Şampiy10
Magazin
Gündem

Zarar vermeyen canlıyı öldürmek büyük günahtır

SORU: Kur’ân’ın mealinde “köpek giren eve melek girmez” diye bir ayet görmedim. Aksine yüce Rabbim, “bütün hayvanların rızkını da ben veririm, gece gündüz onlar da beni tespih eder” diyor. Kur’ân’da yazmayan bu söylem, bu inanış nerden çıkmış? Allah, yanına melek girmeyecek bir canlıyı niye yaratsın, ona sevgi merhamet sadakat özelliği versin? Gerçek Allah inancı olanlar nasıl köpekler için böyle düşünürler? Hatta bazıları “köpek, şeytanın tükürüğünden oluşmuştur” diyecek kadar ileri gitmiştir. Umarım yüce Rabbimin sadece insanları yaratmadığına inanan, yaşam hakkına saygı duyan ve biz dahil her canlının bir görevi olduğuna inanan insanlar çoğalır. Bu bencillik çok üzücü. Hatta bazı belediyeler hiç zararı olmayanları bile katledip çöpe atıyor. Rabbimin yarattığını çöpe atmalarına çok üzülüyorum. Lütfen bu konuda bir şeyler yazın, sizlerin desteğine ihtiyaç var. (Neslihan Demir)

CEVAP: Kur’ân’da yüce Allah’ın her yaratığını bizzat yönettiği belirtilmekte ve bütün canlıların tıpkı insanlar gibi birer toplum oluşturduklarını vurgulanmaktadır. Allah’ın verdiği canı ancak Allah alır. Zarar vermeyen bir hayvanı öldüren kimse, Hakk’ın huzurunda bunun hesabını verecektir. İnsan öldürmek nasıl günah ise zarar vermeyen herhangi bir canlıyı öldürmek de öyle günahtır. Kur’ân’da haksız yere bir nefsi öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağı vurgulanmaktadır. Nefis sadece insan demek değildir. Nefes alan her canlı da nefis tabiri kapsamındadır. Peygamberimiz, kıyamette boynuzsuz koyunun, kendisine tos vuran boynuzlu koyundan hakkını alacağını vurgulamıştır. Allah bir sineğinden dahi vazgeçmez. İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir sinek yaratamaz. Hakir gördüğümüz o sinekte, hatta sivrisinekte ne sanatlar, ne maharetler var. Köpek giren eve meleğin girmeyeceği ifadesi elbette Kur’ân’da olamaz.

Ama bu tür sözler insanlar tarafından uydurulup Peygamberimize yakıştırılmıştır. Bu yalanı o yüce Peygamber’in üstüne atmaktan çekinmemişlerdir. İşte bu yüzden halkta köpeğe karşı böyle olumsuz bir yargı oluşmuştur. Azrail de melektir, o zaman ölmek istemeyen kişi evine köpek getirir, melek Azrail o eve girmez. Böylece o kişi ölümden kurtulur. Ama öyle mi? Avrupa’da hemen her evde köpek var ama eceli gelen ölüyor. Hâşâ Peygamber böyle bir söz söylesin. Tam tersine Peygamber’in “Köpekler de sizin gibi bir toplum olmasaydı, onların öldürülmesini emrederdim” dediği rivayeti de var. Bu söz, Hz. Peygamber’in, köpek topluluklarını insan toplulukları kadar değerli görmesi yanında onların korunmasını öğütlediği de ortaya çıkar. Bir hadislerinde de susuzluktan dilini çıkarıp solumakta olan bir köpeği gören bir günah kadınının, kuyudan su çekerek o hayvancağızı suladığı, bu yüzden Allah’ın onu affettiği belirtilmektedir.

Yazının devamı...

