Dün TÜİK tarafından açıklanan üçüncü çeyrek milli geliri pek çok kişi için sürpriz oldu. Mali piyasaların büyüme tahmini yüzde 4.3’tü. Geçen hafta yayınlanan tarım üretim verilerini görünce ben yüzde 3.5’dan yüzde 2.5’a indirmiştim. İyimser kaldım.Üçüncü çeyrekte 1987 sabit fiyatları ile GSYİH yüzde 1.5 ve GSMH yüzde 2.0 büyüdü. 2007’nin ilk dokuz ayında büyüme aynı sıra ile, yüzde 3.6 ve yüzde 4 oldu. Son bir yılın büyümesi ise her ikisinde yüzde 4.1’e geriledi. Bu düzeyde büyüme hızına Türkiye’de çok ender rastlanır. Çünkü ekonomi ya hızlı büyür ya da küçülür. Nitekim son yirmi yılda sıfırla yüzde 2.5 arasında yurt içi hasıla büyümesi sadece iki çeyrekte gerçekleşmiş. Biri 1989’da (üçüncü çeyrek), diğeri bu yıl.Tarımda küçülmeMakroekonomik açıdan talep ve harcama kalemleri daha önemlidir. Ancak bu kez milli gelirin üretildiği sektörlere de bakma ihtiyacını duyuyoruz. Sayılar nedenini anlatacaktır.Üçüncü çeyrekte tarım kesimi katma değeri bir önceki yıla kıyasla yüzde 7.8 geriliyor. Çiftçilik ve hayvancılık altkaleminde gerileme yüzde 7.9’a çıkıyor. Bu yaz yaşanan kuraklığın tarımsal üretime olumsuz etkisi böylece milli gelire yansıyor.Tarımsal üretimin yarıdan fazlası (2006’da yüzde 56’sı) yaz aylarına denk gelen üçüncü çeyrekte gerçekleşir. Son yirmi yıla bakıyoruz. En olumsuz yaz dönemini geçirdiğimizi anlıyoruz.Tarımın milli gelirdeki payı düşüktür. Diğer sektörlerde büyüme hızlı seyretse kuraklığın etkisi telafi edilebilirdi. O da olmuyor. Sanayide büyüme yüzde 3.7’de kalıyor. İmalat sanayi sadece yüzde 2.8 büyüyor. İnşaatın da gücü azalıyor. Daha önce çift hanelerde seyreden büyüme hızı yüzde 5.4’e geriliyor.Özetleyelim. Kötü tarım mahsulü ile durağan imalat sanayi ve yavaşlayan inşaat birleşince GSYİH artışı yüzde 1.5’ta kalıyor.İthalatta büyümeTarım-dışı kesimlerde üretim artışını sınırlayan talep ve harcamalardaki gelişmelerdir. Onlara bakalım.İkinci çeyrekte gerileyen özel tüketim harcamaları üçüncü çeyrekte toparlanarak yüzde 3.6 artıyor. Alt kalemlerin tümünde büyüme artıya geçiyor. Kamu tüketimi de biraz yavaşlayarak da olsa yüzde 6.4 büyüyor.Yatırım harcamaları da yüzde 5.7 büyüyor. Büyüme hızında ilk çeyreğe kıyasla artış ama ikinci çeyreğe kıyasla düşüş var. Aynı eğilim yüzde 4.5 artan özel kesim yatırımlarında saptanıyor.Üç kalemi toplayınca iç talebi buluyoruz: Yüzde 4.3 artıyor. Yani düşük büyümenin yetersiz iç talepten kaynaklanmadığı ortaya çıkıyor. Böylece dış talebe geliyoruz.Üçüncü çeyrekte ithalat ihracattan iki katı daha hızlı büyüyor. Mal-hizmet ihracat ve ithalatı, sırası ile yüzde 7.5 ve yüzde 16.8 artıyor. Dolayısı ile dış açık büyümeyi 3.5 puan aşağı çekiyor. Büyüme hızı yüzde 1.5’e stok değişiminden gelen 0.6 puan artı katkı ile zar zor ulaşıyor.Özetleyelim. Üçüncü çeyreğe damgasını vuran olay iç talebin canlanması ama ek talebin tümü ile ithalata yönelmesidir. TL’deki değer artışının kaçınılmaz sonucudur. Milli gelir verilerini değerlendirmeye devam edeceğiz.
