Şampiy10
Magazin
Gündem

Acaba kim nasipsiz? (2)

DÜNDEN DEVAM

Fetvacının ikinci soruya cevabı: “2- Abdestin nasıl bozulacağı, ayet, hadis ve fıkıh kitaplarımızda sabittir. Örnek, Hanefilerde kan gelmesi, Şafiilerde yabancı bayanın çıplak bir yerine dokunmak abdesti bozar (cümleler onun).”

CEVAP: Böyle diyor fetvacı ama bunun Kur’ân’dan bir delilini söylemiyor. Çünkü böyle bir delil yok. İşte Kur’ân abdestin nasıl bozulacağını açıkça belirtiyor: “Ey inananlar, namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yıkayın: yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; meshedin: başlarınızı ve aşıklara kadar ayaklarınızı. Eğer cünüpseniz tam temizlenin. Hasta yahut yolcu iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse ya da kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız temiz toprağa teyemmüm edin” (Maide: 6).

Ayete göre abdesti bozan şey, küçük veya büyük tuvalet ve kadınlara dokunmak yani cinsel ilişkidir. Şimdi bu net ve kolay hükmü binbir dereden su getirerek zorlaştırmaya, kolay dini güçleştirmeye kimin hakkı var? Kim ne derse desin, benim dinim Kur’ân’ın dinidir.

Fetvacının üçüncü soruya cevabı: “3- Ramazan ayından sonra şevval ayında 6 gün oruç tutmak müstehaptır. Peygamber Efendimiz, ‘Kim Ramazan orucunu tutar ve ona şevval ayından 6 gün ilave ederse, sanki yılın bütününde oruç tutmuş gibi olur’ (Müslim, Sıyam: 204) buyurarak şevval ayında 6 gün oruç tutmaya teşvik etmişlerdir.”

Her hadis sağlam değildir

CEVAP: Böyle diyor fetvacımız. Evet, Müslim’in hadis koleksiyonunda bu rivayet var ama sonuçta bunlar onlarca yıl ağızdan ağza dolaşan rivayetlerden ibarettir. Her hadis sahih (sağlam) değildir. Hadisin sağlamlığı için kriterler gerekir. Önce Kur’ân’a uyması şarttır. Kur’ân sadece Ramazan orucunu farz kılmıştır. Şevval ayında 6 gün oruç tutmak sağlam bir dayanaktan yoksundur. İmam-ı Malik, Ramazan’ın ardından gelen şevval ayında 6 gün orucunun mekruh olduğunu, bilgi sahiplerinden hiçbirinin böyle bir uygulaması olmadığını söylüyor.

Bu uygulamanın bidat olduğuna işaret eden İmam-ı Malik, bilgi sahiplerinden hiçbirinin şevval ayında Ramazan’a ek olarak 6 gün oruç tuttuklarını bilmediğini, bu konuda kendisine hiçbir rivayet ulaşmadığını belirtiyor. İşte İmam-ı Malik’in kendi ifadesi: “Bilgi sahipleri, cahillerin ve kuru sofuların uydurması olan bu uygulamanın bidat olduğundan korktukları için mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Eğer bu konuda bir izin olsaydı onlar bunu yaparlardı.” Hadisin orijinali şöyledir (sadece son cümlesini yazıyorum): “Ö Va inne ehlel-ilmi yekrahune zalike va yehafune bidatehu va en yulhika bi-Ramadane ma leyse minhu ehlul-cehaleti val-cefai lav raev fi zalike ruhsaten inde ehlil-ilmi” (Muvatta: Camius-sıyam: 1/228).

DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Acaba kim nasipsiz? (1)

Din İşleri Yüksek Kurulu’na bir soru yöneltiliyor: “Hemen hemen hepsi profesör olan ilahiyatçılarımız Süleyman Ateş, Abdülaziz Bayındır, B.Bayraklı televizyonlarda ve gazatelerdeki köşelerinde 1- Kaza namazı olmadığını 2- Abdestin ancak tuvalette bozulacağını 3- Şevval orucunun bidat olduğunu söylüyorlar. Bu kişilerin söyledikleri yanlışsa neden bunlara cevap verilmiyor? Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görüşü nedir?” Soru sahibi Bahattin Arazsu’nun amacının ne olduğu pek belli değil. Çünkü bana yazdığı birkaç mailinde Diyanet’ten şikâyet ederken bizi de Diyanet’e şikâyet ediyormuş.