Kur’ân’ın getirdiği kurallar toplumun düzeni içindir

SORU: Oruç ve namaz, her iki ibadet de güneşin doğuşu ve batısıyla ilgili. Bu konuda dünyanın çok uç noktalarını düşününce bir problem çıkıyormuş gibi görünüyor. Kutuplara yakın bölgelerde gün süreleri çok farklı oluyor. Dinimizin bu konuya bakışı nedir? Bir diğer sorum şu: Deniyor ki miras paylaşımında Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlere (Nisa: 11-12) göre paylaştırma yapılırsa bazı durumlarda kesrin paydası küçük ya da büyük oluyor. Bu da matematiksel olarak yanlışlara yol açıyor. Yoksa bu gibi şeyler sadece o dönemdeki Müslüman Arapları mı kapsıyor? (Cem Sevim)

CEVAP: Kutuplara yakın bölgelerde oturanlar vakitleri takdir ederek ibadetlerini yaparlar. Ramazan mayını İslâm âleminin ilan ettiği günlerde başlatırlar. Orucu da Mekke saatine göre ayarlarlar. Oranın saatine göre oruca balar ve açarlar. Günlerin uzun olduğu zamanlarda ibadetlerin takdiren yapılacağına dair bir hadis vardır. Miras meselesine gelince, Araplar kız çocuğuna çoklukla hiç miras vermiyorlardı. Kur’ân ona hiç değilse kardeşinin yarısı kadar miras hakkı tanımıtır. Bu da o zamana göre kadın lehine büyük bir reformdur. Ama kanaatime göre din miras taksimi, kısas, diyet gibi dünyaya ilişkin ve zamanla değişecek sorunlar değil, Allah ile kul arasında her zaman var olan ve hiç değişmeyecek iletişimdir. Kur’ân, dünya nizamı için bazı kurallar getirmiştir. Amaç toplumun düzenini sağlamaktır. Ama bunlar değişmez kurallar değildir.

Zamanla değişme hüviyeti gösterir. Değişmez olsaydı dinlerde nesih diye bir şey söz konusu olmazdı. Değişmeyecek olan nedir? Toplum düzenini sağlamak ve kulların hukukunu korumaktır. Nitekim İslâm bilginlerinden Tufi, bu konuda birçok çağdaş yorum yapmıştır. Bu eserin özet çevirisini “Kur’ân Ansiklopedisi”nde vermiştim. Şimdi insanlar isterlerse mallarını Kur’ân’ın taksimine göre üleştirirler. Ama isterlerse modern kanuna göre taksim ederler. Mirasçılardan birisi hakkından vazgeçer de tamamen ötekilere bağışlarsa sorumlu olmaz. Karadeniz bölgesinde ve Anadolu’nun birçok yerinde kız kardeşler, haklarını erkek kardeşlerine bırakırlar. Buna itiraz eden olmaz, dine aykırı davrandı denmez. Tam tersine böyle yapan kız, fedakâr diye övgüye layık görülür.

Orucun fidyesini verin

SORU: Uzun zaman önce bir dileğim için 6 gün oruç adamıştım. Dileğim gerçekleşti ama tamamını tutamadım, 4 gün kaldı. Migrenim var. Bu yüzden oruç tutmaya korkuyorum. Acaba bu adağımı başka bir ibadet ya da hayır yöntemiyle tamamlayabilir miyim? (Derya Gerede)

CEVAP:: Adadığınız ibadeti yapmanız gerekir. Ama oruç tutmak sizin migreninizi artırıyorsa o zaman tutacağınız oruçların fidyesini verirsiniz. Muhtaç birini bulun. Her oruç için 10 lira olmak üzere 6 gün oruç adadığınıza göre 60 lirayı o yoksul insana verin. Adağınız yerine gelmiş olur.

Yazının devamı...

Bu çağrıya uyun

Allah’ın zayıf yaratıklarına yardım etmek, hal ve haklarını anlatmaktan aciz hayvanlara acımak İslâm ahlakının gereklerindendir. Peygamberimiz Her kim yerdekilere acımazsa gökteki de ona acımaz, Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Affetmeyen, affedilmez. Tövbe etmeyeni Allah affetmez, Allah merhametli kullarına acır (Taberani Cerir’den), Çok acıyan Allah, merhametli kullarına acır. Yeryüzündekilere acıyın ki, gökteki de size acısın (İbn Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi, Hakim, İbn Ömer’den), Merhamet (acıma duygusu), sadece şaki (bahtsız, haydut) insanın kalbinden sökülüp alınır (Yani duyarsız, acımasız insan, kalbinden şefkat ve merhamet duygusunun sökülüp alındığı bir hayduttur), (Müslim, Fadail: h. 2319; İbn Hanbel, Ebu Davud, Hakim), İnsanlara acımayana Allah acımaz (İbn Hanbel, Tirmizi, Beyhaki) buyurmuşlardır.

