Makroekonomik göstergeler arasında milli gelirin çok özel bir yeri vardır. Elbette sanayi üretimi, cari işlemler dengesi, istihdam, tüketim malları satışları gibi reel ya da enflasyon, döviz kuru, faiz gibi nominal göstergeler de yararlıdır. Ama milli gelir başkadır. En azından “eşitler arasında birinci”dir.En önemli nedeni, milli gelir verilerinin ekonomik konjonktür hakkında en ayrıntılı ve komple bilgiyi taşımasıdır. Diğerleri ekonominin bir köşesini gösterir. Resmin tümünü sadece ve sadece milli gelir yansıtır. Bütün ekonomiler için böyledir.Türkiye’nin ek sorunları var. Bir bölümü kayıtdışı ekonomik faaliyetin yaygınlığından kaynaklanıyor. Öte yandan iyice eskiyen hesaplama yöntemi bir türlü yenilenemedi. Neticede özellikle kısa dönemde herkesi şaşırtan sonuçlar açıklanabiliyor...Dün yayınlanan 2006 üçüncü çeyrek milli gelir verilerini bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Yaz aylarında ilkbahar ve öncesine kıyasla ekonomide yavaşlama hissediliyordu. Ama diğer göstergeler yumuşak bir geçişe işaret ediyordu. Beklenmedik şekilde farklı çıktı.Kuşbakışı büyümeMutlak sayılarla başlayalım. Üçüncü çeyrekte (Temmuz-Eylül dönemi) gerçekleşen toplam üretim tutarı cari fiyatlarla 175.5 milyar YTL olmuş. Net faktör gelirleri cüzi bir açık verdiğinden GSYİH ve GSMH eşit çıkıyor. Son bir yılın milli geliri 566 milyar YTL ediyor.1987 fiyatları ile hesaplayınca, üçüncü çeyrek için GSYİH 47 trilyon TL, GSMH 46.6 trilyon TL bulunuyor. Buradan üçüncü çeyrekte sabit fiyatlarla net faktör gelirinin 400 milyar YTL eksi çıktığı anlaşılıyor. Yıllık GSYİH ve GSMH ise sırası ile, 153 trilyon TL ve 151.9 trilyon TL olmuş.Bizi daha çok ilgilendiren sabit fiyatlarla (reel) büyüme sayılarına geçelim. 2005’in üçüncü çeyreği ile karşılaştırıyoruz. GSYİH ve GSMH sırası ile, yüzde 3,4 ve yüzde 3,0 artmış. Bunlar bir önceki yıla kıyasla üretim artışını gösteriyor.Büyümeyi geçmiş dönemlerle karşılaştırıyoruz. Şubat krizinin etkilerinin hâlâ hissedildiği 2002’nin ilk çeyreğinden bu yana en düşük büyüme hızı ile karşı karşıya olduğumuzu saptıyoruz. Yeni hükümet ve Irak savaşı yüzünden ekonominin tökezlediği 2003’ün ikinci çeyreğinde bile büyümenin daha yüksek seyrettiğini özellikle belirtelim.2001 başından bu yaza dört buçuk yıl geçmiş. Demek ki dört buçuk yılın en yavaş büyümesi söz konusu. Konjonktürü değerlendirirken bu önemli olguyu mutlaka göz önünde tutmalıyız.Bilmecesi bol büyümeBugün milli gelir hesaplarının ayrıntılarına girmeyeceğim. Sağlıklı sonuçlara ulaşmak için ana ve alt kalemlerdeki hareketleri hazmetmek, verileri grafiklere taşıyıp gözle görmek, karşılıklı tutarlılıklarına bakmak, yani çalışmak gerekiyor. Bu da zaman istiyor.Ancak, ortada ilginç bilmeceler olduğunu hissediyorum. Büyüme hızının tahminlerin epey altında çıkması milli gelirin diğer göstergelerden ayrıştığına işaret ediyor. Anlamı ne? Neden böyle oldu? Bundan sonrası için ne gibi işaretler taşıyor? Konjonktür analizini etkiler mi? Etkilerse nasıl? Soru çok, cevaplarını önümüzdeki günlerde arayacağız.
