Milton Friedman adını ilk kez 1963 yazında duydum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine bir yıl önce girmiştim. Birinci sınıfı ikmale kalmadan geçtim. Temmuz başında Norveç Merkez Bankası’nda iki aylık AIESEC stajına gittim. Türkiye sol düşünce ve eylemle tanıştığı günlerdi. Türkiye İşçi Partisi aydın kesimde önemli bir ilgi odağı olmuştu. Yön Dergisi okunuyordu. Talat Aydemir’in başarısız darbeleri yeni atlatılmıştı.Siyasi gelişmeler ekonomiye bakışı da etkilemişti. Devletleştirme, merkezi planlama, emperyalizm, korumacılık, velhasıl marksizmin ve sosyalizmin “büyük sorunları” konuşuluyordu. Para ve maliye politikaları çok küçümseniyordu. Oslo’da hava çok farklı idi. Norges Bank iktisatçıları bütçe açığını, faiz haddini, para arzını ve döviz kurunu çok önemsiyorlardı. Sürekli iki iktisatçıya referans veriyorlardı: Keynes ve Friedman. İlkini biliyordum. İkincisini ilk kez duyuyordum. Monetarizmin babasıİktisatçılar arasındaki ayrışmanın siyasi bir boyutu olduğunu çabuk kavradım. İktidardaki sosyal demokratlar Keynes’i tutuyordu. Muhalefetteki muhafazakarlar ise Friedman’ı benimsiyordu. Analizlerin iktisadi kısmı beni aşıyordu. Ama iki teorinin siyasi sonuçları çok belirgindi. Keynes piyasayı eleştiriyor ve devleti savunuyordu. Friedman ise piyasayı savunuyor ve devleti eleştiriyordu. Hikayenin geçmişini hatırlatalım. 1930’larda yaşanan Büyük Buhran piyasa sistemine güveni ciddi şekilde sarsmıştı. Tekrarlanabileceği korkusu yaygındı. Makroiktisat doğdu. Devleti büyüten Keynesci iktisat politikaları moda oldu. Friedman’ın Keynescilere karşı çıkışı 1950’lerin başına gidiyor. Çünkü konjonktür sorunlarına maliye politikası ile müdahale edilmesini sevmiyor. Devlete keyfi yetkiler tanındığını düşünüyor. Onun yerine kurala bağlanmış bir para politikası öneriyor. Yani para politikasında da devletin yetkisini kısıtlamaya çalışıyor. Geliştirdiği çerçeve “monetarizm” adı veriliyor. Para çok önemlidir1970’lerin ikinci yarısına geçen dönem Keynesciliğin altın çağıdır. ABD’de akademik çevrenin kesin hakimi Keynescilerdir. İktisat politikası da büyük ölçüde onlardan sorulmaktadır. Friedman ve “monetarizm” marjinaldir. 1970’lerin ikinci yarısında yükselmeye başlayan enflasyon bu manzarayı değiştirdi. Keynesci teoride Merkez Bankasına ve para politikasına çok az yer vardı. Halbuki enflasyonla mücadelenin baş aktörleri onlardı. Piyasa ekonomisinde para ve para politikası hayati öneme sahiptir. Bunu herkesten önce bunu kavraması Milton Friedman’ı 20.inci yüzyıl makroiktisadına damgasını vuran iki iktisatçıdan biri (diğeri Keynes) yaptı. Toprağı bol olsun.
