Şampiy10
Magazin
Gündem

İslâm’da kadının yeri (3)

Erneb el-Medeniyye, Peygamber dönemindeki şarkıcılardan biriydi. Hz. Aişe, yakınlarından birini Kuba’ya gelin edince Peygamber Aleyhisselam ona, “Gelini gönderdin mi?” diye sormuş. Aişe, gönderdiklerini söyleyince Peygamber, “Ensarlılar şarkıyı severler. Gelinle beraber şarkıcı bir kadın da gönderdin mi?” demiş. Aişe, göndermediğini söyleyince Peygamber “Hemen Erneb’i gönder” buyurmuştur (el-İsabe: 4/226; Alâm: 1/27). Bunun yanında Peygamber’in hanımları, ashab için birer öğretmen durumundaydılar. Peygamber’den duyduklarını, onun ailesi içindeki yaşam tarzını, ahlakını, nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını gerek Medine halkına gerek çeşitli ülkelerden gelen Müslümanlara anlatıyorlardı. Gelen sağlam rivayetlerden, Peygamber, halifeler ve müteakip dönemlerde bazı kadınların siyasette de etkin rol üstlendikleri anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in en sevgili eşi Hz. Aişe, Cemel Olayı’nı yönetmiş, siyasi konuşmalarıyla askeri yönlendirmiştir.

İslâm, doğmasından utanç duyulan kadını horlandığı mevkiden alıp yükselterek insanlık açısından erkekle aynı düzeye getirmiştir. Ayetlerde, kadınla erkeğin birbirlerini tamamladıkları, biri olmadan diğerinin olamayacağı ne güzel belirtilmiştir: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. İyi biliniz ki Allah katında en üstün olanınız, (Allah’ın yasaklarından) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır” (Hucurat: 105/13), “O’dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, gönlünün ısınması eşini de kendisinden var etti” (Araf: 39/189). Burada kadının, erkeğin kendisinden yaratıldığı ve kendisi gibi insan olduğu ve ancak onunla huzur bulacağı, rahat edeceği anlatılmaktadır. Hz. Peygamber de kadınların, erkeklerin şakikası yani bir parçası olduğunu söylemiştir. İşte dünyada kadının ruhunun bulunup bulunmadığının tartışıldığı bir sırada İslâm, kadını erkeğin parçası saymış ve onu erkek gibi teklife ehil (yükümlü), insanlık bakımından tamamen erkeğin eşiti yapmıştır. Nahl: 70/97, Al-

* İmran: 94/195, Ahzab: 97/35, Tevbe: 113/72. ayetlere bakınız.

Hz. Peygamber’in, erkeklerden ayrı olarak kadınlardan da beyat alması, erkek-kadın eşitliğini en güzel biçimde ortaya koymaktadır. Erkeklere farz olan şeyler kadınlara da farz, erkeklere yasak olanlar kadınlara da yasaktır. Dinin en önemli buyruklarından olan iyiliği emir, kötülükten men etme görevi hem erkeklere hem de kadınlara verilmiş bir görevdir. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten men eden bir ümmet olsun. İşte başarıya erenler onlardır” (Al-i İmran: 94/104), “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a inanırsınız” (Al-i İmran: 94/10) ayetlerinde ümmet tabiri içine kadınlar da dahildir. Bu husus daha açık olarak şöyle ifade edilmiştir: “İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler; namazı kılarlar, zekâtı verirler; Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir” (Tevbe: 113/71).

Yazının devamı...

İslâm’da kadının yeri (2)

Kur’ân kadına özgürlük getirmiş, ona miras ve malında istediği gibi tasarruf hakkını vermiştir. Kur’ân’ın amacı, toplumun çekirdeği olan aileyi sağlamlaştırmak, yuvanın bozulmasını, ailenin dağılmasını önlemektir.

Aile içinde çıkan anlaşmazlık büyür, yuvayı bozacak boyutlara ulaşırsa Nisa Suresi 35’inci ayetin hükmü gereğince karı-kocanın arasını bulmak üzere erkek ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edilir. Hakemler, arayı düzeltmeye çalışırlarsa Allah da karı-kocanın arasını uzlaştırır. Aile ilişkilerini düzenleyen Nisa Suresi 128’inci ayette kocasının huysuzluğundan ya da kendisinden yüz çevirmesinden korkan kadınla kocasına uzlaşmaları öğütlenir, uzlaşmanın daha hayırlı olduğu vurgulanır.