Dokuz yıl öncesine, 1999 başına geri dönmek istiyorum. Euro bir hayal olmaktan çıkmış gerçek olmuştu. Piyasalarda ilk euro işlemleri yapılıyordu. Fiilen euroların tedavüle girmesine ise daha üç yıl vardı.O günlerde yoğun tartışılan konulardan biri neydi? Euro doları tahtından indirecek miydi? Bekleneceği gibi, iktisatçılar arasında görüş birliği yoktu. Ama doların dünya hegemonyasının bittiğini iddia edenler küçümsenmeyecek sayıda idi. Nitekim bunlar euronun dolara karşı değer kazanacağını düşünüyordu. Ben de o cephede yer alıyordum. Ocak 1999’da parite 1.17 idi. Kısa sürede 1.25’i geçeceğini, hatta 1.35’e gidebileceğini yazmıştım. Ne oldu? Euro dolar karşısında hızla çöktü. Haziran 2001’de parite 0.85’e gerilemişti. İlk kağıt euroların dolaşıma girdiği Ocak 2002’de parite sadece 0.88’di. Evet, doğru okudunuz, bir dolar verince 1.13 euro alıyordunuz.O günler çabuk unutulduO günlerde anlatılanlar şimdi unutuldu. Kısaca hafızamızı tazelemekte yarar görüyorum. Amerikan ekonomisi bir başarıdan diğerine koşuyordu. Dinamizmi ve gücü bütün dünyada hayranlık uyandırıyordu. Sovyetler Birliği artık yoktu. Japonya’da bankacılık sistemi çökmüştü. Deflasyon ekonomiyi perişan ediyordu. İhtiyar Avrupa zaten yarış dışında kalmıştı. İşsizlik yüksekti. Büyüme durmuştu. Nüfus azalacaktı. Rekabet gücü kalmamıştı.Velhasıl ortada yeni dünya düzeninin süpergücü Amerika vardı. Her şeye muktedirdi. Her istediğini yapabilirdi. Dolayısı ile parası da gerçek bir imparatora layık şekilde değerleniyordu.İktisatçılar açısından aslında sıkıntılı günlerdi. Ellerindeki teori Amerikan ekonomisinin devasa dış açıklarının uzun dönemde sürdürülemeyeceğini söylüyordu. Buna karşılık mali piyasalarda dolar sürekli değer kazanıyordu.Bazıları “teori eskidi, yeni koşulları kapsamıyor” dedi. Diğerleri aslında dış açığın olmadığını, ölçme hatasından kaynaklandığını kanıtlamaya soyundu. Hareketli ve heyecanlı bir dönemdi. Çok uzak değil, dört beş yıl öncesini anlatıyoruz. Bugünler de geçer (mi?)Şimdi sarkaç tersine döndü. Amerikan ekonomisi hakkında iyi şeyler düşünenlere pek rastlanmaz oldu. Süpergüç sözü dolaşımdan kalktı. The Economist bile doların düşüşünü kapak konusu yaptı.Bizim meslek açısından çok olumlu bir haber olduğunu söylemeliyim. Teori yanlış diyenlerin sesleri kısıldı. Tam tersine, iktisatçıların buraya gelineceği konusunda çok önceden uyardıkları kabul ediliyor. Bu işler biraz böyledir. Dolar çıkarken de inerken de fazla gaza gelmemekte yarar olduğunu söyleyelim. Bu önemli konuya geri dönmeyi planlıyorum.
