda tam tersi bir durum var: Merkel, Hristiyan demokrat, Hollande sosyal demokrat. Ama Sarkozy ile olan süreçte iki lider de Hristiyan demokrattı. Sarkozy dönemi kötü geçti. Sarkozy, Chirac ile aynı partiden olmasına rağmen, hiç olumlu bir tavır sergilemedi. Sarkozy ile hiç mesafe alamadık. Sarkozy Türkiye’ye karşı hiç pozitif olmadı. O yıllar kayıp yıllar oldu resmen. Sarkozy ile AB de çok şey kaybetti. AB o dönemde kan kaybetti ve bugün geldiği nokta da onunla ilgili.- AB için limit nedir, nereye kadar bekleyecek Türkiye?Türkiye olarak şu anda biz, AB’ye üye 27 ülkenin yarısından fazlasından çok daha uygunuz AB müktesebatına. Ama bize çok farklı engeller çıkarıyorlar. Bir defa AB müktesebatına göre Kıbrıs diye bir ülke yok. Kıbrıs dediğiniz yerin ortasından yeşil hat geçiyor. Bu ne demek? BM orada demek. Böyle bir yönetimi sen devlet diye Kıbrıs adıyla AB’ye alıyorsun. Nitekim Schröder, “Bu konuda Türkler’e yapılan şey ahlaksızlıktır” diyor. Merkel de, “Güney Kıbrıs’ın alınması hataydı” demişti....Türkiye, 50 yıldır kapıda bekletiliyor. Bu elbette sonsuza dek böyle gitmez. Bir noktada artık AB, Türkiye’yi kaybetme noktasına gelebilir. Putin’e yaptığım espride de ben bunu ima ettim. Kamuoyu önünde de anlatmıştım bunu. “Niye AB’ye giriyorsunuz” diye bana takıldığında, ben de kendisine esprili bir cevapla “Siz Şangay Beşlisi’ne alın, biz de çıkalım” karşılığını vermiştim.- Ulus’taki yürüyüş ile ilgili olarak “barikatların kaldırılması emrini ben vermedim” dediniz, bunun üzerine “acaba emri Abdullah Gül mü verdi” şeklinde spekülasyonlar yapıldı, derken siz “yönetimde çift başlılık olmaz” dediniz. Abdullah Gül de “yönetimde çift başlılık diye bir şey yok” dedi ve “Cumhuriyet bayramının nezih bir biçimde kutlanması için yetkililerin dikkatini çekmesinden daha doğal bir şey olmadığını” belirtti. Gül’ün yanıtı hakkında ne söyleyeceksiniz?Sayın Gül doğru söylüyor, aynı fikirdeyiz. Düşüncelerimiz aynı. Cumhurbaşkanı ile aynı şeyleri söylemişiz. Demek ki bir çiftbaşlılık yok. Herhangi bir fikir ayrılığı yok bu konuda. Aynı şeyleri söylemişiz zaten ve söylüyoruz.- Seçilme yaşı konusunda 21 yaş üzerinde bir uzlaşma arayışına gidilebilir mi?Bu konuyla ilgili olarak Almanya’dan da çeşitli örnekler verebilirim. Almanya’da seçme ve seçilme yaşı 18. Bazı eyaletlerde seçme yaşının 16, seçilme yaşının 18 olduğunu öğrendim. Yine AB üyesi ülkelerin 12 tanesinde seçme ve seçilme yaşı 18. AB üyesi 10 ülkede seçme yaşı 18, seçilme yaşı 21, diğerlerinde 25. İlla üniversite bitirmek gerekmiyor milletvekili seçilmek için. Her siyasete soyunan illa parlamentoya girecek diye bir garanti de yok, belediye meclisleri var, çeşitli yerler var. Neden seçilme yaşı ile ilgili böyle bir düzenlemeye gidiyoruz? Daha çok insana özgüven gelsin, insan unsuru daha fazla öne çıksın diye. Neden mesela “üç çocuk” diyorum her yerde? Bunlar daha çok insanın ekonomik ve toplumsal yaşama katılmasını sağlamakla ilgili. Bize ekonomide hep şunu öğrettiler: Ekonominin temel unsurları emektir, sermayedir, üretimdir, tüketimdir. Hayır, insan olmazsa emek olmaz; insan olmazsa sermayenin önemi yoktur; insan olmazsa ne üretim istenen düzeye erişir, ne de tüketim. Ekonominin temel unsuru insandır. Bu yüzden ne kadar çok insanı ne kadar çeşitli süreçlere dahil edebilirseniz o kadar iyi. Benim genç nüfus istememin, “üç çocuk” dememin nedeni de bu...