Ekim dış ticareti, Kasım bütçe gerçekleşmesi ve Kasım enflasyonu yayınlandı. Yarın üçüncü çeyrek milli geliri açıklanıyor. Önce büyümeyi görelim sonra diğerlerini değerlendiririz diye düşündüm. Medyayı meşgul eden iki olay daha var. Birincisi Orhan Pamuk’un Nobel ödülünü almasıdır. Bana bu büyük mutluluğu yaşattığı için Pamuk’u tekrar kutlamak istiyorum. Diğeri hükümetin Kıbrıs sorununda attığı yeni adımdır. Bu ani ve aslında beklenmedik hamlenin mevcut kilitlenmeyi çözeceğini sanmıyorum. Buna karşılık Türkiye’nin çözüme yönelik kararlılığını çok olumlu buluyorum. Bugünkü konum iktisatçılar Bugünkü konum iktisatçılar. Bizimki kadar fıkrası bol meslek azdır. Ateş olmayan yerden duman çıkmazmış. Galiba Frenkçe “sui generis” (nevine mahsus) deyişi iktisatçının düşünce biçimini tam yansıtıyor. Genel kanı iktisatçıların asla aralarında anlaşamadıklarıdır. “Büyük Buhran” sırasında İngiliz Hazine’si işsizlikle mücadele için devrin dört ünlü iktisatçısın çağırmış. Beş farklı görüş ortaya çıkmış. Rivayete göre Keynes iki zıt teklif yapmış. Türkiye’den, bugünkü konjonktürü örnek verebiliriz. Bir süredir enflasyon tekrar yükselirken dış açık rekorlar kırıyor. Ortada ciddi bir sorun olduğu çok açık. Ama nedenleri ve çözümü konusunda iktisatçılar zıt görüşleri savunuyor. Benim de aralarında olduğum kesim için bugünkü kırılganlığın esas sorumlusu 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarıdır. Diğer kesime göre para politikası hatasızdır; tüketici, müteşebbis, mali piyasalar, hükümet, vs. para otoritesi dışında herkes sorumludur. Akla hemen “acaba iktisatçıların fikir birliği yaptığı bir konu var mı? sorusu geliyor. En yaygın meslek örgütü Amerikan İktisat Derneği bu konuyu düzenli şekilde araştırıyor. Bir dizi temel sorunu nasıl değerlendirdiklerini saptıyor.İlginç bir araştırmaBu yılki anketin sonuçları “Economists’Voice”adlı sanal dergide yayınlandı (www.bepress.com). Robert Whaples’in makalesi “İktisatçılar Herhangi bir Konuda Anlaşır mı? Evet” başlığını taşıyor. İktisatçıların yüzde 90’ı gümrük vergilerine ve ithalat konan engellere karşı. Sadece yüzde 2.5’u destekliyor. Aynı oranlar hizmet sektörü istihdamının ülke dışına taşınması için de geçerli. Yani korumacılığın zararı konusunda fikir birliği var. Tarım sübvansiyonları konusu da benzer tepki alıyor. Yüzde 85’i tarıma verilen desteklerin kaldırılmasını istiyor. Daha ilginci, aynı oranda iktisatçı profesyonel spor dallarında kamu desteğine “hayır” diyor. Yani iktisatçılar sübvansiyonlara da karşı. Daha çok soru var ama yerim kalmadı. Neticede, iktisatçılar önemli bölümünün temel konularda anlaştıkları görülüyor. Ama ayrıntılara indikçe ve zaman aralığı kısaldıkça anlaşmazlıklar da artıyor.