Kasım’da tüketici fiyatlarında artışın yüksek çıkması bekleniyordu. Öngörüler yüzde 1.6 etrafında yoğunlaşmıştı. Ben de öyle düşünüyordum. Gözlemciler arasında yüzde 1.9’a kadar çıkanlar vardı. Ama yüzde 2 diyen yoktu. TÜİK, Kasım TÜFE artışını yüzde 1.95 açıkladı. Virgül sonrasını tek haneye yuvarlayınca yüzde 2.0 ediyor. 2003 bazlı fiyat endeksinde Ekim 2004’ün yüzde 2.2’sinden sonra ikinci en yüksek aylık artıştır.Bu durumda Kasım sonu itibarıyla yıllık TÜFE artışı da yüzde 8.4’e ulaştı. Temmuz 2007’de yüzde 6.9’du. Yani son dört ayda yıllık tüketici enflasyonu 1.5 puan yükseldi. Ama bir yıl önce yüzde 9.9 idi. Geçen yıla kıyasla 1.5 puan düştü. Arz kökenli sorunlarPerşembe’nin gelişinin Çarşamba’dan bilindiğini yukarıda söyledik. Enflasyonu tırmandıran fiyat artışları sürpriz değildi. Adeta davul-zurna ile geldiler. Örneğin Merkez Bankası’nın yayınladığı raporlarda ayrıntılı analizleri yer alıyor. Başta tarım ürünleri geliyor. Kuraklık bu yıl tarım kesimini olumsuz etkiledi. Tahıl ve sebze üretimi geriledi. Paralelinde tarım fiyatları dünyada yükseldi. Dolayısıyla iç arzı daha da kısıcı bir etki oluştu. Tarımsal fiyatlarda oluşan büyük dalgaları daha önce anlattık.İkincisi kamu kökenli fiyat artışlarıdır. ÖTV’nin yükseltilmesi akaryakıt ve sigara fiyatlarını etkiledi. İstanbul’da belediyenin su tarifeleri yenilemesinden yüklü bir fiyat zammı çıktı. Son olarak dünya petrol ve altın fiyatlarında son dönemde yaşanan artışlar var. Daha önceki aylarda TL’nin değer kazanması bunların iç fiyatlara yansımasını geciktirdi. Artık dövizin düşeceği yer kalmayınca iç fiyatlar yükseldi. Bunlar önemli nisbi fiyat değişiklikleridir. Örneğin tarım fiyatlarındaki artış kentlerde satın alma gücünü düşürür. Buna karşılık kırsal yörede reel geliri arttırır. Petrol fiyatındaki artış herkesin gelirini olumsuz etkiler. Dikkat edilirse bu tür fiyat artışlarında Türkiye’de toplam talebin seyrinin etkisi ya hiç yoktur yada yok denecek kadar azdır. O nedenle arz kökenli olumsuz gelişmeler diyebiliyoruz. Enflasyon eğilimi aşağı yönlüTalep kökenli yani kalıcı enflasyon baskısını nasıl ölçebiliriz? Bu amaçla TÜİK özel göstergeler yayınlıyor. Ben şu sıralarda basit bir göstergeyi tercih ediyorum. Gerçek kira artışlarına bakıyorum. Kira artışı kriz sonrasında yüzde 20 eşiğinde sabitlenmişti. Ne kurdan, ne enflasyonda etkileniyordu. Yaz başında bu uzun süreli eğilim kırıldı. Kira artışları gerilemeye geçti. Bu eğilim Kasım’da da sürüyor: yıllık artış yüzde 16.4’e indi.Bu olguyu çekirdek enflasyonda düşüş eğiliminin sürdüğü şeklinde tefsir ediyorum. Bu durumda bence Merkez Bankası’nın faiz indirimine devam etmesi gerekiyor. Bakalım öyle olacak mı!
Kasım enflasyonu dün akşamüstü TÜİK tarafından yayınlandı. Ancak lojistik nedenlerle yazımı daha önce gazeteye yollamak zorunda kaldım. Sonuçları daha sonra değerlendireceğim.Pazar günü enflasyon olgusunu bütçe açıkları ile açıklayan ve Türkiye’de çok yaygın olan görüşü eleştirdik. Birincisi, teorik açıdan ilişki çok zayıftır. Merkez Bankası bütçe açığını para basarak finanse etse dahi sonuç para talebinin seyrine bağlıdır.İkincisi, ampirik olarak geçersizdir. Japonya, ABD, AB ülkeleri, Çin, Hindistan vs. düşük enflasyonlu ekonomilerde çok farklı bütçe açıkları söz konusudur. Keza, bütçe açığında zaman içinde değişimin de enflasyonu etkilemediği gözlenir.Üçüncüsü, enflasyon ve bütçe açığının ters yönde hareketi Türkiye’den izlenebilir. Örneğin 2006’da bütçe açığı hızla kapandı ama enflasyon yükseldi. 