- Yeni anayasa için fazla zaman kalmadı, çok kısıtlı bir zaman sözkonusu. O çalışma nasıl gidiyor, siz durumu nasıl görüyorsunuz?Doğrusu benim umudum her geçen gün azalıyor. Buna rağmen bu konuda kararlı ve azimli bir biçimde süreci devam ettirmek gerektiğini düşünüyorum. Arkadaşlarıma hep bunu söylüyorum. Masadan kaçmak yok. Yeni bir anayasa konusunda bizim tavrımız net. Burada “azami müşterek” sağlayabilmek önemli. Dikkat edin “asgari müşterek” değil, “azami müşterek.” İlla dört parti bir araya gelsin diye bir şey de yok. Eğer CHP gelirse CHP ile yaparız; MHP gelirse onunla yaparız. Önemli olan “azami müşterek”. Yeter ki yamalı bohça olmasın. Yeni bir anayasa olsun.Yerel seçim: Pazar günü kararımızı açıklayacağım- Yerel seçimlerin öne alınması konusu...Biz bu konudaki samimi düşüncelerimizi Sayın Bahçeli’nin de desteği ile pekiştirmiştik. Ama CHP sözünde durmadı. Demek ki MHP’den de, bizden de fire oldu; beklediğimiz sayıyı tutturamadık. Şimdi biz Kızılcahamam’da konuyu tekrar görüşeceğiz. Sonra Pazar günü yapacağım sonuç konuşmasında kararımızı açıklayacağım.
Anayasa Uzlaşma komisyonu, iyi niyetle, özveriyle çalışmalarını sürdürüyor. Komisyon üyesi milletvekilleri çoğu kez tatil imkanlarından dahi feragat ediyorlar. Nitekim, önceki gün ve dün Meclis fiilen tatil yaparken, komisyon üyeleri çalışmaya devam etti.Ama işlerin yolunda gittiğini söyleyebilmek güç.Temel konulardaki uzlaşmazlıklar çok fazla.Hangi maddelerde hangi konularda uzlaşmazlık çıkabileceği de başından beri sürpriz değildi aslında.Örneğin, millet tanımı ve vatandaşlık. Bu konuda BDP ile MHP’nin zıt kutuplarda duracakları belliydi. Ama en azından AKP ve CHP’nin bir orta yol bulabilecekleri umuluyordu. Komisyonda bu konuda çıkan krizin uzlaşmayla çözümü kolay gözükmüyor.Vatandaşlık tanımıyla ilgili bu kriz yeni anayasa konusunda çıkan ilk uzlaşmazlık değil. Son da olmayacak. Yazım çalışmaları ilerledikçe daha pek çok noktada uzlaşmazlık çıkacağına şüphe yok.Temel konularda uzlaşma olması kaçınılmazdı. Vatandaşlık ve millet tarifi, eğitim dili, yerel yönetimlerin özerkliği, yargı, laiklik tanımı gibi...Bu uzlaşmazlıklar baştan hesaplanmıştı. Çüzüm için de düşünülen bir formül vardı.Söz konusu temel noktalardaki uzlaşmazlıkların alternatifli olarak bırakılması, yazım tamamlandıktan sonra 5 - 10 maddedeki uzlaşmazlıkların çözümü için liderlerin devreye girmesi formülü uygulanacaktı.Örneğin vatandaşlık ve millet tanımı, laiklik, eğitim, dil, yerel yönetimler ve yargı ile ilgili hükümler, liderler zirvesinde ele alınıp orta yol formülleri bulunacaktı.Düşünülen buydu.Bu konuda umutlar hala tükenmiş değil.Ancak yazım çalışmalarının hızlanması, en geç yıl sonuna kadar tamamlanması kritik önem taşıyor. Sürecin 2013’e sarkması halinde uzlaşmanın daha da güçleşebileceğini iktidar da muhalefet de görüyor bugün.Oysa Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen yıl, “Yazım çalışmaları 2012 yılı sonuna kadar tamamlanmalı” dediğinde kıyamet kopmuş, muhalefet çok sert tepki göstermişti.