Fetvacının Diyanet adına internette birinci soruya verdiği cevap: “1- Edası farz olan namazın kazası dahi farz, vacip olan namazın kazası da vaciptir. Kaza edaya göredir. Yerli halde kılınmayan namazlar tam olarak, seferde kılınmayan namazlar ise dört rekâtlı namazlar ikişer rekât olarak kaza edilir. Kaza için muayyen bir vakit yoktur. (Mekruh olan üç vakitten müstesna) Her zaman kaza edilebilir. Kılmadığı namaz çok olan kimse her defasında ya ‘ilk defa kazaya kalan’ ya da ‘son defa kazaya kalan’ diye niyet etmesi uygun olur.”

Hüküm vermek Allah’a aittir

CEVAP: Şimdi bu cümleler hangi ayete ve sağlam hadise dayanır? Dinin iki temel kaynağı vardır: Başta Kur’ân, sonra sağlam hadis. Hiçbir ayette bu tür söylem veya hüküm olmadığı gibi hadislerde de bu ifadeler yoktur. Bu ifadeler din uzmanı sayılan kişilerin yani fıkıhçıların düşünceleri, kıyasları, çıkarımlarıdır. Bunların oluşturduğu fıkıh kuralları din midir? Allah’tan ve Elçisi’nden başka hiç kimsenin din hükmü koymaya hakkı yoktur (Yusuf: 40). Yusuf, hapishane arkadaşlarına İslâm’ın özü tevhidi anlatırken diyor ki: “Ö hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine tapmanızı buyurmuştur. İşte doğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler” (Yusuf: 39-40), “Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir. (O) gerçeği anlatır ve O, (davayı çözüp) ayırt edenlerin en iyisidir” (Enam: 57), “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir. İşte Rabbim Allah budur. O’na dayandım, O’na yöneldim” (Şûra: 10).

Niyeti sözle söylemek gereksiz

Demek Allah’tan başka din hükmü koyanların hükmüne uymak, onları Allah’a eş koşmak olmaktadır. Hele şu “ya ilk defa kazaya kalan ya da son defa kazaya kalan diye niyet etmesi uygun olur” şeklindeki niyet tanımına bakın. Peygamber mi böyle niyet edilmesini söyledi, hangi hadiste geçiyor bu tür niyet tarzı? Niyet, insanın yapacağı işi içinden geçirmesidir. Bunu sözle söylemeye ne gerek var? Kime neyi öğretiyoruz? Allah bizim içimizden geçen düşünceyi, amacımızın, niyetimizin ne olduğunu bilmiyor mu? Ne diyeceksin, işte dini böyle kuru sözlere boğdular.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

'Müşterisiz meta zayidir'

SORU: Üniversite öğrencisiyim. Ben ve bazı arkadaşlarım ders kitaplarını almak yerine onların fotokopisini çektiriyorduk. Birkaç ders kitabının fotokopisini çektirdikten sonra bundan vazgeçtim. Maddi durumum iyi olmadığı için bu yönteme başvuruyordum. Ancak içimde, yaptığımız bu işin kul hakkına gireceği kanaati doğunca bıraktım. Ders kitabının da orijinalini alamıyorum. Şimdiye kadar fotokopi çektirdiğim kitapların yazarlarından helallik almam gerekir mi? (Cemal Altınkeser)

CEVAP: Bana göre kitabı korsan bastırıp satmak haramdır, hırsızlıktır. Ama kitaptan bir bölümün fotokopisini almak, başkalarına satmamak kaydıyla haram değildir. Çünkü siz bunu okumak için yapıyorsunuz, para kazanmak için değil. Kitabın yazarı da kitabının bir bölümünün fotokopi yapılmasından rahatsız olmaz ama korsan olarak bastırılıp satılmasından rahatsız olur. Şunu da bilmenizde yarar var. Yazarlar çok para kazanmazlar. Bizde düşünsel eserlere fazla rağbet yoktur. Hikâyeye, masala, hurafeye rağbet çoktur. Şu televizyonlara baksanıza ne hurafeler anlatılıyor. Kertenkele dile getirilip fasih Arapça ile Peygamber tasdik ettiriliyor. Halk da bu yalanlara koşar adım gidiyor.