2007’de bütçe açığı büyürken gıda ve enerji fiyatlarında olağan dışı artışlar yaşandı. Ama enflasyon düştü.Enflasyonist baskı ve enflasyonFriedman ne demişti? “Enflasyon daima ve her yerde parasal bir olaydır”. Bu ifadenin iktisat politikası bağlamına tercümesi çok kolaydır. Enflasyonun nedeni her yerde ve daima para politikasıdır. Başka türlü olması mümkün değildir. Hemen soralım. Olay iktisat teorisi açısından bu kadar açık ise, neden ortalıkta böylesine yoğun bir kavram kargaşası hüküm sürüyor? Enflasyonu bütçe açığına, ücretlere, kura, petrol fiyatlarına vs. bağlayan görüşler kamuoyunu etkiliyor?Geri planda enflasyon olgusunun iki farklı boyutunun karıştırılması yatmaktadır. Biri enflasyonist baskılardır. Talep ya da arz koşullarından kaynaklabilir. Diğeri ise fiili enflasyondur. İkisi çok farklı şeylerdir.Örneğin bütçe açığı toplam talebi artırarak talep enflasyonu baskısı yaratır. Ücretler, döviz kuru, petrol fiyatı, kuraklık vs. arz koşullarını değiştirir. Maliyet enflasyonu baskısına yol açar. Ancak, ortada enflasyon yoktur; enflasyonist baskı vardır. Enflasyonist baskının enflasyonla sonuçlanması için para politikasının buna izin vermesi gerekir. Bunu talep ya da maliyetten gelen enflasyonist baskıya rağmen para politikasını sıkmayarak (faizleri yükseltmeyerek) yapar.Aksi halde, yani enflasyonist baskı halinde Merkez Bankası para politikasını sıkarsa enflasyon olmaz. Ne olur? Büyüme yavaşlar ve ekonomi resesyona girer. O kadar.Para politikası sorumludurNitekim Merkez Bankası web sitesi “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını (http://www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/konusma/tur/2002/konusma.php) sağlamak ve sürdürmektir” diyor. Böylece enflasyonu para politikasının belirlediğini de kabul etmiş oluyor.Özetleyelim: Enflasyonun sorumluluğu tek başına para politikasına aittir. Yukarıdaki ifade o nedenle Merkez Bankası web sitesinde yer alır; Maliye Bakanlığı yada Hazine’nin web sitesinde değil.
Enflasyonla bütçe açığı arasında güçlü bir ilişki var mıdır? Türkiye’de yaygın kanı bu soruya “evet” cevabını verir. Profesyonel iktisatçıların da küçümsenmeyecek bölümü bu görüşü paylaşır. Örneğin köşe yazılarında ve televizyon yorumlarında “Bütçe disiplini bozuldu, enflasyon yükselir” ya da “Bütçedeki bozulma enflasyonun düşmesini engelliyor” şeklinde ifadeler istisna değil kuraldır. Bu ilişki iktisata ve makroya giriş derslerinde basit modeller kullanılarak öğrencilere de öğretilir. Gevşek maliye politikası toplam talep eğrisini yukarı kaydırarak hem milli geliri hem de fiyatları yükseltir. Hakikat bu mudur? Somut ekonomilerde bütçe açığı ile enflasyon düzeyi arasında söylendiği gibi bir ilişki var mıdır? İktisat teorisi ne der? Ülke deneyimleri nedir? Türkiye’de ne olmuştur? Bu ilginç sorulara cevap arayalım. Bütçe açığından enflasyonaİktisatçılar pek az konuda anlaşmakla ünlüdür. Buna karşılık enflasyonun nihai nedeni konusunda görüş birliği vardır. Monetarizmin atası Milton Friedman’ın “Enflasyon her yerde ve daima parasal bir olaydır” ifadesini kabul ederler. Demek ki bütçe açığı enflasyonu parasal büyüklüklere yansıdığı ölçüde etkileyecektir. En basit hali, hükümetin bütçe açığını Merkez Bankası’ndan para basarak finanse etmesidir. Böylece artan likidite anında fiyatlar üzerinde baskı oluşturacaktır. 1989 öncesi Türkiye böyle yapardı.Merkez Bankası hükümete doğrudan borç vermez ama dolaylı borç verir. Hazine’nin borçlanmasını kolaylaştıracak şekilde bankacılık sistemini fonlar. Yine bütçe açığı likiditeyi artırmıştır. 