İfadenin, Başbakan’ın Meclis’e talimatı diye algılanması, yorumlanması durumunda tepki haklı sayılabilir. Ama belli ki Erdoğan farklı bir niyet ve kaygıyla bunu söylemişti; 2013 seçim yılı olabilir ihtimali...İşte yeni anayasa çalışmalarının akıbetini etkileyecek süreç bu.Çağdaş, demokratik ve özgürlükçü yeni anayasa için kader ayları başlamış durumda.Özellikle de yerel seçimlerin2013 sonbaharına alınmasına ilişkin olarak gündemde bulunan anayasa değişikliği AKP - MHP ittifakı ile gerçekleştirilebilirse yeni anayasa için süreç iyice daralacak.Bu durumda yazım çalışmalarının en geç yıl sonuna kadar tamamlanması gerekiyor. Bu çalışma tamamlandıktan sonra muhtemelen temel uzlaşmazlık konuları için liderler biraraya gelip orta yol bulmaya çalışacaklar.Ardından Anayasa Komisyonu süreci başlayacak. Ve sonra da Genel Kurul oylamaları.Bütün bu sürecin en geç 2013’ün Nisan-Mayıs aylarına kadar sonuçlanması gerekiyor. Ondan sonra zaten seçim mesaisi başlayacak. Ki bu öyle tek seçimlik bir süreç de olmayacak. Önce yerel yönetim seçimleri, ardından cumhurbaşkanlığı seçimleri ve sonra da milletvekili genel seçimleri.Yani iki yıllık bir kesintisiz seçim süreci...O nedenle yerel yönetimlerle ilgili süreç başladığında, Meclis’in değil yeni anayasa yapmak reform niteliğinde yasa değişikliklerini gerçekleştirebilmesi bile çok zor.
Fiili uzun bayram tatilleri artık gelenekselleşti. Bu kez de tatil süresi muhtemelen on günü geçecek.Doğal olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi de tatil. Hem de büyükşehir tasarısını görüşen İçişleri Komisyonu’nu ayrı tutarsak, Meclis tatili geçen hafta Perşembe günü başladı. Bugün için resmen bir tatil kararı alınmış değil ama muhtemelen toplantı yeter sayısı bulunamayacağı için “aç-kapa” yapılacak.Fakat Meclis’in uzun yaz tatilinin bir bölümünü bile çalışarak geçiren tek birim var: Anayasa Uzlaşma Komisyonu...Bu komisyon Meclis’in en çok mesai yapan birimi.Meclis’te grubu bulunan dört partiden üçer üye ve Meclis Başkanı Cemil Çiçek’ten oluşan bu 13 kişilik komisyon, tarihsel bir görev yerine getiriyor.Komisyon çalışıyor ama acaba yapılan fazla mesai, sarfedilen emek ve enerji umulan sonucu verebilecek mi?Yani arzulanan çağdaş, özgürlükçü, ileri demokrasi standartlarına göre kurgulanmış, devleti değil, kişi hak ve özgürlüklerini ön plana alan yeni anayasa uzlaşma ile gerçekleştirilebilecek mi? Türkiye, darbe anayasası ile yönetilme ayıbından kurtarılabilecek mi?