2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikasının ekonomiyi sıkıştırdığı olumsuz konjonktürün sonuçları her yayınlanan veri ile daha belirgin hale geliyor. Mızrağı çuvala sokmak zorlaşıyor. Esas sorular öne çıkıyor.“Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” böyle bir ekonomi mi hedefliyordu? Yapısal reformların ve mali disiplinin amacı bu muydu? Fakirden zengine gelir ve servet transfer eden faiz dışı fazla bu amaçla mı verildi? Durum çok nettir. Sanayisi ve ihracatı kösteklenen, istihdam yaratamayan, enflasyonu tırmanan ve dış dünya ile rekor açık veren bir ekonomi asla “güçlü” değildir. Tam tersine, kelimenin tam anlamı ile kırılgandır. Yaz başında küresel mali piyasaları vuran türbülans bu yargıyı doğruladı. IMF bile kabul etmek zorunda kaldı. Yükselen piyasalar içinde türbülanstan en çok hasar gören Türkiye oldu. Kırılganlık o demek zaten.İki ana eğilimGeçen hafta Merkez Bankası Eylül sonu ödemeler dengesi verilerini yayınladı. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Ay sonunda eylül dış ticareti açıklanınca az çok manzara görülmüştü. Ona rağmen sonuç piyasa beklentisinden kötü çıktı. Kamuoyunu yılbaşından önce uyarmıştım. On iki aylık bazda dış ticaret açığının 50 milyar doları ve cari işlemler açığının 30 milyar doları yazın geçeceğini öngörmüştüm. Tahminlerde yanıldığım çok oluyor ama bu kez tutturdum.Türkiye’nin cari işlemler dengesi özünde iki alt hesabın eğilimleri tarafından belirlenir. Türkiye yapısal olarak mal hesabında açık buna karşılık hizmet hesabında fazla verir. Nispi değişimleri cari işlemler dengesini tayin eder. 2005 ortasından itibaren iki hesapta birden olumsuz eğilimler belirdi. Bir yandan canlı talep ve değerli TL mal açığını büyüttü. Aynı anda, zaten bir süredir anlaşılması zor şekilde yatay giden hizmet fazlası küçülmeye başladı.Bu tür bileşimlere Frenkçe “explosive” (patlayıcı) deniyor. Başka türlü söyleyelim. Net görünmeyen döviz gelirlerindeki düşüşe rağmen dış ticaret açığı büyümesini sürdürdü. Yıllık 32.7 milyar dolar cari işlemler açığına böyle gelindi.Rekor dış açıkMutlak sayılar aldatıcı olabilir. O nedenle dış açığın milli gelire oranına bakmak tercih ediliyor. Maalesef üçüncü çeyrek milli geliri daha açıklanmadı. Ama makul varsayımlarla az çok hesaplayabiliyoruz (552 milyar YTL ya da 390 milyar dolar).Ödemeler dengesi tanımı ile (bavul-altın dahil, navlun-sigorta hariç) dış ticaret açığı milli gelirin yüzde 10.4’ü olmuş. Hizmet fazlası yüzde 3.2’de, transferler eklenince yüzde 3.6’da kalmış. Toplam mal-hizmet-transfer açığı yüzde 6.8 ediyor. Yüzde 1,5 net mali gider ekleyince cari işlemler açığı yüzde 8.4 bulunuyor. Eksiye dönen net hata noksanla birlikte dış açık milli gelirin yüzde 8.6’sına çıkıyor. Bu bir tarihi rekordur. Bundan sonra olacakları başka yazılarda inceleyeceğiz.