AB-Türkiye ilişkilerinde yaşanan sorunlar bu kez sadece içeriyi etkilemedi. Beklediğimiz gibi dünyanın da ilgisini çekti. Özellikle İngiliz ve Amerikan medyası güçlü şekilde devreye girdi. Örneğin Financial Times ve The Economist’te başmakale yayınlandı. Newsweek kapak yaptı.Geçen yazımda değinmiştim. Çeşitli nedenlerle Türkiye’nin AB üyeliği anglosaksonlardan destek alıyor. Bu kez adeta tam saha pres yaptılar. AB içindeki Fransa-Almanya ekseni karşıtı bir kampanya başlattılar.Türkiye içinde varolan tartışma iyice alevlendi. AB karşıtları uzun süredir zaten “adamlar bizi istemiyor, kapıyı vurup çıkalım” diyordu. Şimdi “işte gördünüz, haklı çıktık” havasına girdiler. AB yandaşları ise AB’den kopma durumu üstüne felaket senaryolarını tekrar raftan indirdiler.Türkiye için AB’ye gerçekçi alternatifler var mı? Müzakerelerin kesilmesi Türkiye’yi ekonomik felakete götürür mü? Bunlar önemli sorular. Görüşlerimi ve tavrımı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.Ekonomik alternatif yokturİlk soru ile başlayalım: 1970’lerin ortasında o zamanki Ortak Pazar üyeliği kamuoyunda tartışılırken yine bu konuyu konuşuyorduk. Aynı şeyleri söylüyor aynı sayıları veriyorduk.25 üyeli AB’nin nüfusu 2004 başında 456 milyon kişidir. Bulgaristan ve Romanya eklenince 500 milyona yükselecek. Buna göre Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın üçüncü en kalabalık ekonomik birimi oluyor.AB-25’in milli geliri, satın alma gücü paritesi ile 10 trilyon dolardır (2003). ABD milli gelirinin biraz altındadır. Dünya milli gelirinin takriben dörtte biri ediyor. Kişi başına gelir 21 bin 400 dolardır.Türkiye’nin yakınında buna eşdeğer başka bir ekonomik güç yoktur. Örneğin Rusya, İran ve Orta Doğu ülkeleri toplamını alalım. Bir: AB’nin yanında ekonomik bir cücedir. İki: Hammadde ihracatçıları için gümrük birliğinin yararı kısıtlıdır. Üç: Siyasi rejimler özünde farklıdır.Verilere aşina herkes için durum çok açıktır. Türkiye ekonomisinin bütünleşebileceği tek pazar AB’dir. Avrupa Birliği’ne üye olunmayabilir. Ama ekonomisi ile bütünleşmek kaçınılmazdır. Ortada başka gerçekçi alternatif yoktur.Dışında kalmak felaket değildirGelelim ikinci soruya. “AB muhibbi” sıfatını gururla taşıyacak ölçüde kayıtsız şartsız AB yanlısı olduğum biliniyor. Ona rağmen AB dışında kalmayı özellikle ekonomik felaketle özdeşleştiren yaklaşıma katılmıyorum. Hem analizi hem de üslubu hatalı buluyorum.Bence Türkiye’nin siyasi birlik dışında kalması ama ekonomik bütünleşmesini sürdürmesi mümkündür. Hızlı büyüme için gerekli olan, doğru iktisat politikalarıdır. Gümrük Birliği bile kesinlikle ikinci plandadır. Hem teori hem de dünya deneyimi bunu kanıtlıyor.Olayın doğru vazedilişi şöyledir. Üyelik süreci siyasi, toplumsal ve ekonomik dönüşümü hızlandırır; üyelik perspektifinin ortadan kalkması, yavaşlatır. Üstüne Türkiye’nin siyasi/ekonomik maceralara girişme ihtimalini artırır. Yani dışarıda kalmak daha risklidir.Tavrımızı özetleyelim. AB üyeliği Türkiye’nin hiç tereddütsüz çok yararınadır. Ancak Türkiye AB ile yollar ayrılırsa felakete mahkûm değildir. Özgürlüğe, refaha ve huzura giden yolda AB üyesi olmadan da devam edebilir. Tersini düşünmek yanlıştır.