Mantık yok. Peygamber’in peygamberliği keler diye sunulan kertenkelenin tanıklığına kaldıysa işimiz dumandır. Kısacası parayı kazananlar yayınevleridir, hurafecilerdir, masalcılardır. Artık 1970’lerdeki 1980’lerdeki gibi düşünce eserlerine rağbet, yok denecek kadar azdır. Ama hikâye, masal kitaplarına ya da cehennemin ateş derecesini ayrıntılarına kadar veren hurafecilere, muskacılara, tılsımcılara, şifrecilere rağbet çoktur. Allah yardımcınız olsun. Şair, “Müşterisiz meta zayidir” demiş. Yani alıcısı olmayan mal, piyasadan çekilir.

Babaya kısas olmaz

SORU: Bakara Suresi’nin 178’inci ayeti, kısas hakkının var olduğunu söylemektedir. İstemeden yaşadığım bir olumsuzluk yüzünden kısas hakkımı kullanmadım. Aynı kişi tarafından yine zarara uğramak üzere olduğum yönünde izlenimlerim var. Ancak bu şahsa daha önceden hiç bir şey yapmadım. Ona en ufak bir zarar vermedim. Babam olan bu şahıs bana yine aynı zararı vermeye hazırlanıyor. Fakat bu sefer canım ve onurum tehlikeye girebilir. Babam tarafından bile olsa şahsıma zarar gelecek bir hareketle karşı karşıya kalırsam buna işaret edilen ayetteki gibi cevap verme hakkı var mı?

CEVAP: Baban seni dövdü ise sen de onu mu döveceksin? Dinde böyle bir şey yok. Hiçbir baba öz canından olan evladına bile bile zarar vermez. Kim bilir siz ne yaptınız ki onun nefretini kazandınız. Babaya karşı kısas olmaz. Bu konudaki cezayı ancak devlet verir. Sen babana isyan eder, ona zarar vermeye kalkarsan cennetin kokusunu alamazsın. Peygamberimiz, “Ana babaya asi olan, iki yüzlülük yapan ve kaderi inkâr eden cennetin kokusunu alamaz” buyurmuşlardır. Babana karşı kötü düşünme. Sana zarar vereceğini biliyorsan tedbirini al, o ortamdan ayrıl. Hatta yaşadığın kenti değiştir.

Yazının devamı...

Kur’ân-ı Kerim hidayet kitabıdır

Bir okurum, “Kur’ân dikkatle okununca keşifler, bilimsel icatlar yapılabilir mi?” diye soruyor. Cevabım şudur: Kur’ân’ın fizik, astronomi kitabı değil, hidayet kitabıdır. Siz Kur’ân ayetlerini okuyarak keşifler yapmaya kalkarsanız bir yere varamazsınız. Ama Kur’ân’ın, insanın çalışması kadar derece katedeceği buyruğunca giderseniz çalışırsınız, keşifler ve icatlar yaparsınız. Kur’ân, muhataplarına dünyadan görülen gök cisimlerinin, gözümüze çarpan uzayın Allah tarafından yaratıldığını, bu muhteşem göğün dünyaya güzellik verdiğini söylüyor. Ama bizim gördüğümüz, bize sonsuz gelen bu uzay hep en yakındır. İnsanın evrenin bütün sırlarını, gizemlerini çözmesi mümkün değildir. Çünkü bilgiye ulaşım kapasitesi sınırlıdır. Evren hakkında filozofların ulaştığı bir sonuç vardır: Evrende var olan düzenden daha güzeli mümkün değildir.

‘Bana dokunan ruhani bir varlık olabilir mi?’