2002 başından itibaren sürekli düşen enflasyon 2006’da tekrar başını kaldırdı. İlk dört yılda tüketici enflasyonu hükümetin koyduğu hedefin altında gerçekleşmişti. Bu yıl enflasyon hedefin üstüne çıkıyor. Yılbaşında para politikasında önemli yenilik devreye girdi. Enflasyon hedeflemesi yöntemine geçildi. Para politikasının şeffaflığı arttı. “Hesap verilebilirlik” ilkesi gereği Merkez Bankası hedeften sapmaları açıklamak zorunda kaldı. İki temel yaklaşım saptıyoruz. Bazı iktisatçılar için enflasyonu arz kaynaklı şoklar artırdı. Merkez Bankası da bunu savunuyor. Diğerleri ise nedenin iç talepteki canlılık olduğunu iddia ediyor. Ben o taraftayım. Hangi hipotez doğru? Maalesef böyle konularda ampirik yöntemler gerekli kanıtları sağlayamıyor. Yani fiyat endekslerinin ayrıntılarına inmek soruyu cevaplamaya yetmiyor. Daha bütüncül yöntemler kullanmak gerekiyor.Şifreleri okumakİlk bakışta, tartışılan teknik bir konudur. Bir taraf enflasyondaki yükselişin nedeni arz kökenli, diğer taraf talep kökenlidir diyor. Burada bir an duralım. Tartışılan hakikaten bu mudur? Yoksa teknik tartışma daha derin bir ayrışmayı mı yansıtmaktadır?İktisatta bu tür olaylara sık raslanır. Karmaşık matematik formüller üstünden yürütülen bir polemik görürsünüz. Ayrıntılara girersiniz. Satır aralarında fevkalade önemli politik sonuçların gizlendiğini kavrarsınız.Bu yöntem elimizdeki soruna uygulanabilir mi? Evet. Çünkü iki tezin geçmiş dönem iktisat politikası çıkarsamaları kelimenin tam anlamı ile birbirine zıttır. Bunları yakalayınca teknik bir tartışmanın neden bu kadar heyecan yarattığının şifresi anlaşılır.Enflasyondaki artış “arz kaynaklı” ise, Merkez Bankası’nın denetimi dışındaki etkenlerden kaynaklanmıştır: Yani geçmiş dönem para politikasının enflasyonun artmasında sorumluluğu yoktur.Enflasyondaki artış “talep kaynaklı” ise bizzat Merkez Bankası’nın denetimi altındaki etkenlerden kaynaklanmıştır. Yani enflasyondaki artış doğrudan Merkez Bankası’nın sorumluluğundadır.Tartışma yararlıdırHer fırsatta belirtiyorum. Bir sorunun anlaşılabilmesi için öncelikle doğru vazedilmesi gerekir. Başarılı tedavinin önkoşulu ise daima hastalığa doğru teşhis koymaktan geçer.2006 yılında ekonominin tatsız bir köşeye sıkıştığı çok açıktır. Geçmiş dönem para politikalarının ayrıntılı analizlerine girmeden buraya nasıl gelindiğini anlayamayız. Benzer hataların gelecekte tekrarlanmasını engelleyemeyiz.Bu tartışmanın daha geniş bir katılımla sürdürülmesi çok yararlıdır. Enflasyonun nedenlerini incelemeye devam edeceğim.
Enflasyon analizini sürdürüyoruz. Kısaca hatırlatalım. Mayıs türbülansı öncesinde enflasyonun yükselip yükselmediği tartışılıyordu. Kur hareketi bu tartışmayı bitirdi. Bu kez enflasyonun neden yükseldiği tartışması başladı. Merkez Bankası enflasyondaki yükselişi “olumsuz arz şoklarına” bağlıyor. Maliyetleri olumsuz etkileyen enerji ve hammadde fiyat artışlarını, tütüne ek vergiyi ve YTL’nin değer kaybını sayıyor. Tarım ürünlerindeki arz yetersizliğini geçici kabul ediyor. Canlı iç talebin enflasyona katkısını kısıtlı buluyor. Bu analizi paylaşan iktisatçılar var.Karşı analizde iç talebin ekonominin üretim kapasitesinin üstünde seyretmesi enflasyonu yükseltiyor. Ben de o kanıdayım. Enflasyonu iç talepte oluşan balonun azdırdığını söylüyorum. “Saadet zinciri” kırılmadan enflasyon düşmez diyorum.Yöntem