2000 öncesinde Türkiye bunu uygulamıştı. Merkez Bankası ikisini de yapmadığı takdirde likidite artmaz. Faiz yükselir. Kur, vs. başka mekanizmalar devreye girer. Yani bütçe disiplininde bozulmaya rağmen enflasyon kıpırdamaz. Dünya ekonomilerinde en sık bu durum gözlenir. Bu noktada analize para talebini ekleyebiliriz. Kamu açığının Merkez Bankası tarafından fonlandığını varsayalım. Ancak ekonomik aktörlerin para talebinde aynı miktarda bir artış olsun. Bütçe açığına ve likidite artışına rağmen enflasyon değişmez. Son on yılda Japonya’da bu olmuştur. Türkiye’den al haberiKonsolide Kamu Sektörü Dengesi verileri Hazine tarafından yayınlanıyor. Tüm kamu kesimini kapsıyor. Kamu Kesimi Borçlanma Gereği de (KKBG) deniyor. Cari fiyatlarla milli gelire oranlıyoruz. Enflasyon için yıllık TÜFE artışını kullanıyoruz. 2004’te kamu açığı milli gelirin yüzde 5.3’ü iken enflasyon yüzde 9.4 olmuş. 2005’te kamu açığının milli gelire oranı yüzde 0.9’a, enflasyon yüzde 7.7’ye düşmüş. 2004’ten 2005’e gidişat yaygın görüşle tutarlı duruyor. 2006’da kamu açığının milli gelire oranı yüzde 0.2’ye inerken enflasyon yüzde 9.7’ye yükselmiş. 2005’ten 2006’ya gidişat yaygın görüşü çürütüyor. Üstelik kamu açığı neredeyse sıfırlandığı halde enflasyon yükselmiş; çok ayıp etmiş(!). 2007 bitmedi ama kamu açığının milli gelire oranının yüzde 2’yi geçmesi bekleniyor. Yani 2 puanlık ciddi bir bozulma var. Buna rağmen enflasyonun yüzde 8’e gerileyeceği öngörülüyor. 2006’dan 2007’ye gidişat da yaygın görüşle çelişiyor. Bu konunun doğru anlaşılmasını çok önemsiyorum. Geri döneceğim.
Türkiye’nin beklenen 2007 yılı dış açığı 36.5 milyar dolardır. Yani ekonomi her gün 100 milyon dolar taze dış kaynak bulmak zorundadır. Hafta sonu ve tatiller dahildir. Taze sözcüğü ek dış finansman anlamına gelmektedir. Taze paranın az çok yarısı küresel mali piyasalardan gelecektir. Diğer yarısını oluşturacak yabancı yatırımlar da küresel gelişmelere duyarlıdır. Üstüne, dış faktörler eskiden gelmiş kaynağın terk etmesine yol açabilir. Velhasıl Türkiye’de dünya ekonomisine ilginin artması şaşırtıcı değildir.Dünya ekonomisi nereye gidiyor? Dengesizlikler intizamlı bir şekilde düzelebilir mi? Dünya ekonomisi resesyona girer mi? Gelişen ülkeler dünyada büyümenin motoru olabilir mi? ABD’de ekonomik kriz başladı mı?Soru çok; neyse ki internet var. Ünlü iktisatçıların dünya ekonomisi hakkındaki analizleri meraklılar arasında dolaşıyor. Biz de satır aralarını okuyarak fikir oluşturmaya çalışıyoruz.Summers’ın yazısıDün elektronik postama Lawrence Summers’ın Financial Times gazetesinde çıkan köşe yazısı geldi. Hemen basıp okudum. Önemli buldum. Larry Summers’ı kısaca tanıtarak başlayalım.Dayısı (K. Arrow) ve amcası (P. Samuelson) Nobel ödülü almış Harvard kökenli bir iktisatçıdır. Özgeçmişinde Dünya Bankası başiktisatçılığı; Başkan Clinton’ın son iki yılında ABD Hazine Bakanlığı; Harvard Üniversitesi Rektörlüğü ve Clark Bates ödülü var.Yazısının başlığı yeterince çarpıcı: “Derinleşen krizin tehlikelerine uyanın.” İktisat politikası sorumlularına ve kamuoyu önderlerine yönelik bir uyarı yazısı olduğunu görüyoruz. Özetle Amerikan ekonomisinde işler tahmin ettiğinizden çok daha kötü gidiyor” diyor. Yazının ikinci paragrafı şöyle:“Eğer iktisat politikasında gerekli değişiklikler uygulansa bile, küresel düzeyde büyümeyi ciddi şekilde yavaşlatan bir ABD resesyonu ihtimali çok yükselmiştir. Eğer iktisat politikası güçlü bir tepki vermezse -şimdilik bu olmadı- olumsuz etkileri bu on yılın sonuna hatta ötesine uzayacaktır” (siyahlama benim). Ne diyor?Bir: ABD’de resesyon ihtimali artık çok yüksektir.İki: Dünya ekonomisi de yavaşlayacaktır.