İnsanlarımız git gide duyarsız olmaya başladı. Her otoyola çıktığınızda yol ortasında parçalanmış bir köpek yahut kedi görürsünüz. Delicesine bir süratle giden çılgınlar, duygusuz, duyarsızlar önlerine çıkan hayvanı ezip geçiyorlar. Tüyleri ürpermeden, kılları kıpırdamadan, vicdan azabı duymadan yapıyorlar bunu. Zaten vicdan olsa, her an önlerine çıkabilecek hayvanları düşünürler. Önlerindeki arabanın bozulup durabileceğini de hesaplayıp öyle korkunç süratle gitmezler. Günahtır, yazıktır. Hayvanların da hakkı vardır. Hayvana bakmak, aç susuz hayvanlara ekmek su vermek , muhtaç insana yardım etmek kadar önemlidir. Çünkü insan derdini anlatabilir ama hayvan anlatamaz. Oysa onda da can var, onun da ihtiyaçları var. O da acıkır ama çoğu zaman yiyecek bulamaz. Artan yiyecekleri, çöpe atma yerine sokaktaki kendi köpeklere, kuşlara versek büyük sevap işleriz.

DOHAYDER üyesi Burcu Mella’nın mailinde belirttiği önemli girişimi destekleyelim: “Hayvanlara eziyet ve işkence yapılmaması, iyi muamele edilmesi, korunması, onların sulanması ve yemek verilmesi gibi konularda yüce dinimiz İslâm’da, gerek Kur’ân-ı Kerim gerekse Peygamberimiz Hz. Muhammed tarafından kıyamete kadar geçerli hükümler getirilmiştir. İnsanların açlık ve susuzluğu bizzat yaşayarak mahrumiyet içinde olan diğer muhtaç kişileri daha çok anladığı, fakirlerin en üst düzeyde düşünüldüğü bu Ramazan ayında, en muhtaç canlılar olan hayvanların da düşünülmesi, dinimizin önemli bir gereğini yerine getirecektir.

Beton, demir ve asfalta boğulan şehirlerde, maalesef su bulamamaktan dolayı ölen hayvan sayısı düşündüğümüzün çok ötesindedir. Bu kutsal ayda topluma, hayvanlara merhamet edip yasam haklarını korumanın hem dinimiz hem de insan olmanın gereği olduğu, kötü muamele etmenin yüce dinimiz İslâm’a da aykırı olduğu anlatılmalıdır. Toplumun yüreğine merhamet tohumlarının da ekilmesine vesile olacak, kapıların önüne hayvanlar için bir kap su konması kampanyamıza ilişkin bu mesajın köşenizde yer alması bizi mutlu edecektir. Saygılarımızla...”

Yazının devamı...

Dihlevi neyi kastetmiş?

SORU: Dihlevi’nin “El-Fevzul Kebir Fi Usulit Tefsir” adlı eserinin çevirisinden anladığıma göre ben boşuna okumuşum, yazdığınız meali siz de boşuna yazmışsınız. Çünkü ilk Arap nesillerine göreymiş bu eylem. Kafam karıştı. Yardımınıza ihtiyacım var. Çeviri şöyle: “Bilinsin ki muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek mana anladığı kelamdır. Bu anlamada muteber olan ise ilk Arap nesillerinin anlamasıdır, yoksa zamanımızın tetkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş tetkik, şifası pek müşkül öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşabih, malumu da meçhul yapar.” (İsmail Uysal)

CEVAP: Bu kitabı tercüme eden Türkçe’yi bilmeyen biriymiş. Bu çeviri hatasından dolayı sözü yanlış anlamışsınız. Dihlevi diyor ki: Kur’ân kelime ve cümlelerinin manası, ilk hitap ettiği toplumun o sözlerden anladığı manadır. Yani Kur’ân’ın ilk muhatapları Kur’ân ayetlerinden ne anlamışlarsa işte o anlam, o mana asıl kastedilen manadır. Sonradan çıkan bazı kişilerin, yeni birtakım akımların etkisinde kalarak Kur’ân ayetlerine yükledikleri mana, asıl Kur’ân’ın kastettiği mana değildir.