sorunlarıKimin haklı olduğuna nasıl karar vereceğiz? İlk akla gelen, kanıtları sayılarda aramaktır. Zaten bilimsel yöntemin gereği hipotezlerin ampirik gözlemlerle sınanmasıdır. Gerçekle daha uyumlu duran diğerine tercih edilir.Söylemesi kolaydır ama uygulamada büyük sorunlar çıkar. Bir bölümü incelenen olayların karmaşıklığından kaynaklanır. Doğa bilimlerinde bile sık sık kesin kanıt bulunamaz. Zıt teoriler uzun süre beraberce varolabilir.Toplumsal bilimlerde zaman boyutu veri açısından ek bir sorundur. “Ekonometrik yöntemler uygulamak için elimizde yeterince gözlem yok” şikâyeti haklı olabilir. Ama sorunun cevabı bize şimdi gerekir.Son olarak, bizzat “gözlem” kavramı iyi tanımlanmaya muhtaçtır. Doğa bilimlerinin nicel boyutu ağır basar. Gözlem, ölçülebilir büyüklük anlamına gelir. Hipotezin sınanması kesinliği yüksek nicel ölçülere dayandırılır.Ekonomi, siyaset vs. toplumsal faaliyetlerde ise nitel boyut çok önemlidir. Yaşamın karmaşası iyi ve kötü niyetler, psikolojik faktörler, iktidar kavgaları, hatalar ve beceriksizlikler içinde oluşur. Şu ya da bu şekilde kapsanmaları gerekir.Soruyu sorduğuma göre...Lafı uzatmamın bir nedeni var. “Enflasyon neden yükseldi?” sorusunun cevabını sadece sayılarda, istatistik ve ekonometrik yöntemlerde bulamayacağımızı söylemek istiyorum. Genel hipotezlere dar anlamı ile ampirik kanıt bulmak adeta olanaksızdır.Derslerde mutlaka öğretiriz. Örneğin 1929 sonrasında dünyayı kasıp kavuran “Büyük Buhran”ın nedeni konusunda hâlâ iktisatçılar arasında fikir birliği yoktur. Çünkü herkesin kabul ettiği kesin kanıt bulunamamıştır.Ne yapacağız? Merak etmeyin. Soruyu sorduğuma göre bir cevabım da olmalı. Yoksa konuya hiç girmezdim. “Enflasyondaki yükselişin nedeni talep mi yoksa arz mı?” sorusunu önümüzdeki yazılarda aydınlığa kavuşturacağız.
Çok somut gibi duran konularda bile uzmanlardan birbirine zıt açıklamalar gelmesi yaygın bir sorundur. Toplumsal bilimlerle sınırlı değildir. Muhtemel İstanbul depreminin yer bilimciler nezdinde yolaçtığı polemiği kanıt gösterebiliriz. Konu iktisat politikası olunca anlaşmazlıklar derinleşir. Çok sıradan bir olguyu, ‘tüketici enflasyonu’nu alalım. Normal olarak enflasyondaki artışı herkesin kabul etmesini beklersiniz. Yanılırsınız. Farklı alt endekslere bakan farklı tefsirlerle karşılaşırsınız.Ölçme düzeyinde anlaşamayanlar doğal olarak analiz düzeyinde hiç anlaşamaz. Enflasyondaki yükseliş çok farklı neden ve süreçlere atfedilir. Hem sorumlular hem de çözüm önerileri farklılaşır.2005 ortasından itibaren enflasyonun yönünü tekrar yukarı çevirmesi benzer bir süreci tetikledi. Mayıstaki türbülansa kadar yükselip yükselmediği konuşuldu. O günden bu yana yükselişin nedenleri tartışılıyor.Arz mı, talep mi?Piyasa ekonomilerinde arz ve talep kanunları çalışır. Bir mal ya da hizmetin fiyatındaki değişim o malın arzındaki ya da talebindeki değişimin sonucudur. Genellikle ikisi birden olur. Ama dikkatle bakınca birinin daha etkili olduğu görülür.Enflasyon çok sayıda mal ve hizmetin fiyatlarındaki değişimdir. Dolayısı ile tüm ekonomiyi etkileyen arz ve talep koşulları tarafından belirlenir. Toplam arz ve talebin ayrıntılı analizini gerektirir.Makro iktisatta arz-talep ayrımı “maliyetin ittiği enflasyon” ve “talebin çektiği enflasyon” diye kavramlaştırılır. Türüne göre enflasyonla mücadelede kullanılacak araçlar da farklılaşabilir.