AB’ye tam üyelik süreci Türkiye’nin zaten sıkışık takvimine yeni bir tarih ekledi. Yıl sonuna doğru, AB Komisyonu’nun ilerleme raporu Bakanlar Konseyi’nin nihai kararı bekleniyor. Gergin bir ortamda sert pazarlıklar yaşanıyor. Gazetelerin haber sayfalarını ve yazar köşelerini AB dolduruyor.AB sürecinin kısa dönemli ekonomik etkileri aslında sınırlıdır. Son dönemde bilinen nedenlerle mali piyasalar yakından ilgileniyor. Normaldir. Olumsuz gelişmelerin “saadet zincirini” kırmasından çekiniyorlar. Korkunun ecele yararı yoktur deyip devam edelim.Ben de her yıl bu mevsimde iki soruyu cevaplamak için koroya katılıyorum. Türkiye AB’ye üye olmalı mı? Türkiye AB’ye üye olacak mı? İlki kolay çünkü neticede kendi tavrımı açıklıyorum. AB üyeliğini modern Türkiye’nin en önemli projesi kabul ettiğimi tekrarlıyorum. İkincisi bayağı zor. Ama tahmin yapmak işimiz. İrade sorunuTürkiye’nin AB üyeliği ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan son derece karmaşık bir karar süreci gerektiriyor. İki taraf açısından da siyasi bütünleşmenin büyük zorluklar yarattığı biliniyor. Karmaşık sorunların analizinde uzun dönemli yapısal etkenleri kısa dönemli konjonktür boyutundan ayırdetmek büyük önem kazanır. Aksi halde günlük çalkantılar içinde kaybolma ihtimali yüksektir.Türkiye ile başlayalım. AB’yi istemeyenler hep vardı. Son yıllarda sesleri daha çok duyuluyor. Ama üyelik müzakereleri başladı. Bundan sonra engelleyemezler. Türkiye’de bu konuda bir irade zafiyeti görmüyorum. AB’den vazgeçmesi olası durmuyor. Ya Avrupa? Yakın geçmişe kadar benzer bir analizi AB için yapıyordum. Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan ve destekleyen ülkeler vardı. Ama karşıtların gücü (şu sıralar sık kullanılan benzetme ile) treni rayından çıkarmaya yetmiyordu. AB’nin Türkiye’ye açıkça “Hayır” deme iradesini gösterebileceğini düşünmüyordum. Son gelişmeleri bu açıdan ilginç buluyorum. Bilgi setimizde önemli bir yeniliğe tekabül ediyor. Uzun süredir ilk kez tahminlerimde revizyon ihtiyacını duyuyorum. Saflar belirginleşiyorYeni olan nedir? Başta Fransa, Hollanda ve Almanya, bazı üye ülkelerin geçmişe kıyasla çok daha açık ve net şekilde Türkiye’ye “Hayır” deme riskini kabullendiklerini gösteren işaretlerin artmasıdır.Nüanslara dikkat etmeliyiz. Birincisi “Kabullendiler” demiyoruz. Bu yöndeki “İşaretler arttı” diyoruz. Pekala geçici bir durum olabilir. Örneğin iç siyasi koşullardan kaynaklanabilir. Ancak bu toplumlarda yapısal diyebileceğimiz türden Türkiye karşıtlığının yeşerdiğini de gözlüyoruz. İkincisi, AB’nin müşterek iradesini bu ülkelerin iradesine indirgemek hatalı olur. Başta İngiltere, üye ülkelerin bir bölümünün arzuladıkları Avrupa projesi Türkiye’nin AB üyeliğini gerekli kılıyor. Önümüzdeki dönemde güç dengesinin ne yöne çevrileceğini ise şimdiden kestiremiyoruz. Ama en azından Türkiye’nin tam üyeliği aleyhine gelişmesi ihtimalinin bugün düne kıyasla daha yüksek olduğunu belirtmeliyiz.