Şüpheli...Sorarsanız bütün siyasi aktörler, siyasi partilerin sözcüleri, olması gerekenin, “uzlaşma ile yeni anayasa”, “çağdaş, demokratik özgürlükçü anayasa” olduğu noktasında hemfikir. Ama yazılmamak kaydıyla söyledikleri ise bu işin giderek zorlaşmakta olduğu.Hiçbir parti “yan çiziyor” görüntüsü vermek istemiyor. “uzlaşmaz” damgası yemek de istemiyor, masadan ilk kalkan durumuna düşmek de kimsenin işine gelmiyor.Cumhuriyetin temel kuruluş felsefesine ilişkin esaslar, millet tanımı, eğitim dili gibi kritik noktalarda dört partinin uzlaşabilmelerinin güçlüğü zaten başından beri biliniyordu. Ama özellikle 1 Ekim’de başlayan yeni yasama döneminden sonra yükselen tansiyon ve siyasi tartışmaların gerilimi arttırması, bu komisyonun işini daha da zorlaştırmış, uzlaşmazlıkları daha da arttırmış durumda.Henüz dört partinin temsilcileri de uzlaşma masasında ama uyumu devam ettirmek giderek güçleşiyor.Özellikle de iktidar partisinin getirdiği tek maddelik anayasa değişiklik önergeleri komisyonda bozulmaya yüz tutmuş uzlaşma havasının daha da zehirlenmesine neden oluyor.Mahalli idare seçimlerinin 5 - 6 ay öne çekilmesine ilişkin anayasa değişikliği değil ama iktidar kanadının diğer anayasa değişikliği hamlesi, komisyondaki güven bunalımını derinleştirici bir etken.Muhalefet temsilcilerinden haklı olarak şu yakınma geliyor:“Mademki uzlaşmayla yeni bir anayasa yapmaya çalışıyoruz, seçilme yaşını 25’ten 18’e düşürmek, er ve erbaşlara oy kullanma hakkı vermek için alel acele anayasa değişikliği ihtiyacı nereden doğdu? Belli ki iktidarın niyeti yeni anayasa değil. Mevcut anayasaya başkanlık sistemi veya partili cumhurbaşkanlığı sistemini monte edebilmenin testini yapıyor. 18 yaş girişimi bu niyetin taktik hamlesi...”Gerçekten de 18 yaş girişimi bir taktik hamle gibi gözüküyor. Ama başkanlık sistemine geçişi test etmekten çok muhtemelen CHP’yi sıkıştırma amacı taşıyor.Bir başka nokta, çok arzu edilse de dört partili uzlaşmaya dayalı bir anayasanın zorluğunu görüyor iktidar kurmayları. O nedenle de hangi parti ile hangi konularda uzlaşmaya varılabileceğinin ön hazırlıkları yapılıyor.İşte bu ve benzeri kaygılar muhalefet partilerinin zihinlerini kemiriyor. Kuşkusuz onların da kendi hesapları, kendi taktik manevraları var...
Yerel seçimlerin öne alınmasına ilişkin anayasa değişikliğinin geçen hafta yapılan oylamasında 367 rakamınının bulunamaması Adalet ve Kalkınma Partisi’nde tam bir şok ve hayal kırıklığı yaratmıştı.O hayal kırıklığının etkisiyle iktidar partisi, değişikliğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmesi için dua ediyordu. Çünkü kış aylarında seçim olmasın gerekçesiyle yapılmak istenen düzenleme, durduk yere kış gününde seçmeni sandık başına çağırma zorunluluğunu doğurmuştu.Bunu engelleyecek tek formül Cumhurbaşkanı Gül’ün düzenlemeyi veto etmesiydi.Acaba edecek miydi?Gül, eski partisini fazla merak ve tedirginlik içinde bırakmadı. Basın Danışmanı Ahmet Sever aracılığıyla veto edeceğini açıkladı.Bu açıklama iktidar partisi kurmaylarına rahat nefes aldırdı.Dün de veto etti ve anayasa değişikliği ile ilgili düzenlemeyi Meclis’e geri gönderdi.Veto kararını da hem gereksiz referandum masrafından kaçınmak, hem de kış gününde halkın sandık başına gitmesine gerek bırakmamak gerekçesine dayandırdı.Peki şimdi ne olacak?