İlkine “olumsuz arz şokları” da denir. Bunlar genellikle para politikasının kontrolü dışında gerçekleşir. Enerji ve diğer hammadde fiyatlarında, doğa koşullarında ve döviz kurunda olumsuz gelişmeler tipik arz şoklarıdır.İkincisi ise, toplam nihai iç talebin ekonominin üretim kapasitesinin üstünde seyretmesi sonucu mal-hizmet piyasalarında oluşan talep fazlasını yansıtır. Tanımı gereği maliye ve para politikalarının esas sorumluluk alanını oluşturur.Mutat suçlularMerkez Bankası raporlarında enflasyondaki yükselişi “aynı anda farklı arz şoklarının çıkmasına” atfediyor. Beş suçlu saptıyor:Petrol, işlenmemiş gıda ve altın fiyatları, tütün vergisi ve TL’nin değer kaybı. Her fırsatta enflasyondaki yükselişin “arz kaynaklı” olduğunu vurgulamaya özen gösteriyor.Ya talep? Talep koşullarının hiç rolü yok mu? Merkez Bankası’na göre yok. İç talebin canlı ama enflasyondaki artışa katkısının kısıtlı olduğunu söylüyor. Kibarca para politikası enflasyondaki yükselişin sorumlusu değildir demeye getiriyor. Tam analiz heyecanlandı, maalesef benim yerim bitti. Enflasyonun nedenleri ve dolayısı ile sorumlularını aramaya devam edeceğim.
Enflasyonu yeniden konuşmaya başladık. Analizi iki aşamada yürütmek gerekiyor. Bir bölümü dün ve bugünün anlaşılmasıdır. İkincisi bundan sonra olacaklar ve yapılabileceklerdir. Yani iktisat politikası tercihleridir. Yakın geçmişin anahtar sorularını geçen yazımda verdim. Enflasyon neden tekrar yükseldi? Yükselişte kontrol dışı iç ve dış koşulların payı nedir? Uygulanan iktisat politikalarının payı nedir? Hangi iktisat politikasının sorumluluğu daha fazladır?Bence işin özü bu soruların cevabında yatmaktadır. Her fırsatta söylüyorum. Hastalığa doğru teşhis koymak hastayı iyileştirmenin tek yoludur. Okuyucularımı sıkma pahasına bir süre onlara yoğunlaşacağım. Sayıları hazırlıyoruzİki ay önce, Ağustos verilerine bakarak üç gözlem yapmıştım. Bir: enflasyon zirveye çıktı. İki: bundan sonra artış olsa bile geçicidir. Üç: buna karşılık düşüş işareti yoktur. Eylül verileri analizle tutarlı çıkınca ayrıca ele almaya gerek görmedim. TÜİK Ekim verilerini Cuma günü yayınladı. TÜFE Eylül’le aynı çıktı. Halbuki piyasa biraz daha yüksek bekliyordu. Ayrıca Ekim 2005’in 0.5 puan altında çıktı. Dolayısı ile genelde olumlu karşılandı. Çıplak verileri tekrarlamaya gerek olduğunu sanmıyorum. Medya yeterince ayrıntısına girdi. Bir dizi istatistiki işlemden geçirdikten sonra bakmanın daha yararlı olduğunu düşünüyorum. Kullandığım yönteme okuyucularım zaten aşina. Analizi TÜFE ile sınırlıyorum. Çünkü para politikasını belirleyen enflasyon hedefi tüketici fiyatlarındaki yıllık artıştır. Önce aylık fiyatlardan mevsimlik etkileri TramoSeats yöntemi ile temizliyoruz.Maalesef çok dalgalı bir seri elde ediliyor. Üssel yumuşatma ile biraz daha düzeltiyoruz. Grafikteki kesikli çizgi ile ifade edilen düzeltilmiş aylık TÜFE’yi buluyoruz. Düz çizgi ise aynı istatistik programına hesaplattığımız aylık enflasyon trendini gösteriyor. Eğilimde değişim görülmüyorGrafikte Ocak 2005’den bugüne enflasyonun seyrini izliyoruz. 2005’in ilk yarısında aylık enflasyon yüzde 0.6 civanda (yıllık yüzde 7.5) ve sakin seyrediyor. Yıl ortasında bir dalgalanma ardından yavaş yavaş yükseliyor. Son çeyrekte aylık yüzde 0.8’e (yıllık yüzde 10) yerleşiyor. Nisan 2006’ya kadar istikrarlı şekilde orada kalıyor.Dikkatinizi çekerim. Enflasyon artışı Mayıs ortasındaki mali türbülanstan altı ay öncesine gidiyor. 