Ekonomiyi izlerken ayrıntılar içinde kaybolma riski yüksektir. Özellikle mali piyasalar anlık heyecanların dünyasıdır. Ama ekonomi onlardan ibaret değildir. Sık sık büyük resme bakmak bu tür hataları önleyebilir.Günlük dalgaların üstüne çıkınca, iki temel özellik öne çıkıyor. Tüm yapısal ve konjonktürel analizler bu iki ayak üstüne inşa ediliyor. Ekonominin fiili gücü ve zafiyeti de bunlardan kaynaklanıyor.Nedir bunlar? Biri kamu maliyesindeki disiplindir. Hızlı büyümeden düşen enflasyona, tüm olumlu gelişmelerin gerisinde bu gerçek yatıyor. Diğeri 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikasıdır. Mali disipline rağmen oluşan kırılganlığın doğrudan sorumlusudur.Farklı düşünenler oluyor. Örneğin bazıları yanlış para politikasının sorumluluğunu örtmeye çabalıyor. Bu amaçla bütçe disiplinin tekabül ettiği büyük toplumsal fedakârlığı sessizce geçiştirmeye, böylece önemsizleştirmeye çalışıyorlar.Faiz dışı fazlanın anlamıMaliye politikasını izlemek ilk bakışta kolay duruyor: Bütçe dengesine bakarız. Uygulamada ise ölçme sorunları beliriyor. Çünkü faiz harcamalarının bir bölümü enflasyonu telafi etmeye gidiyor. Bu durumda bütçe dengesi yerine faiz-dışı denge öne çıkıyor.Bütçenin oluşumunu hatırlayalım. Bir yandan hükümet vatandaştan doğrudan ve dolaylı vergi topluyor. Aynı anda vatandaşa yol, okul, polis, mahkeme, hastane vs. hizmetleri götürüyor. İkisi arasındaki farka faiz dışı denge diyoruz.Bu şekilde vazedince faiz-dışı fazla somutlaşıyor. Devlet vatandaştan topladığı gelirin bir bölümü ile vatandaşa hizmet götürmüyor. O kaynağı borcunun faizini ödemekte kullanıyor.Toplumun devlete vergi şeklinde ödediği ama devletten kamu hizmeti şeklinde karşılığını almadığı bölüm, kelimenin tam anlamı ile gerçek faizdir. Olaya böyle bakarak borçlanarak ödenen faizin hesapları bozmasını da engellemiş oluyoruz.Vatandaşın büyük fedakârlığıBasit bir hesap yaptım. Ocak 2000’den itibaren bütçedeki aylık faiz-dışı fazla miktarını enflasyonla çarparak Ekim 2006 fiyatlarına getirdim. Sonra farklı dönemler için toplamlarını aldım.Ocak 2000-Ekim 2006 arasında (altı yıl, on ay) bütçe faiz-dışı fazlası bugünkü fiyatlarla 225 milyar YTL çıktı. Bu paranın fiilen vatandaşın cebinden çıktığını bir kez daha vurgulayalım.Kriz sonrası döneme bakalım. 2002’den bu yılın ekim ayına geçen süre için faiz-dışı fazla 161 milyar YTL, AK Parti hükümetinin iktidara geldiği 2003’ten bu yana ise 138 milyar YTL ediyor. Bu dudak uçuklatan sayılar Türkiye insanının ekonomik istikrarın sağlanması için inanılmaz boyutta fedakârlık ettiğinin kanıtıdır. Ona rağmen ekonominin bugünkü olumsuz konjonktüre sıkışmasının sorumlularını aramayı mutlaka sürdürmeliyiz.