SORU: 21 yaşındayım. Geçen gece yatağıma yattım ama uyumamıştım. Bir konu hakkında merak ettiğim, ama cevabını bilmediğim bir şeyi düşünüyordum. Acaba gerçekten düşündüğüm gibi miydi? Ben bunu hayal ederken birden ayağıma dokunuldu. Çok şiddetli bir şekilde sarsılıp uyandırıldım. O an içimden bir şey geçer gibi oldu. Uykuya dalmadığımı sanıyorum çünkü düşünüyordum. Tabii gözlerimi açtığımda kimse yoktu. Hiç korku hissetmedim. Bunu ikinci kez yaşadım. Sizce bu, düşündüğüm şeyin yanlışlığına veya doğruluğuna dair bir uyarı olabilir mi? Yoksa bunun düşüncemle ilgisi yok mu? (Leyla Dumankara)

CEVAP: Ben böyle şeylerin uzmanı değilim. Ancak şunu söyleyebilirim: Düşündüğün neydi? Bu durum düşündüğün şeye bağlı. Ama ayağına ruhani bir varlığın dokunması senin için iyidir. Yani seni uyandırıyorlar, gözetliyorlar. Başıboş bırakmak istemiyorlar. Öyle ise maneviyata yönel. Namazını kıl. Gözetim altında bulunduğunu düşün. Ona göre hareket etmen gerekiyor.

Kaza, bir özür nedeniyle kılınmayan namaz içindir

SORU: Namaz kılmayanlar için “Bile bile namaz kılmayan kimse, kültür Müslümanıdır” diyorsunuz. Namaz dinin direğidir. Ancak namazını düzenli kılmayan ya da sadece cumaları kılan, zekâtını veren, orucunu tutan, “amentü”ye tam olarak iman edenler de böyle midir? (Abidin Kesin)

CEVAP: Kasten namaz kılmayanın, kılmadığı namazları kaza etmesine gerek yoktur. Kaza, hastalık gibi bir özür dolayısıyla kılınmayan namazlar için söz konusudur. 30 yıl namaz kılmamış insanın o namazların kazasıyla uğraşmasına gerek yoktur. Peygamber döneminde böyle bir uygulamanın olmadığını söylüyor, insanlara kolaylık getiriyorum. Çünkü dinimiz kolaydır.

Yazının devamı...

Yaratan, insana akıl vermiş

Okurum A. Ç. bir akademisyen olduğunu yazıyor. Bilime ve teknolojiye inanıyor. İnsanları elden geldiğince tedavi edip kurtarma taraftarı. Ancak doğanın daha doğrusu Allah’ın verdiği hastalıktan ölecek olan kimseyi tıp yoluyla tedavi edip hayata döndürmenin kadere karşı koymak, bir bakıma Allah’a baş kaldırmak olduğunu da düşünmekten kendini alamıyor. Organ naklinin de bir bakıma güzel ama bir bakıma da doğaya müdahale olduğunu düşünüp ikilem içinde kaldığını belirterek şöyle diyor: “Doğanın bize verdiği kansere boyun eğmeyip gitme vaktimiz geldiği halde bu dünyada kalmaya direnmek bizi yaratan ve bu dünyayı elinde tutan güce karşı gelmek değil midir? Tıbbi müdahaleler nereye kadar ‘caiz’, nereden sonrasının ‘Allah’a karşı gelmek’ olduğunu nasıl bilebiliriz? Biz insanlar her gün ileri gidiyoruz. Gün gelecek, bugün aklımızdan geçmeyen hastalıkları bile iyileştirebileceğiz. Bu işin ‘durma noktası’ nerededir? Tıp bilimi hangi ölçüye kadar caizdir? Lütfen beni yanlış anlamayın. Ben de tıp biliminden ve organ bağışından yanayım. Ancak din felsefesinde bu sorunun cevabını bulamadım. Sizin akademik hüviyetinize danışmak zorundayım.”

CEVAP: Aydınlatılmaya hiç ihtiyacınız yok. Çünkü hayatın felsefesini kavramışsınız. Size göre tıp, doğaya, kadere karşı gelmektir. Bir bakıma sevap olsa bile size göre günahtır. O zaman meyveleri aşılamayalım çünkü kadere, doğal hale müdahaledir. Tıraş olmak günahtır çünkü doğaya karşı gelmektir. Yıkanmak da boş. Ne gerek var yıkanmaya? Her şey olduğu gibi kalsın. Bilime, teknolojiye ne gerek var? Bu kimyasal çalışmalar, nükleer santrallar, otobüsler, deniz araçları hep doğaya müdahaledir. Olmaz böyle şey. Her şey doğal haliyle kalsın. Sizin felsefenizden doğan düşünce budur.