Bu sözün neresi yanlış? Elbette Kur’ân, ilk muhataplarının diliyle yani o zaman konuşulan Arapça’nın ifade ettiği manalarla insanlara mesaj vermiştir. Mesela “namaz kılın” demiştir. Araplar salat (namaz), rükû (eğilme) kelimelerinin manasını biliyor ve namaz kılın ayetinin manasını anlıyorlar ve bu emri uyguluyorlardı. Ama sonradan bazı kişiler çıktı, dediler ki: “Kur’ân’da namazın anlamı duadır, hareketli namaza gerek yok. Gönlü Allah’a bağlamak ve Allah’ı düşünmek namazdır.”

Böyle deyip namazı bıraktılar. Yine yeni gelen bazı kişiler dediler ki: “Oruçtan maksat da susmak, kötü söz konuşmamaktır. Öyle ise aç kalmaya gerek yok. Dilimizi kötü konuşmaktan korursak oruç tutmuş oluruz.” İşte bu gibi yorumlarla Kur’ân’ın esas hükümlerini geçersiz hale getirdiler. Kimileri de Kur’ân’da şimdi olduğu gibi şifreler, tılsımlar aramaya kalktılar. Yahut Kur’an’da fizik formülleri aradılar, birtakım mantık oyunlarıyla istedikleri manayı Kur’ân’a yüklediler. İşte bu tür yorumlar hep çarpıtmadır. Kur’ân’ın amacı bu değildir. Kur’ân’ın amacı hitap ettiği halkın anladığı manadır. Namaz kılın, oruç tutun, içki içmeyin, kumar oynamayın, Allah’ı anın, ana babaya iyilik edin.

Bunları yapmayanlar günah işlerler. Bu da cehenneme gitmelerine neden olur. Cehennem, Kur’ân’da anlatılan ateş dolu cezaevidir. Onu da başka türlü yorumlamak çapıtmaktır. Kur’ân’ın Arapça’daki anlamından başka anlamlar, yani temel anlamını boşa çıkaracak, geçersiz kılacak tüm anlamlar çarpıtmadır, Kur’ân’ın amacına aykırıdır. İşte Dihlevi bunu anlatmak istiyor. Bu doğru değil mi? Şimdi günümüzden örnek verelim: Atatürk’ün nutku vardır. Bu nutukta anlatılanlar, o tarihte yaşanan olaylardır. Şimdi o olayları atlayıp da hiç Atatürk döneminde olmayan şeyleri sanki Atatürk nutkunda söylemiş gibi nutka yüklemek de çarpıtma değil midir? Dihlevi, Kur’ân’ı çarpıtmaya kalkışan birtakım akımlara karşı insanları uyarmaktadır.

Yazının devamı...

Hurafeler hızla yayılmaya devam ediyor

SORU: Eşimin çalıştığı işyerinde bir bayan arkadaşı her sabah işe geldiğinde 1 saat tespih çekiyormuş. Kocası İsmailiye cemaatine bağlıymış. Ona, 1 hafta içinde cumadan cumaya 4444 defa salavat-i tefriciyye çekmesi gerektiğini ayrıca senede belli bir zamanın musibet/bela ayı olduğunu söylemişler. O ay geldiği zaman şöyle bir dua okuması gerekiyormuş: “Ya dafial belaya idfa annl belaya fallahu hayrun hafizan ve huve erhamur rahimin inneke ala kulli şeyin kadir.” Eşim işyerinde imam hatip lisesi mezunu birine “musibet/bela ayı var mı yok mu?” diye sormuş. O da olduğunu söylemiş.

Eşime 4444 defa selavat-i tefriciyye çekmenin Hz. Peygamberimizin ve sahabenin hayatında olmadığını hatta bu tarz sayıyla tespih çekmediklerini söyledim. Eşim bunu bayan arkadaşına sormuş. O da “Madem dinimizde sayı diye bir şey yok o zaman 2 ve 4 rekâtlık namazların nasıl oluyor?” demiş. Geçenlerde eşime kırmızı renkli bir elbise aldık. Yine o bayan arkadaşı kocasının kendisine asla kırmızı renkli bir elbise giydirmediğini söylemiş. Bu konulara açıklık getirir misiniz? (Taner Canbet)

CEVAP: Ben hurafelere cevap vermekle uğraşmıyorum. Salat-i tefriciyye denilen dua formu Peygamber’in tertip ve tanzimi değildir. Peygamber kendi kendisine salat okumaz. Bunun mantıklı yanı yoktur. Ayrıca musibet/bela ayı veya zamanı da yoktur. İslâm’da uğursuzluk da yoktur. Uğursuzluk, uğursuz inancına sahip olanların kendisindedir. Başka diyeceğim bir şey yok. Herkes kendi yaptığından sorumludur. İnsanlar gırtlaklarına kadar hurafelere batmışlar.