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikasının Türkiye’yi sıkıştırdığı “sanayisiz, ihracatsız, istihdamsız ama enflasyonist büyüme” konusunda ilk uyarım Aralık 2005 tarihlidir. Mali türbülans enflasyonda da dalgalanmayı arttırıyor. Geçici bir süre için trend aylık yüzde 0.9’a yükseliyor. Sonra tekrar türbülans öncesi düzeye, aylık yüzde 0.8’e (yıllık yüzde 10) geri dönüyor. Ekim sonu itibariyle onun altına inme eğilimi gözükmüyor.Bazı sonuçlar çıkarıyoruz. Bir: enflasyon bugünkü yıllık yüzde 10 temposuna 2005 güzünde çıkmıştır. İki: bu düzeyde güçlü bir atalet oluşmuştur. Üç: bugünkü koşullar çerçevesinde düşme eğilimi yoktur. Neden? Nasıl? Cevapları yazının başındaki sorularla beraber arayacağız.
Osmanlı’nın son döneminde bir maarif nazırının “şu mektepler olmasa Maarif’in idaresi çok kolay” dediği rivayet olunur. Yaz başında, ders vermekten sıkılınca ben de “şu öğrenciler olmasa hocalık çok hoş meslek” derim.Nereden çıktı bu diyeceksiniz. Merkez Bankası ay sonunda tam bir enflasyon bombardımanı yaptı. Ekim Enflasyon Raporu’nu ve Başkan’ın raporu sunuş konuşmasını, hedefin aşılmasını açıklayan mektubu ve Para Politikası Kurulu son toplantısının zabıtlarını yayınladı.Elimiz mahkûm, hepsini okuduk. O sırada aklıma geldi. “Şu enflasyon olmasa Merkez Bankacılığı ne kadar kolay” diye düşündüm. İki aydır bilerek enflasyon yazmıyordum. Anlaşılan zamanı gelmiş.Para politikasında değişimGenel bir değerlendirme ile başlamak istiyorum. 2006 para politikası için pek çok açıdan bir dönüm noktası oldu. Tek tek her biri önemli gelişmeler aynı takvim yılına denk geldi.Birincisi, yılbaşında enflasyon hedeflemesine geçildi. Bir para politikası yöntemi olarak enflasyon hedeflemesini desteklediğim biliniyor. İyi tanımlanmış ve tutarlı rejimdir. Dünya uygulaması başarılıdır.Kriz sonrasının muğlak para politikası rejiminden çok farklıdır. En temel yenilik para otoritesinin keyfi yetkilerinin kısıtlanmasıdır. Bunu sağlayan, “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” ilkeleridir. Şeffaflığın giderek arttığını memnuniyetle izliyorum.İkincisi, hükümet Merkez Bankası’na yeni yönetim atadı. Üstelik süreksizlik yaratılmıştır. Para politikasını yöneten kadro toptan değişmiştir. “Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır”. Tavır, yaklaşım ve duyarlılıkta değişim hissediyorum.Üçüncüsü, geçmiş para politikası hatalarının gecikmeli sonuçları görünülürlük kazanmıştır. Buna iç ve dış kökenli “saadet zincirlerinde” kaçınılmaz teklemeleri de ekleyebiliriz. Para politikasında kolay ve güzel günler bitmiştir.Enflasyon neden yükseldi?2002 başından 2005 sonuna, enflasyon hep düştü. Tüketici fiyat artışı dört yıl boyunca hükümetin hedeflerinin altında gerçekleşti. 2004 başında tek haneye indi. Buraya kadar çok iyi.Ancak, 2006 başında bu eğilim değişti. TÜFE tekrar başını kaldırdı. Altı ay önce, Mayıs’ta iki haneye ulaştı. Hâlâ oralarda ve ne zaman geriye döneceği konusunda belirsizlik sürüyor.Konumuz budur. Enflasyon neden tekrar yükselişe geçti? Bu yükselişte kontrol dışı iç ve dış koşulların payı nedir? Uygulanan iktisat politikalarının payı nedir? Hangi iktisat politikasının sorumluluğu daha fazladır? Soru çok; cevaplarını yavaş yavaş vereceğiz.