İyi ama yaratan, niçin insana akıl vermiş, araştırma merakı vermiş? Niçin insanı yeryüzüne halife (egemen) yapmış? Demek ki O’nun bunda bir hikmeti var. Hastalığı veren, tedavisini de yaratmış. Bunu arayıp bulmak insanın görevi. Hasta eğer iyileşecekse Allah ona sebep yaratır. Kanser tedavi edilir. İyileşmeyecekse kader onun ölmesi yönünde ise ne kadar müdahale edilirse edilsin hasta yine ölür. Kur’ân bize “kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” buyurmaktadır. Tehlikeden sakınmak ve gelen tehlikeyi savmaya çalışmak Tanrı’nın buyruğu, bizim de görevimizdir. Tedbiri elden bırakmayız. Ama takdir ne ise o olur. Eğer hastanın kaderi iyileşmek yönünde ise bir sebeple iyileşir ancak iyileşmesi de tedaviye bağlanmıştır. Onun kaderi böyledir. 15-20 metre yüksekten düşen insan ölür ama birkaç gün önce 13’üncü kattan düşüp ölmeyen birini haber yaptı gazeteler, televizyonlar. Demek ki onun kaderi öyledir. Tedbir almak, tedaviye başvurmak, organ bağışında bulunmak kadere karşı gelmek değildir. Hz. Ömer Şam’a gider. Orada veba olduğunu öğrenince geri dönmeye karar verir. Komutan Ebu Ubeyde, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” deyince Ömer “Evet, Allah’ın bir kaderinden öteki kaderine kaçıyoruz” diye cevap verir. Sonuç nasıl olmuşsa işte kader odur.

Yazının devamı...

'Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin'

Abdullah İslamoğlu adlı okurum, gençler arasında inançsızlığın, dine karşı soğuk durmanın artmasına üzülüyor ve diyor ki: “Geçtiğimiz günlerde ölen, İslâm inancına ve değerlerine saldıran kişinin sitesinde çok acayip yazıların bulunduğunu gördüm. Bu tür yazılar birçok gencin aklını karıştırdı. Daha İslâm’la tanışmadan soğuyup gitti. Bu durumda sizlerden yardım istiyorum.”

Okuruma cevabım: Elimden geleni yapıyorum. İslâm’ın güzel yüzünü göstermek için şimdiye kadar çok sayıda eser yazdım. Ama insanlar okumuyorlarsa zorla okutacak halim yok. Hem okumuyorlar hem de kulaktan dolma sözlerle saldırmaya kalkıyorlar. Kadir Gecesi’nde Bayezit Kitap Fuarı’nda kitaplarımı imzalıyordum. Bir kadın geldi. Başı bağlı, örtüsü beline kadar inmiş. Şöyle dedi: “Siz Süleyman Ateş misiniz? Sizin düşüncelerinizde sapıklık var.” Kadının sözleri, orada bulunanlar üzerinde şok etkisi yaptı. Bu, sözde Müslüman kadın, mübarek Kadir Gecesi’nin feyzini alıp götürdü. O güzel havayı buz gibi yaptı. İşte bu da kendini Müslüman gören bir kadın. Cahil ve yobaz.

Kulaktan dolma sözlerin etkisiyle beni sapıklıkla suçlayabiliyor. Yaşı, benim yaşımın yarısı kadar yok. Büyüğe saygı diye bir şey var ya töremizde, bu kadında o da yok. Böyle davranışlar insanları İslâm’dan soğutur.

Bilmeyen kişi, Müslümanların hep böyle hoşgörüsüz, önyargılı olduğunu sanır. Ama gerçek öyle mi? Bu tür davranışlar, attıkları oklarla başını yarıp dişini kıran insanlara beddua değil, “Allahım, bunları doğru yola ilet çünkü bunlar bilmedikleri için böyle yapıyorlar” diyen rahmet Peygamberinin davranış ve düşüncesine uyar mı? Kur’ân onun son derece zarif, kibar olduğunu belirtiyor. Kabalık iticidir, toplamaz dağıtır: “Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, insanlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile” (Nisa: 159).