Mescidde namaz kılmak, yalnız namaz kılmaktan 25 veya 27 defa daha faziletlidir.

Kadınların da mescide gelip namaz kılmaları sünnettir.

Peygamber, “Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden men etmeyiniz” (Buhari, Cuma: 13; Müslim, Salat: 36) buyurmuştur. Hz. Aişe, müminlerin kadınlarının şafak vakti çıkıp Allah’ın Elçisi ile birlikte sabah namazını kıldıklarını söylemiştir (Buhari, Mevakit: 27). İkinci Akabe beyatında bulunan 70 kişi arasında 2 de kadın vardı.

Peygamber’in halası Abdul-Muttalib kızı Safiyye, Uhud Savaşı’na katılmış, Müslümanların bozulduğunu görünce mızrağıyla kaçan erkeklerin burunlarına vurarak, “Allah Elçisi’ni bırakıp kaçtınız mı?” demiştir. Asıl adı Bereke olan Ümmü Eymen; Huneyn, Uhud ve Hayber savaşlarına katılmıştır. Uhud’da su taşır, yaralıları tedavi etmişti (Alâm: 1/127). Eslem kabilesinden Rufeyde de yaralıları tedavi eden, bakıma muhtaç Müslümanların hizmetine koşan bir kadın sahabiydi. Allah’ın Elçisi, kendi mescidinin yanında bu hanım için bir çadır yaptırmıştı.

İlk Müslüman hemşire ve doktor kadın olan Rufeyde, ilk hastane sayılabilecek olan bu çadırda yaralıları ve hastaları tedavi ederdi (Siretu İbn Hişam: 2/6). Hendek Savaşı’nda yaralanan Sad ibn Muaz da bu kadının çadırında tedavi görürken Kurayza olayında hakem seçilmiş ve görevini yapmak üzere Kurayza’ya götürülmüştü. Hudeybiye barış antlaşmasının şartları, Müslümanlara ağır gelmişti.

O kadar ki bazıları sefere çıkarken Kabe’yi ziyaret edeceklerini söyleyen ve şimdi bu ağır hükümlere razı olan Hz. Muhammed’in peygamberliğinden dahi kuşku duymaya başladılar. Kureyşliler gittikten sonra Peygamber, ashabına “Kalkın, kurbanlarınızı kesin, tıraş olun” dedi.

Bu sözü üç kez yinelediği halde kimse kalkmadı. Allah’ın Elçisi, arkadaşlarının bu durumunu eşi Ümmü Seleme‘ye yakınarak anlattı. Ümmü Seleme, “Ya Resulallah, böyle yapılmasını istiyorsan sen çık, kimseye bir şey demeden kurbanını kes, berberini de çağır, tıraş ol” dedi.

Allah’ın Elçisi, kimseye bir şey demeden kurbanını kesti, berberi Hiraş ibn Ümeyye el-Kabi’yi çağırıp tıraş oldu. Onun böyle yaptığını görenler de kalkıp kurbanlarını kestiler, tıraş oldular (Gazavatur-Resul (s.a.v.), s. 95-98; Camiul-beyan: 26/97-100). Bu Peygamber zevcesi ve müminler annesi, birçok önemli konuda Allah Elçisi’ne danışmanlık yapmıştır.

Yazının devamı...

İslâm’da kadının yeri (1)

SORU: Bir bir arkadaşım Tanrı’ya inandığını fakat Müslümanlığa inanmadığını söyledi. “Neden” diye sordum. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe mealini çıkarıp Nisa Suresi’nin 34’üncü ayetini okudu. “Sadakatsizlik yaptığından şüphelendiğiniz eşinizi dövün” diyordu. Bu yanlış bir tercüme olabilir mi? Neden kadınlara özgürlük getiren bir din, onları şiddete maruz bıraksın? (Işık Atay)

CEVAP: Nisa Suresi 34’üncü ayette erkeğin, ailede yönetici olduğu ve bunun iki nedene dayandığı anlatılır. Birinci neden yaratılışta erkek bedeninin fizyolojik olarak daha güçlü olması, ikinci neden de ailenin geçimini erkeğin üstlenmesidir. Kadının geçimini sağlamak erkeğin üzerine farzdır. Kendilerini koruyup geçimlerini sağlamalarına karşılık kadınların da kocalarına itaat etmeleri gerekir.