Takdir ve teşekkür

HOCAM sizi kutluyorum. İnsanın yaratılışıyla ilgili Kur’ân ve Tevrat kıyaslamasında, aklı öne çıkartmanız, zihinleri bulandıran Adem ve Havva’dan başlayan yaratılış teorisinde ve inancında çok önemli bir açıklama yaptınız. Kur’ân’da bununla ilgili bir netliğin olmaması, aslında Kur’ân’ın insan aklına ve düşüncesine verdigi değeri gösterir. Şahsım olarak fazla din bilgim olmasa da insan neslinin çoğalmasında tıpkı sizin gibi düşünüyorum. Adem’den başka insan soylarının olduğunu, Adem’in imanlı yaratılan, bu anlamda üstün olan bir soy olduğunu ve peygamberlerin bu soyla devam ettiğini düşünüyordum.

Siz de bunu yazınca teyit etmiş oldunuz. Böylece insan aklının ve vicdanının kabul edemeyeceği kardeşlerin birbiriyle evlenmesi teorisini de çürütmüş oluyorsunuz. Şunu düşünüyordum ki, Allah muktedir değil mi ki, birçok insan nesli yaratsın ve ahlaki bir yaratılış sağlasın? Bunun aksi, Tanrı’ya olan inancı ve saygıyı zayıflatır.

CEVAP: Akıl için yol birdir. Ama akılsızların önünde binlerce yol açılır. Bocalayıp dururlar.

Yazının devamı...

Bağnazlık mezhebi din haline getirdi

SORU: Arap Alevisi bir bayanı seviyorum. Fakat ailesi benim Sünni olduğumu duyunca çok tepki gösterdi. Hatta kızlarına resti çekti. Benim ailem, “hepimiz insanız, hepimiz Müslümanız. Ayrılık kabul etmiyoruz” düşüncesine sahip bulunuyor. Bayanın ailesinin karşı çıkma sebebi olan biz Sünniler ne yapmışız ki ya da şu an neler yapıyoruz? İnanç, kültür, örf, âdet olarak aynı vatanda yaşadığımıza, aramızda çok büyük uçurumlar da olmadığına göre bu ötekileştirmenin gerçek sebebi nedir? İki aile de tahsilli (ne yazık ki eğitim burada etkisiz eleman) bireylerden oluşuyor. Ben de sevdiğim bayan da yüksek tahsilliyiz. Biz iki genç birey olarak bu olana anlam veremiyoruz. Sevginin dünyadaki en hakiki ve saf duygu olarak her şeyden üstün olduğunu düşünüyoruz. (Yunus Arda Yıldız)

CEVAP: Bu sorunun yanıtını birkaç kez yazdım. Yineliyorum: Mezhep ayrılığı önemli değildir. Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in Peygamber, Kur’ân’ın da Allah’ın vahyi olduğunu kabul eden, Kur’ân’ın buyruklarını doğrulayan herkesle, mezhebi ne olursa olsun evlenilebilir. Ama bağnazlık, mezhebi din haline getirdi. Arap Alevilerinin bir kısmı Nusayri, bir kısmı Şii’dir. Aleviliğin çeşitli fraksiyonları vardır. Ali’ye Allah diyenler var ki bunlara “aşırılar” denilir. Kur’ân’ın emirlerinin halka mahsus olduğunu söyleyenler var, Sünni Müslümanları Yezid kabul eden, Hz. Hüseyin’i öldürenlerden sayanlar var. Bunlar hep boş, batıl söz ve inançlardır.