İktidar partisi ve düzenlemeye destek veren MHP, “Tamam bu iş olmuyor. Yerel seçimler normal zamanında yapılsın” deyip anayasa değişikliğini rafa mı kaldıracaklar?360 şokunun yarattığı tedirginlik nedeniyle ilk günlerde hava o yöndeydi fakat Cumhurbaşkanı’ndan gelen veto kararının her iki partide de yeni bir umut ışığı doğurduğu anlaşılıyor.Hem AKP’deki hem de MHP’deki havaya, bakılırsa ikinci bir deneme daha yapılacak gibi gözüküyor. MHP muhtemelen “Biz seçimden korkmayız, istediğiniz tarihte seçime varız” diyor, bir anlamda meydan okuyor izlenimi yaratmak istiyor.Ancak yerel seçim tarihini öne almakta AKP’nin daha farklı hesap ve niyetleri olduğuna kuşku yok. Yerel seçimleri iki nedenle öne almak istiyor:1. Bu seçimler 2014 yılı sonbaharında yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminin provası niteliğinde olacak. Parti için de Başbakan Tayyip Erdoğan için de hayati önem taşıyan 2014 yaz sonunda iki turlu yöntemle doğrudan halk oyu ile yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi kritik. Bu seçimi şansa bırakmak istemiyor iktidar partisi ve Başbakan Erdoğan. Onun için önce 2013 sonbaharında bütün partileri yeniden bir kantara çıkarmak istiyor. Anayasa değişikliği yapılabilirse 2013 sonbaharında, yapılamaz ise 2014 ilkbaharında yapılacak olan mahalli idare seçimleri bir anlamda cumhurbaşkanlığı seçiminin de provası niteliğinde olacak. Aday olacağına kesin gözüyle bakılan Erdoğan bu seçimde gücünü sınamış olacak. Dahası eğer partisi yüksek bir oy oranına ulaşırsa psikolojik üstünlüğü sağlayıp, karşısına çıkarılması muhtemel adayları önceden psikolojik olarak ezmiş olacak. Seçmen nezdinde de işi ilk turda bitireceği kanaatini yaygınlaştırabilecek. Özellikle de İzmir başta olmak üzere CHP’nin elindeki büyük şehir belediyelerini kazanabilirse bu durum muhtemel zaferini perçinleyecek.2. İkincisi ise mevsimsel koşulların seçmen psikolojisi üzerindeki etkisi. Mart sonunda yapılacak seçim iktidar açısından belirli riskler içeriyor. Özellikle de bu seçim belediye seçimi ise. Kış aylarında yaşanan sıkıntılar, ısınma, barınma, trafik koşullları. Kar, yağmur, çamur. Yolların bozulması... Seçmen üzerinde olumsuz etki yapabilir. Ayrıca kış ayları ekonominin en durağan olduğu aylar. Özellikle dar gelirli kesimler üzerindeki geçim sıkıntısının etkisini en fazla hissettirdiği dönemler. Bu bir dezavantaj.Oysa sonbahar ayları, yaz rehavetinin üzerine gelecek. Ekonomideki nisbi canlılık dönemine rastlayacak. Seçmende ısınma gibi, kar, yağmur, çamur gibi olumsuz etki yaratan faktörler olmayacak.Gerçi bugüne kadar bütün bu olumsuz koşullara karşı yapılan seçim yarışlarından hep zaferle çıktı ama yine de bu kez sonbahar şansını kullanmak istiyor. Belki de doğabilecek olası bir hasarı 2014 sonbaharına kadar tamir edebileceğini hesaplıyor.Onun için anayasa değişikliğinin veto edilmesi üzerine MHP ile yeniden bir araya gelip durum değerlendirmesi yapılacak. Belki destek için CHP ve BDP’nin kapıları da çalınacak. Fakat MHP’nin sağlam duracağı kanaati hakim olursa ikinci denemeyi yapacak iktidar partisi. Meclis gruplarında ilan edilecek bir sıkıyönetimle bu kez 367 barajının aşılabileceği hesaplanıyor. Tabii çarşı bu hesabı bozmaz ise...