İstanbul’da yaşayanların trafik şikayetleri son günlerde medyanın olağan haberleri arasında girdi. Büyük çoğunluk gibi, ben de aynı dertten muzdaribim. Normal koşullarda yarım saatlik yolu iki saatte katetmeye alışmaya çalışıyorum. Eski yazılarımı taradım. Nisbeten muntazam aralıklarla trafik üstüne yazmışım. Sorunun farklı cephelerine değinmişim. Yol-araç uyumsuzluğunu, vatandaşın kurallara aykırı davranışını, toplu taşım yetersizliğini, vs. incelemişim.Bilgi Üniversitesi’nde birinci sınıf İktisada Giriş dersinde ünlü bir Amerikalı hocanın, G.Mankiw’in kitabını okutuyoruz. Kitapta büyük kentlerin trafik sorununa farklı bir çözüm deneyimi anlatılıyor. Geçen hafta o bölümü yaptık. Okuyucularımla paylaşmak istiyorum.Fiyat mekanizması ve trafikBölüm alt başlığı “Müşterek Kaynaklar”. Her isteyenin kullanabileceği ama her kullananın diğer kullanıcılara kalan kısmı azalttığı türden hizmetlere bu ad veriliyor. Boş bir yol “kamu malı” oluyor. Trafik sıkışınca müşterek kaynak statüsüne geçiyor.Mankiw bir diğer ünlü iktisatçının, Lester Thurow’un 1996’da yazdığı bir makaleyi özetliyor. Ben de aşağıda özetin özetini yapacağım. Analiz önemli bir gözlemden yola çıkıyor. Dünyanın bütün büyük kentlerinde trafik sıkışıklığı yaşanıyor. Bunun yolların azlığı ya da çokluğu, kavşakların niteliği, araç sayısı ya da kamu taşımacılığı ile ilişkili olmadığı derhal görülüyor. Sorun büyük kent merkezinin özelliğinden kaynaklanıyor. Çünkü tanım icabı kent merkezinde hiçbir zaman yeterince yol olamıyor. Her tarafı yol yapmaya kalkarsanız kent merkezi ortadan kalkıyor. Kent merkezini ilginç kılan bina çokluğu diyebiliriz.İktisatçıların trafik sıkışıklığına daima teorik bir çözümü vardır. Nedir? Bekleneceği gibi arz-talebin yani fiyat mekanizmasından yararlanılmasıdır. Bir yolun kullanılmasından arz-talebe göre bedel alınması trafik sorunun bitirecektir.Singapur deneyimiKent devlet Singapur on yıldır (şimdi 20 olmalı) böyle bir sistemi kullanıyor. Her araca bizim OGS gibi bir sayaç takılıyor. Kentin yollarına bu araçları okuyan aletler konmuş. Ayrıca bilgi panoları yerleştirilmiş. Bunlar güçlü bilgisayarlara bağlı.Bilgisayar her yola doğru giden aracı sayıyor. Ne ölçüde trafiği yavaşlatacağını hesaplıyor. Ona göre o yolu kullanmaya bir fiyat biçiyor. Fiyatı panoda gösteriyor. Girenden bedelini otomatik tahsil ediyor.Sıkışıklık sürerse fiyatı yükseltiyor. Sıkışıklık hafifleyince kadar yükseltmeye devam ediyor. Trafik rahatlayınca fiyatı düşürüyor. Akış normalleşince fiyatı sıfırlıyor. Velhasıl talebi yüksek yol/zaman için fiyat yüksek, talebi düşük yol/zaman için fiyat düşük oluyor.Sürücüler araç kullanma planlarını bu bilgiye göre yapıyorlar. Zorunlu olmadıkça kalabalık yollara girmiyorlar. Kent içi hareketlerini bedelini düşünerek ayarlamaya çalışıyorlar. Sistem çalışıyor mu? Evet. Trafik günün her saatinde akıyor. Çünkü yolları sadece bedelini ödemeye razı olanlar kullanıyor. Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur. Piyasanın çalıştığı yerde kuyruk oluşmaz. Fiyat yükselir. Böylece trafik keşmekeşinin araç, yol, metro, vs. fizik koşullardan kaynaklanmadığı anlaşılıyor. Dolayısı ile çözüm de onlardan geçmişor. Sorun fiyat mekanizmasının işlemesine izin verilmemesidir. Çözüm de oradadır.