İşte iyi kadınlar kocalarına itaat ederler, Allah’ın koruması ve verdiği başarıyla kocalarının ardından hem kendi namuslarını hem de kocalarının bütün haklarını korurlar. Karı-koca arasında gizli kalması gereken şeyleri korur, aile sırrını yaymazlar. Görevlerini hakkıyla yaparlar. Kocasına itaat eden kadınları öven Allah Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kadınların en hayırlısı şu kadındır ki, kendisine baktığın zaman seni sevindirir, kendisine bir şey söylesen sözünü tutar, bir yere gitsen arkanda kendi namusunu ve senin malını korur.” Saliha (iyi huylu) kadını bu şekilde niteleyen Allah Elçisi daha sonra, “Allah kimilerini kimilerinden üstün kıldığı ve mallarından harcayıp kadınların geçimini sağladıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler” ayetini okumuştur (Camiul-beyan: 5/60).

Ayette, kocasına itaat etmeyen, tersine onun meşru emirlerine başkaldıran kadınlar uyarılmaktadır. Nüşuz; diklenmek, başkaldırmak, hırçınlık etmek demektir. Kocasına itaat eden saliha kadınlar yanında, kocasının sözünü dinlemeyen, sürekli söylenmesiyle evde huzur bırakmayan kadınlar da vardır. İşte ayetin ikinci şıkkında böyle huysuz kadınları eğitmenin yöntemi öğretilmektedir:

Önce onlara tatlı dille öğüt vermeli, bazı hediyelerle iyiliğe yöneltmeye çalışmalıdır. Böyle yola gelmezse bir süre ayrı yatakta yatmak etkili olabilir. Kocasını seven kadın, onun ayrı yatmasına dayanamaz, sert ve huysuz tutumunu değiştirebilir. Bununla da yola gelmez, isyanda diretirse son çare olarak aşırı olmamak şartıyla dövülebilir. Ayette dövme, başvurulacak son uslandırma yöntemi olarak anılmıştır. Başka eğitim yolları denenmeden bu yola gidilmez. Bu ayeti açıklarken 15 asır önce Kur’ân’ın indiği dönemde kadınların durumunu göz önünde bulundurmak gerekir. O zamanlar kadına insan gözüyle bakılmazdı. Ölen kişinin karısı, aynen bir eşya gibi adamın varislerine intikal ederdi. Kadının üvey oğlu veya erkeğin en yakın varisi, onunla mehir vermeden evlenir veya başkasıyla evlendirip mehrini alırdı. Hatta doğmasından utanılan kız çocuklarını diri diri toprağa gömen insanlar vardı. Evlenen kadının malı mülkü kocasına geçerdi. Malında yönetim hakkı bulunmayan kadına mirastan pay da verilmezdi. Kocası karısına her türlü zulmü, baskıyı uygulasa da kimse sesini çıkarmazdı.

Yazının devamı...

‘Şahitlikte neden 2 kadın gerekli?’

SORU: Dinimizde 1 erkeğin şahitliği yeterliyken kadınlarda neden 2 şartı aranıyor? (Rıdvan Gümet)

CEVAP: Tek erkeğin şahitliği yeterli olmaz. Şahitlerin en az 2 olması istenir. Şayet borç alıp verirken 2 erkek şahit bulunmazsa o zaman 1 erkekle 2 kadın şahidin bulunması emredilir. 2 kadının şahitliği, sadece borçla ilgilidir. Genelde hassaslığından ötürü ani olaylarda çabuk heyecanlanan kadının unutma veya şaşırma durumunda borcun, kamu hukukunun güvencesi için 2 kadın şahit şartı getirilmiştir. Ayet indiği zamanlarda yani 15 asır önce ticaret, borç verme, genelde ekonomik konular erkeklerin egemenliğindeydi. Kadınlar bu işle meşgul olmadıkları için deneyim sahibi değillerdi.