Üç: Acil tedbir alınmalıdır.Dört: Bugüne kadar alınan tedbir yetersizdir.Beş: Geç kalınırsa krizin hasarı dört beş yıla kadar uzar. Konut ve kredi sorunlarıSummers’ın analizinde ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen iki faktör öne çıkıyor. İlki konut fiyatlarındaki düşüştür. İki kısır döngüyü devreye sokuyor. Serveti azalan vatandaş tüketimini kısıyor.Aynı anda inşaat sanayiinin durması işsizliği artırarak tüketici güvenini zedeliyor. Talebi düşüren bir kısır döngü oluşuyor. Summers’ın konut fiyatlarında nominal yüzde 25 düşüşten söz ettiğini belirtelim.İkincisi, mali sistemde kredi daralmasıdır. Batık konut kredileri banka bilançolarını bozuyor. Onları kredilerini azaltmaya zorluyor. Şirket yatırımları duruyor. Kredi bulamayan şirketler sıkıntıya düşüyor. İlkini güçlendiren ikinci kısır döngü oluşuyor.Summers’ın analizi bana makul geliyor. Dünya ekonomisinin üstündeki kara bulutların hâlâ dağılmadığı, tam tersine yoğunlaştığı görüşünü paylaşıyorum.
1970-2000 arasında Türkiye’de ortalama yıllık enflasyon yüzde 50’nin üzerinde seyretmişti. 1999 sonunda yoğunlaşan enflasyonla mücadele çabası, 2001’de yaşanan büyük mali krize rağmen dört yıl içinde enflasyonu tek haneli sayılara indirdi.2004 ortasından bu yana enflasyonun yerleştiği yüzde 7-10 bandı önceki otuz yıl ortalamasının beşte birinden, 1990’lar ortalamasının ise sekizde birinden daha azdır. Bu olguyu fiyat istikrarı yolunda atılmış devasa bir adım olarak kabul etmeliyiz.Ekonomik istikrarın olmazsa olmaz koşulu daima ve her yerde düşük enflasyondur. Ancak çok önemli bir hususa dikkat etmek gerekir. Düşük enflasyon ekonomik istikrarın gerekli koşuludur, yeterli koşulu değildir.Çünkü, ekonominin geri kalanında ciddi dengesizlikler sürebilir. Hatta düşük enflasyon bu dengesizlikleri oluşturma pahasına elde edilmiş olabilir. Bu ise görünen istikrarın kalıcı olmadığına işarettir.Ekonomik istikrar ve faizEkonomik istikrarın kalıcılığını anlamak için enflasyon dışında hangi göstergelere bakmak gerekir? Türkiye’de ilk akla gelen dış açıktır. Onu büyüme hızı ve işsizlik oranı izler. Bütçe disiplini çok önemsenir. Para politikası en sonda yer alır.İktisatçı bu sıralamayı değiştirir. Önceliği para politikasına verir. Bir nedeni, enflasyonun özünde parasal bir olay olmasıdır. Diğeri ise dış denge, büyüme, işsizlik vs. diğer istikrar göstergelerinin büyük ölçüde para politikaları tarafından belirlenmesidir.Haklı olarak soracaksınız. Ya maliye politikası, o da çok önemli değil mi? Evet, ama Türkiye’nin özel bir durumu vardır. Kamu borcunda oluşan kısır döngüyü kırmak için verilen rekor faiz-dışı fazlalarla maliye politikası fevkalade sıkıdır.Demek ki, kalıcı ekonomik istikrarın düşük enflasyondan sonra ikinci koşulu düşük faizlerdir. Gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak, istikrarlı ekonomilerde enflasyonla birlikte faizler de düşüktür. Etrafımıza bakmak yeterlidir.Yüksek faizin kendisi başlı başına bir istikrarsızlık işaretidir. Bir ihtimal ekonomide bir şeylerin kötü gitmesi yüzünden yüksek tutulmasıdır. Diğer ihtimal para politikasının yanlış olmasıdır. İkisi de sorunlu bir ekonomiye tekabül eder.Dengesizlik istikrarı bozarAnalizi sürdürelim. Sıkı maliye politikasına rağmen faizin yüksek tutulması ülke parasına talebi artırarak döviz kurunu baskı altına alır. Bu ise kısa dönemde enflasyonla mücadeleyi destekler.Ama başka etkileri de vardır. Kısa dönemde dış açık büyür. Dış açık yüksek faize gelen dış kaynakla kapatılır. Uzun dönemde ise, bir yandan talebin ithalata yönelmesi öte yandan kurun sanayinin gelişmesini örselemesi büyümeyi yavaşlatır. İstihdam sorunları ağırlaşır.Aşırı değerli para, büyük dış açık, yavaşlayan büyüme, artan işsizlik... Enflasyon düşük de olsa bu ekonomide istikrar kalıcı değildir. Çünkü ortada her an ekonomide çalkantılara yol açabilecek ciddi dengesizlikler vardır.Yukarıdaki resmi tanımakta zorlandığınızı sanmıyorum.