Ekonomik verileri belirli bir takvim çerçevesinde değerlendirmeye alıyoruz. Bekleneceği gibi, öncelik sıralaması konjonktürün ihtiyaçlarına ve gündeme göre değişiyor. Örneğin salt iktisat açısından yeni bilgi taşıyanları tercih ediyoruz. Bir de siyasi-toplumsal açıdan kritik veriler var. Bunların başında istihdam ve işsizlik geliyor. Bilinen eğilimlerinde bir değişim oluşmasa bile, arayı soğutmadan gelişmeleri okuyucularıma duyurmaya çalışıyorum.Gene ara uzamış. En son 23 Temmuz’da nisan verilerine bakmışım. TÜİK hafta başında Hanehalkı İş gücü Araştırması ağustos sonuçlarını açıkladı. Temmuz-eylül arasını kapsıyor. Yani tam üçüncü çeyreğe denk geliyor.2000’den 2006’ya istihdamMevcut konjonktüre yönelik analizim biliniyor. “Sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist büyüme” diyorum. Ekonomiyi bu olumsuz konjonktüre 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikasının sıkıştırdığını söylüyorum.Milli gelirin hızla büyüdüğü konusunda bir tereddüt olduğunu sanmıyorum. Ama milli gelirdeki artışın istihdam etkisi konusunda anlaşmazlıklar var. Fili tanımlayan körler gibi, iktisatçılar farklı sonuçlara ulaşıyor.Bugün olaya daha uzun dönem açısından bakmak istiyorum. 2006 yılını 2000’le karşılaştıracağım. Neden 2000? Enflasyonla mücadelenin başladığı ve ekonominin gene hızlı büyüdüğü bir yıldır. Arada geçen altı yılda katedilen mesafeyi görmeye izin verir.Tüm diğer makroekonomik göstergeler gibi, istihdam ve işsizlik de mevsimlerden etkilenir. Yakın geçmişle uğraşırken mevsimlik etkiyi temizleyen yöntemleri kullanıyoruz. Uzun dönem için daha basit bir yöntem var. 2006 üçüncü çeyrek verilerini 2000’in aynı çeyreği ile karşılaştırabiliriz.15 yaşından büyükler grubunda 2000’de 46.3 milyon kişi varken 2006’da 5.4 milyon artışla (yüzde 11,7) 51.7 milyona yükselmiş. Buna karşılık istihdam 22.8 milyon kişiden 500 bin artışla (yüzde 2,1) 23.3 milyona çıkmış.İşsizlerde patlamaGerisi kalan 4.9 milyon kişi nerede? İki kalem öne çıkıyor: İşsizler ve iş bulsa çalışacaklar. 2000’de 1.4 milyon olan işsizler 1 milyon artışla (yüzde 75,2) 2.4 milyona yükselmiş. İş bulsam çalışırım diyenler 2000’de 800 bin kişi iken 1.2 milyon (yüzde 135) artışla 2 milyona tırmanmış.İkisini toplayınca 2.2 milyon kişi ya da istihdam artışının dört katı ediyor. Son altı yılda iş bulan her bir kişiye karşılık dört kişi iş bulamamış diye okuyoruz.Buna karşılık yapısal düzeyde olumlu bir dönüşüm görünüyor. Tarımda çalışanlar 8.9 milyon kişiden 6.8 milyona (2.1 milyon) azalmış. Buna karşılık tarım dışında çalışanlar 13.9 milyon kişiden 16.5 milyona (2.6 milyon) çıkmış. İşin özür budur. Geçen altı yılda 15+ yaş grubundaki kişi sayısı 5.4 milyon ama çalışan sayısı 500 bin artmış. Bu da işsiz sayısını dar tanımla 1 milyon geniş tanımla 2.1 milyon artırmış. Bir de teselli mükâfatı var: Yapısal dönüşüm sürüyor.Bunların hızlı büyüme dönemi verileri olduğunu tekrar hatırlatalım.