Deneyimlerinin olmadığı ekonomik konuda şaşırma ihtimalinden dolayı 1 yerine 2 kadın şahit bulundurmak emredilmiştir. Ancak bu emir gereklik ifade etmez. Tavsiye niteliğindedir. Çünkü borç alıp verenler isterlerse şahitsiz de bu işi yaparlar. O zaman borç alan inkâr ederse, borç vermiş olan ispat edemediği takdirde hakkını kaybeder. Sonuca katlanır. Yani borç veren kimse isterse tek erkeğin veya tek kadının şahitliğiyle de yetinir ama borç konusunda sadece tek kadının şahitliği, iddiayı ispata yeterli görülmez. 2 kadın şahit, sadece ekonomik meselelerdedir. Çünkü bu husus, borçla ilgili bir konuda belirtilmektedir. Ama diğer konularda erkek kadın farkı yoktur. Hatta kadınların uzman oldukları doğum, çocuğun annesinin tespiti gibi hususlarda tek kadının şahitliği de geçerlidir.


Cehaletin böylesi!

SORU: Bir arkadaşım semtimizin cami imamına “Peygamberimiz hangi mezhebe ve imama göre ibadet etti” diye sordu. “İmamı Azam Hazretleri’nin içtihadına uydu” şeklinde cevapladı. Ben de “Hocam Peygamber Efendimizin zamanında mezhepler var mıydı” dedim. İmam efendi, “Ben seni hiç camide görmedim” diyerek bulunduğumuz yeri terk etmemizi istedi. “Bu insanların kafasını karıştırma” deyip hızla uzaklaştı. (Fikret Yıldız)

CEVAP: Hz. Peygamber’in İmamı Azam’ın ictihadına uyduğunu söyleyen imam, cahil kelimesinin dahi ifade edemeyeceği kadar cahildir. İmamı Azam, Hz. Peygamber’in vefatından 70 yıl sonra doğmuş, Peygamber’in yolunda âlim bir mümindir. O imam denilen kişinin hiçbir sözüne güven olmaz. Bu cahil adamı Diyanet’e duyurun. Böyle bir cahil nasıl namaz kıldırır camide?


Tövbe kapısı açık

SORU: Biri küfre düştüğünde tövbe etse bile yaptığı ibadetler boşa mı gider? (Ahmet Ay)

CEVAP: Önemli olan kulun son halidir. Günahından, hatasından tövbe eden kimsenin tüm hataları silinir. İyilikler, kötülüklerin izini siler. Tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur. Ama imanlıyken inkâra düşen ve küfründe ısrar eden, son nefesini de küfürle kapatmış olan kimsenin bütün güzel amelleri yok olup gider. Bu husus Kur’ân ayetiyle sabittir. Son nefese kadar tövbe kapısı açıktır.


Yazının devamı...

Kandil geceleri gelenekleştirildi

SORU: Kandilleri açıklar mısınız? Ne zamandan beri bizim dinimizde bunların kutsal bir yeri var? Peygamber efendimiz ve 4 halife zamanında yaşamdaki yerini bulamadım. Birkaç arkadaşımla birlikte araştırdık. Bu günlerin önemini anlatan hiçbir yazılı kaynak bulamadık. İslâmiyet’in en önemli ve ilk emri “oku” olduğundan Kur’ân’ı okuyorum ve gayet iyi anlıyorum. Ancak bazı hadisleri ve Diyanet’in fetvaları gibi dünya üzerinde bu konuları anlatan insanların yazdıklarını okuyunca anlamadığım, takıldığım yerler oluyor. Ben anlamadığım şeylerden sorumlu muyum? Kur’ân, emir ve yasakları yazan kitap değil mi? Bana sadece Kur’ân okumak yeterli mi? (Arif Deliak)

CEVAP: Kandil gecesi veya kandil kutlaması diye bir şey yoktur. Peygamberimiz hiçbir geceyi diğerlerinden ayrı olarak bir ibadetle kutlamamıştır. O, her gecenin bazen yarısını, bazen üçte ikisini, en azından da üçte birini ibadetle, zikir ve tespihle geçirirdi. Sadece Kur’ân’da Kadir Gecesi’nin bin aydan değerli bir gece olduğu belirtilir. Ama öteki kandil geceleri bazı zahitlerin zayıf görüşleriyle bireysel olarak kutlanmaya başlamış, zamanla yayılmış ve gelenekleştirilmiş, farzların da üstüne çıkarılmıştır. Bana göre bunları kutlamak değil, kutlamamak sevaptır. Çünkü hadise göre bidat olan şeyi devam ettirmek dinin özünden sapmadır. Bunları yıllarca yazdım ama kim okur, kim dinler. Şimdi bir de telefonlarla ve mesajlarla kandil kutlama furyası başladı. Telefon şirketlerinin dini de işte bu tebriklerdir. Çünkü bu gelenek onlara çıkar sağlıyor. Mevlitçilere, din kuruluşlarına da kendini gösterme imkânı, şöhret ve menfaat temin eden bu geceleri kutlamak büyük sevap(!)tır. Yani din menfaat aracı olmaktadır. İşte işin özü budur.