Türkiye ekonomisinin son elli yılında büyük dönüşümlerin yaşandığı çok açıktır. Örneğin 1980 sonrasında dışa açılma, 1996’da AB ile Gümrük Birliği, turizm, otomotiv, gayrimenkul sektöründeki atılımlar derhal akla gelenlerdir. Bugüne daha yaklaşınca, 2001 krizi sonrasında büyümenin hızlanması, mali disiplinin kararlı şekilde sürdürülmesi, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının patlaması kesinlikle başarı işaretleridir. Buna karşılık yakın tarihin herhangi bir dönemi için Türkiye ekonomisine “istikrarlı” demek mümkün değildir. Tersine, tekil göstergelerin en parlak çıktığı günlerde bile resmin tümüne istikrarsızlık hakimdir. İstikrar istisnadır, kısmidir ve geçicidir. Nitekim ekonomi söylemi de sözcüğe yabancıdır.Teoride istikrarİktisat öğrencilerinin iyi bildiği bir örnekle başlayalım. Yarım küre şeklinde sabit bir kabın içine bir bilye atalım. Nereden ve nasıl attığımıza bağlı olarak bilye bir süre dolanır. Eninde sonunda kabın en alt noktasında duraklar. Aynı deneyi tekrarlayalım. Kap sabit kaldığı sürece bilyenin hareketi hep aynı noktada sonuçlanır. Sonra kabı biraz sallayalım ama aynı yerde sabitleyelim. Harekete geçen bilye yine aynı noktayı bulur. Şimdi kabı kıvrık kısmı yukarı gelecek şekilde ters çevirelim. Elimizde bir kubbe vardır. Bilyeyi her bıraktığımızda kabın dışında başka bir yere düşer. Diyelim ki zar zor bilyeyi kubbenin tepesine oturttuk. Kubbe sallanınca bilye yine düşer. Tahmin ettiniz. Bilye-kap ikilisi istikrarlıdır. Çünkü benzer koşullar benzer sonuçlar verir ve koşullardaki küçük değişimler büyük hareketler yaratmaz. Bilye-kubbe ikilisi ise istikrarsızdır. Neyin ne zaman nereye gideceği belli olmaz. Pratikte istikrarEkonomik istikrar kavramı akla öncelikle enflasyon olgusunu getirir. Fiyatlar genel düzeyinin sabit kalmasına ya da çok az oynamasına “fiyat istikrarı” denir. Sağlıklı bir ekonominin olmazsa olmaz ön koşulu olarak kabul edilir. www.tcmb.gov.tr sitesi, “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir” diyor. Başkan Yılmaz fiyat istikrarı kavramını açıyor: “Ekonomik birimlerin yatırım, tüketim ve tasarrufa yönelik kararlarında dikkate almaya gerek duymadıkları ölçüde düşük bir enflasyon oranıdır”. Düşük enflasyon istikrarlı bir ekonomi için tek ya da yeterli koşul mudur? Hayır; gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. Mutlaka diğer ekonomik göstergelerin sürdürülebilir olup olmadığına bakmak gerekir.“Kalıcı istikrar” kavramını kullanabiliriz. Enflasyon ekonomide sürdürülmesi zor dengesizlikler yaratma pahasına düşürülmüşse fiyat istikrarı kalıcı olamaz. Dolayısıyla düşük enflasyona rağmen ekonomik istikrar yoktur. Bugün analizin çerçevesini çizdik. Önümüzdeki yazılarda Türkiye’ye uygulayacağız.