Geçtiğimiz iki hafta konferans trafiği yoğundu. Ege Cansen’le beraber farklı izleyici profiline sahip üç toplantıda konuştuk.Soruları cevaplamaya çalıştık. Görüş ve eleştirileri dinledik. Sohbet toplantı sonrasına bile sarktı.Bu tür toplantılardan çok yararlanıyoruz. Toplumun ruh halini birinci elden izleme olanağını sağlıyor. Vatandaşın gündemi görülüyor. Geçmişle mukayesesi gelecekte davranışları hakkında ipuçları veriyor.Gözlemlerim neler? İnsanları daha karamsar buldum. Bugünkü konjonktürün sürdürülebilirliği konusundaki tereddütler artmış. Olumsuz beklentiler yaygınlaşmış. Ekonomide bir kopma ya da kırılma korkusu güçlenmiş.Yüksek faizin cazibesiBu ruh hali Türkiye insanının ezeli ve ebedi merakını tekrar canlandırmış. “Acaba dövize dönme zamanı geldi mi?” Gerek konuşma sırasında gerek sonrasında gelen soruların doğrudan ya da dolaylı içeriği buna odaklanmıştı.Cevaplarken daha ilginç bir husus dikkatimi çekti. Tasarrufçunun portföyünde ne ölçüde TL ne ölçüde döviz tutması konusunda kendi görüşümün de eskisi gibi net olmadığını fark ettim.Okuyucularım biliyor. Son on yıldır vatandaşa hep TL’de kalmasını önerdim. Kriz döneminde bile dövize yatırıma karşı çıktım. Risk ortamında değişme halinde vade yapısı ile oynamayı tavsiye ettim. Kendi tasarruflarımı da TL’de değerlendirdim.Neden? Çünkü yıllardır Hazine iç borçlanmada dünyanın en yüksek reel faizini ödemektedir. Uzun vadede TL’ye yatırımı daima daha verimli kılan bu sade gerçektir. Görünür gelecekte bu durumun değişeceğine dair işaret ise yoktur.Buna karşılık mali piyasa volatilitesindeki yükseliş ihtimaline karşı vadeyi kısaltmak etkili bir yöntemdir. Yukarıda da söyledim. TL’cileri en çok vade seçiminde yapılan hatalar üzebilir.Dalgalanma fırsattırMenkul serveti olan herkes iki zıt duygu arasında gel-git yaşar. Bir yanı hiç risk sevmez. Enflasyona ve mali piyasa dalgalanmalarına karşı tasarrufunu korumayı hedefler. Özellikle amatörlerin pozisyon değiştirmeye kalkınca çok zarar ettiklerini bilir.Diğer yanı maceraperest ve kumarbazdır. Mali piyasalarda doğru zamanlama ile spekülasyondan çok büyük paralar kazanıldığını bilir. Piyasalarda oynamak için avcunun için kaşınır.Spekülatör dalgalanmanın arttığı dönemlerde semirir. “Nerede hareket orada bereket” diyebiliriz. Dolar kuru 1.35 YTL iken döviz alıp 1.65 YTL’ye çıktığında satabilenin çok kâr ettiği açıktır. Tekrar hatırlatırım. Sadece alım zamanını kestirmek yetmez; satışı da doğru zamanlamak gerekir.Velhasıl, kısa dönemde dövizin tasarrufçu için ilginç olmaya başladığını düşünüyorum. Portföyüme döviz enstrümanlar koymaya kendimi hazırlıyorum. Dolar-euro tercihi, vade, portföydeki pay gibi ayrıntılara bir başka yazıda bakarız.