2007 bütçesinin Meclis’e sunulması ile birlikte canlanan maliye politikası tartışmalarına dolaylı yoldan katılıyoruz. Yöntem olarak kamu dengesini kamu borç stoku üzerinden izlemeyi seçtik. Kamu net borç stoku 2004 sonunda 272 milyar YTL ile zirveye çıkıyor. 2005’ten itibaren inişe geçiyor. 2006’da bu eğilim hızlanıyor. Haziran sonunda kamu net borcu 262 milyar YTL’ye geriliyor. Bir buçuk yılda nominal borç 10 milyar YTL azalıyor. Enflasyonu ekleyince reel borç daha çok düşüyor.Buradan, yakın geçmişte toplam kamu kesiminin nominal fazla verdiğini anlıyoruz. Daha açık söyleyelim:Maliye politikası kamu dengesi nominal fazla verecek kadar sıkı tutulmuştur. Doğallıkla reel fazla çok daha büyüktür.Bu sonuç çok önemlidir. Rekor kıran dış açık ve yeniden tırmanan enflasyon maliye politikasının gevşekliğine maledilemez. Sorumluluk başka yerde, sık tekrarladığım gibi, 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikasındadır.Hazine’nin brüt borç stokuBrüt kamu borç stokunun bir avantajı çok çabuk, bir aydan az sürede açıklanmasıdır. Örneğin Eylül 2006 sayıları bayramdan önce yayınlandı. Dolayısı ile daha güncel verilere ulaşılıyor.Tam adı “Merkezi Yönetim Borç Stoku”. Diğer avantajı da “Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmesi” ile doğrudan bağıdır. Aradaki fark Hazine’nin kasa/mevduat değişimidir. O hariç bütçe dengesi ve brüt borç stoku değişimi eşittir.Zaman aralığı uzadıkça kasa/mevduat kaleminin önemi de azalır. Dolayısı ile brüt borç stokundaki değişim bütçe gerçekleşmesini yansıtır hale gelir. Örneğin bütçe dengede ise borç stoku da sabit kalır. Fazla veriyorsa borç stoku düşer.Borç stokunda değişimYılbaşında 331 milyar YTL olan brüt borç üçüncü çeyrekte (Eylül 2006) 350 milyar YTL’dir. Nominal 19 milyar YTL ya da yüzde 5,5 artmıştır. Yılın ilk dokuz ayında TÜFE artışı yüzde 6,7’dir. Yani reel borç yüzde 1,1 düşmüştür. YTL cinsinden borç yılbaşında 207 milyar YTL iken eylülde 215 milyar YTL’dir. Nominal 7 milyar YTL ya da yüzde 4 artmış, reel yüzde 2,4 düşmüştür.Döviz cinsinden borç yılbaşından eylüle 93 milyar dolarda sabit kalmıştır. Ancak dolar kuru 1.34’ten 1.45’e çıktığından 124 milyar YTL’den 135 milyar YTL’ye yükselmiştir. Nominal 11 milyar YTL (yüzde 8), reel yüzde 1,4 artmıştır.Kurdaki yükselmenin borca etkisi 10 milyar YTL’dir. Buna göre sabit kur varsayımı ile brüt borçta nominal artış 9 milyar YTL ya da yüzde 2,7’dir. Reel yüzde 4 düşüşe tekabül etmektedir.Bu sonuçlar net kamu borcunu incelerken bulduklarımızla tutarlıdır. Çok sıkı maliye politikası uygulandığını teyit etmektedir.