Karar size ait, bu sizin hayatınız

Müslümanların hepsi Hz. Hüseyin’i sever. Ehl-i Beyt’e karşı sevgi doludur. Kur’ân’ı kabul etmeyen, hükümlerini geçersiz kılan hiçbir anlayışı tasvip edemeyiz. Zaten böyle bir inanca sahip olanla evlenmek de caiz değildir. Ama Kur’ân hükümlerinin geçerliliğini kabul eden herkes, mezhebi ne olursa olsun Müslüman’dır. Böyleleriyle evlenmek caizdir. Caiz görmeyen, mezhebi dinleştiren yobazlardır. Siz gençler hayatınızı birleştirmeye karar verdiyseniz karar sizin. Çünkü bu hayat sizin hayatınızdır.

Allah’ın bilgisi ve takdiri dışında bir şey olamaz

SORU: Yok olmayı dilemek dinimizce günah mı? Hayatı acısıyla tatlısıyla yaşamayı istememek yanlış bir şey mi? İnsan kazayla yaratılmış olabilir mi? (Ali Toprak)

CEVAP: Yok olmayı dilemek doğru değildir. Bu, kadere isyan sayılır. Hz. Peygamber ölüm istenmemesini, çok bunalan kişinin, ölüm isteme yerine “Allahım, yaşamam hayırlı ise beni yaşat, ölmem hayırlı ise beni öldür. Bana dünyada da ahirette de iyilik ver” demesini tavsiye etmiştir. İnsanın kazayla yaratılması söz konusu değildir. Allah’ın bilgisi ve takdiri dışında bir şey olamaz ve Allah boş, tesadüfen bir şey yapmaz.

Yazının devamı...

‘Hz. Peygamber Ali’yi veliaht tayin etti mi?’ (2)

* DÜNDEN DEVAM

Dünkü yazımda belittiğim gibi uydurma rivayetlerle Ali taraftarlarının, Ali karşıtlarını Peygamber bedduasına uğramış Allah düşmanı gösterme çabaları gayet açıktır. Her şeye rağmen rivayet eğer gerçekten doğru ise Hz. Ali’yi taltif (okşama, onurlandırma) makamından söylenmiştir. Burada Hz. Ali’nin, imam tayin edildiği hakkında bir açıklama yoktur. Benzeri okşayıcı, övücü sözler öteki halifeler ve bazı büyük sahabiler hakkında da vardır. Hz. Ebubekir hakkında da “Allah’tan başka gönül dostu edinmek caiz olsaydı Ebubekir’i kendime gönül dostu yapardım. Ama biz kardeşiz” buyurmuştur.

Bu tür rivayetlerin içine taraftarların leh ve aleyhteki sözleri karışmıştır. Kimi Hz. Ali’yi yüceltirken kimi Ebubekir’i yüceltmiştir. Hz. Ali’nin şöyle dediği de rivayet edilir: “Allah’ın Elçisi beni çağırdı: Ali, senin İsa’ya benzer tarafın var. Yahudiler ona buğzedip anasına hakaret ettiler. Hıristiyanlar da onu çok sevip olmadığı yere çıkardılar.” Ali devamla demiş ki: “Beni aşırı sevgiyle olmadığım yere yükselten helak olduğu gibi bana buğzederek hakaret eden de helak olmuştur. İyi bilin ki ben peygamber değilim. Bana vahiy gelmiyor. Ben Allah’ın kitabını ve Peygamberinin sünnetini uygulamaya çalışıyorum. Size Allah’a itaat hakkında emrettiğim şeylere uymanız boynunuzun borcudur. Gerek ben, gerek başkası size, Allah’a isyan olan şeyleri emrederse ona itaat edilmez. Çünkü itaat ancak maruf (güzel, helal) şeylerde olur.” (Hakim, Müstedrek: 3/123)

Günümüzde pratik yararı kalmamış

Zamanla Peygamber’in, kimi sahabiler hakkında söylediği okşayıcı sözlerine, lider sahabilerin taraftarlarınca eklemeler, abartılar katılmış, karşıtları tarafından da gözden düşürmek amacıyla yerici rivayetler üretilmiştir. Bunlar sonuçta rivayettir. Zan taşıyan, gerçek bilgi ifade etmeyen bu tür rivayetler müminleri bağlamaz. Çünkü bunların yanında akıl ve mantığın kabul etmediği rivayetler de vardır. Nitekim yine Hz. Ali’yi övücü bu rivayet yanında Peygamber’in şöyle dediği de rivayet edilir:

“Bir gün odamda bir hareket hissettim. ‘Kim o’ diye seslendim. ‘Cebrail’im’ dedi. ‘Gir’ dedim. ‘Hayır. Sen gel, ben o odaya girmem’ dedi. Ve devam etti: Çünkü odada köpek eniği var. Melekler köpek bulunan eve girmez, onun için sen gel, ben odaya girmem.” Şu lafa bakın. Melek Cebrail geldiği zaman Peygamber kendisinden geçerdi. Meleğin, tıpkı bir insan gibi adım sesi vermesi, Hz. Hasan’ın oynadığı köpek eniğinden dolayı odaya girmemesi söz konusu olabilir mi? Zavallı köpek yavrusunun günahı ne ki melek girmesin? Böyle akıl mantık dışı rivayetlere takılıp 14 asır önce geçmiş artık günümüzde hiçbir pratik yararı kalmamış şeylerle uğraşmanın, bu yüzden kimi sahabilere buğzetmenin, kimini de tanrılaştırmanın yararı yok, sadece zararı vardır.


Yazının devamı...

'Hz. Peygamber Ali'yi veliaht tayin etti mi?' (1)

SORU: Şii mezhebine mensup arkadaşlarım var. Onların inancına göre Hz. Muhammed, veda haccından dönüşte Gadir-i Hum denilen bölgede Müslümanları toplayarak çok duygulu konuşma eşliğinde Hz Ali’nin imametini açıklamış. Ehli sünnet kaynaklarında da bu olay onaylanıyor. Bunu hiçbir Sünni âlimi inkâr etmiyor. Doğruluğunu açıklar mısınız? “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” hadisi güvenilir bir hadis midir? Açıklar mısınız? (Mustafa Güneş)

CEVAP: Sünni kaynaklarda Gadir-i Hum (Hum çukuru, göleti) denilen yerde Peygamberin, ashabına hitaben “Ben müminlere canlarından daha ileri değil miyim? Eşlerim de müminlerin anneleri değil midir?” diye sorduğu, ashabın “evet öyledir” demeleri üzerine “Bilin ki ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allahım, Ali’ye dost olanın dostu ol, ona düşman olana düşman ol” dediği rivayet edilir (Bu rivayet için bkz. İbn Hanbel, Müsned, 1/118, 119, 152, 4/370). Benzeri rivayet birçok kaynakta vardır (Mesela bkz. Beyhaki, es-Sunen: 5/5, 130, 132, 155). Sad ’ın rivayetine göre Peygamber, Mekke ’ye giderken Hum göletine gelince orada durup insanların toplanmasını beklemiş. Onlara hitaben demiş ki: “Ey insanlar, sizin veliniz kimdir?” Halk üç kez “Allah ve Resulüdür” demiş. Sonra Allah’ın Elçisi Ali’nin elini tutup şöyle demiş: “Allah ve Resulü her kimin velisi ise bu da (yani Ali de) onun velisidir. Allahım, ona dost olana dost ol, ona düşman olana düşman ol.” Bu hadisi aktaran Tahavi “Hadisin ravisi Cafer ibn Ebi Kesir ne ilmiyle meşhur bir kişidir, ne de ilim erbabınca rivayeti sağlam bir insandır ” diyor (Muşkilulasar:4/311).

Bu ve benzeri hadisler birçok kaynakta mevcuttur ama uydurma olduğu gayet açıktır. Çünkü Tahavi’nin dediği gibi Hz. Peygamber, veda haccı için Mekke’ye giderken Hz. Ali Yemen’deydi. Veda haccı yolunda Peygamber ’e eşlik etmemiştir. Gadir-i Hum, Medine-Mekke yolu üzerinde bulunan Cuhfe’dedir. Oysa Ali Yemen’den Mekke’ye gelmiş ve Peygamber için kurbanlık develer getirmiştir (Tahavi, Muşkilulasar, 4/308). Bu yoldaki rivayetlerin tamamen uydurma olduğu açıktır. Uhud Savaşı’nda attıkları oklarla başını yaran, yanağını yaralayıp dişini kıranlara dahi hidayet dileyen, bu insanlara beddua etmesini isteyenlere “Ben lanetçi değil, Hakk’a davetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim” diyen Peygamber’in, Allah’tan Ali’ye karşı gelenlere bu şekilde beddua etmesini akıl ve mantık kabul etmez. (DEVAM EDECEK)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.