“Allah’ın Elçisi, insanların en güzel huylusuydu” diyen ve Peygamberimizin 10 yıl hizmetinde bulunmuş olan Enes, görevindeki bir kusurundan ötürü kendisini hiç azarlamadığını ve hiç “Öf” demediğini söylüyor (Buhari, Menakıb: 23; Müslim, Fedail: 54, 81). Ömür boyu, karınca kararınca İslâm’a hizmet etmeye çalışan yetmişini aşmış bir insana böyle saygısız ve küstahça davranmak İslâm terbiyesine uyar mı? Üzülmeye gerek yok. Her zaman iman da var, küfür de... Geceyle gündüzün varlığı gibi. Küfür sonunda ezilir ama başka bir yerden yine uç verir. Düşünce sapığı, küfürle şartlanmış insan çok. Kur’ân’ın buyurduğu üzere: “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.” İnkârcılar, inancımıza göre sonunda cehenneme varırlar. Aslında zaten dünyada da düşünceleri kendilerine cehennem olur. İman Allah’ın lütfudur. İmansız insandan hayır gelmez. Büyük filozoflar genelde inançlı insanlardır. Tabii inançları basit değil, felsefidir. Büyük zaferleri kazanan imandır.

Yazının devamı...

'Her bilenin üstünde bir bilen vardır'

SORU:

1- Geçen hafta memleketim Van’a bağlı olan köyüme gittim. Köyün hocası cuma namazından sonra hemen zuhr-i ahar namazını cemaatle kıldırdı. Ben kendisine bu namazın cemaatle kılınmayacağını söyledim. Sizin vatan gazetesinde çıkan bir yazınızı da kaynak olarak gösterdim. Ancak bu namazın cemaatle kılınacağını söyledi.

2- Mustafa İslamoğlu’na göre vitir namazı farzdır. Böylece farz namaz sayısı altıya çıkıyor: Sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, vitir. Şafiiler vitir namazını sünnet olarak kılıyorlar. Burada bir çelişki yok mu?

3- İki ay önce bir din âliminden rabıta hakkında bilgi istedim. Bana, önce cahilin âlime nasıl soru soracağıyla ilgili iki sayfa yazı gönderdi. Bunları öğrendikten sonra soruma cevap vereceğini yazdı. Bu kibirlik değil mi? Dinimizde kibirlik haram sayılmaz mı? (Bahattin Arazsu)

CEVAP: 1- İmam iyi niyetli olmasına rağmen mezhep etkisinde kalmıştır. Ayrıca bu konudaki hadisleri bilmediği anlaşılıyor. Peygamberimiz, cuma namazı kılan için artık öğle namazı olmadığını buyurmuştur. “Zuhr-i ahar”, başka öğle demektir. Ne demek başka öğle? Bazı doğu illerinde Şafii mezhebi mensupları, cumanın ancak büyük halife tarafından kıldırılacağı kanısındadırlar. Şimdi İslâm hükümleri uygulanmadığı, halife de olmadığı için kılınan cuma namazının geçerliliğinde kuşku bulunduğu kanısındadırlar. Onun için cuma namazından sonra öğle namazını da cemaatle kılıyorlar. Bu görüş yanlıştır. Namazın halifeyle İslâm hükümlerinin uygulanmasıyla ilgisi yoktur.

O zaman Medine şirk yurduydu

Çünkü Medine’de henüz Peygamberimizin hicretinden önce yeni Müslüman olmuş bazı Medine yerlileri, Esad ibn Zürare’nin arkasında cuma namazı kılmışlardır. O zaman Medine şirk yurduydu. Müslümanların sayısı ancak kırk kadardı. Allah ile kul arasında olan ibadetin dünya yönetimiyle ilgisi yoktur. Cemaat oluşturabilenler cuma namazını kılarlar. Cuma kılınınca artık zuhr-i ahar diye bir namaz yoktur. Cuma namazı kılınan yerde cumaya yetişemeyenler, öğle namazını cemaatle kılmazlar. Mısır’da Şafiilerin sayısı hayli fazladır. Ama orada aynen bizdeki gibi cuma kılınır. Zuhr-i ahar diye cemaatle namaz kılan görmedim.

İslâm’da kibir çok kötü bir şeydir

2- Vitir farz değil, vacip de değil, sünnettir. Hemen bütün mezheplere göre sünnettir. Ancak bu kuvvetli sünnete Hanefilerin bir kısmı vacip demişlerse de İmamı Azam’a göre de sünnettir. Ayrıca vitir ayrı bir namaz değil, yatsının tabiidir. Bunu ayrı bir vakit namazı gibi göstermek yanlıştır. Aslında Kur’ân’da açıkça anılan üç vakit vardır: Sabah, akşam ve gece yarısı vakitleri. Bu vakitlerde namaz kılmak Kur’ân’ın emridir.

3- İslâm’da kibir çok kötü bir şeydir. “Her bilenin üstünde bir bilen vardır” (Yusuf Suresi).

Yazının devamı...

Tasavvufta en büyük veli: Kutbul-aktab

SORU: Uzun zamandan beri “Ruhun enkarnasyonu” (ruh yaratılıyor, seçim hakkını kullanıyor, metale, bitkiye, hayvana ve sonrada insana giriyor) konusuyla ilgileniyorum. Ama Mevlana’nın dediği “sonra melek olmak”ı bir türlü anlayamıyordum, ta ki sizin bir yazınızı okuyana kadar: “Cansızdım, bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen biri haline geldim, bitki oldum. Bitkiden öldüm, hayvan suretinde dirildim. Hayvanlıktan da öldüm, insan oldum. Artık ölüp yok olmadan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim de insanken öleyim, melekler âlemine geçip kol, kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa atlamak, melek sıfatını terk etmek gerek.” Kutbul-aktab (kutuplar kutbu) diye birisi var mı? Varsa görevi nedir? Varlığına dair bir işaret muvcut mu? (Oya Acar)

CEVAP: Kutub, velilerin başı sayılan büyük velidir. İslâm tasavvufunda dört kutub olduğuna inanılır. Bunların başı olan en büyük kutba “kutbul-aktab” denilir. Bu, tasavvuf çevrelerinin kabulüdür. Ama Kur’ân’da bu konuda bir kanıt yoktur. Evrenin yöneticisi Allah’tır. Ancak Allah evreni yönetmekle görevlendirdiği melekler yaratmıştır. Rüzgârı estirenler, yağmuru yağdıranlar kısaca tüm doğa yasalarını yönetmekle görevli melekler (ruhani varlıklar) vardır. Bunların yönetmesi, Allah’ın yöneticiliğine aykırı değildir. Allah evreni görünmez varlıklarla, doğa yasalarıyla yönetir.

Olgunlaşarak melekleşmiş insan ruhları da bu manevi yöneticilerden olabilir. Bu açıdan düşünülürse Kur’ân’da buna işaret vardır. Kur’ân’da İsrailoğulları’na 12 nakib (başkan) verildiği belirtilmektedir: “Allah, İsrailoğulları’ndan söz almıştı ve içlerinden 12 başkan göndermiştik. Allah demişti ki: Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz, elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah’a güzel borç verirseniz, elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur” (Maide: 12). İşte İsrailoğulları arasında çıkarılmış olan 12 nakib (başkan) her zaman olagelmiştir. Bunların başına kutub denilir. Bu konuda Fatih’in hocası Akşemseddin’in “Makamat-i Evliya” adlı eserinde geniş bilgi vardır. Gerçeği Allah bilir.

Safsatalar sürüyor

SORU: Okuduğum bir kitapta Allah’ın insanların ruhlarını değişik renklerde boyadığı yazıyordu. En düşük renk siyah, sonra kırmızıymış. Deneyimsizlerin rengi ise beyaz ve gri. Ruhsal anlamda en ileride olanların rengi ise mor ve ondan sonra altın sarısıymış. Bu doğru mu? (Aslı Gündoğdu)

CEVAP: Bizim dinimizde böyle bir inanç veya söylem yok. Bunu yazan kim ise herhalde gidip Allah’ın ruhları renklere boyadığını görmüş (!) sonra da kitabında anlatmış. Din, öyle akla geleni savurmakla olmaz. Bir delile, ayet ve hadise dayanmak gerekir. Yoksa bunun gibi safsata, saçma olur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.