Dinin sadeliği bozuluyor

SORU: Babamla cuma namazına gittim. 2 rekât cumanın farzından önce 2 rekât nafile kıldım. Babam ise 4 rekât kıldı. Sonra cumanın 2 rekât farzını kılıp camiden ayrıldık. Babam “Neden 4 rekât nafile kılmadın” diyerek bana kızdı. Ona, Peygamberimizin de 2 rekât kıldığını söyledim. “İnsanlar nasıl kılıyorsa sen de öyle kılacaksın” dedi. Acaba ben mi yanlış yaptım? (Emrah Gedik)

CEVAP: Siz yanlış yapmadınız. Peygamberimiz nafileleri genellikle 2’şer rekât kılmıştır. Kişi,
2 rekâtta selam vermek şartıyla istediği kadar nafile kılabilir. Ama 2 rekâtta bir selam vermek namazın sevabını artırır. “İnsanlar nasıl namaz kılıyorsa sen de öyle kılacaksın” diyen baban, yanlış söylemiş. İnsanlar nasıl kılıyorsa değil, “Peygamber nasıl kılmışsa öyle kılacaksın” demek gerekir. Peygamberimiz, cumadan önce 2 rekât kılmıştır. Ama sonradan gelenek gelmiş, dini zorlaştırmış ve Peygamber’e rağmen gelenek üste çıkarılmıştır. Namaz kılmanın sakıncası yok ama hiç kimse kamunun geleneğini Peygamber’in sünnetinin üstüne çıkaramaz. Zaten dinin sadeliği böyle bozuluyor.


Yazının devamı...

Zekâtı verilmiş mal helaldir

SORU: Ülkemiz insanın gelir düzeyi ortalamasının kat kat üstünde zengin insanlar var. Bu kişilerin verdikleri zekât her şeyi telafi ediyor mu? (Fulya)

CEVAP: Vergisini ve zekâtını veren insanın malı helaldir. Kimsenin alın teriyle helalinden kazandığı malında istediği gibi harcama yapmasına engel olunamaz.

Kişi vergisini ve zekâtını veriyorsa haram işler yapmamak şartıyla istediği evde yaşayabilir. Ama Kur’ân paylaşmayı, paranın ve servetin topluma yayılmasını ister. “Sana ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki affı yani ihtiyaçtan fazlasını harcayın” buyuruyor. Vurgulamak gerekir ki, İslâm’da Allah’a güçlü imandan kaynaklanan bir sosyalizm vardır. Bu yaklaşım, Allah tanımaz maddeci bir düşünceye değil, temelinde Allah’ı ve yaratıklarını sevmeyi, insanları eşit yapmayı hedefleyen İslâm’ın ruhuna dayalıdır. Allah inancına ve kardeşliğe dayalı sosyal yardımlaşma ve eşitlik, İslâm’ın ruhuna, maddeci kapitalizmden daha yakındır. Peygamberimiz, Nadioğulları’nın toprağını fethettiği zaman göçmen kardeşlerine yardım etmiş olan Medine yerlilerine dedi ki: “Siz, göçmen kardeşlerinize her türlü yardımı yaptınız.

Mallarınızı, tarlalarınızı onlarla paylaştınız. Şimdi Allah bize bu toprakları nasip etti. İsterseniz bu toprakları, sizin topraklarınızla birleştirelim ve hepsini eşit biçimde aranızda paylaştırayım. İsterseniz onlar sizin topraklarınızı geri versinler. Bu toprakları sadece göçmen kardeşlerinize dağıtayım.” Onlar daha büyük bir özveri gösterdiler: “Ey Allah’ın Elçisi, biz onlara verdiğimiz topraklarımızı istemiyoruz. Bu toprakları da yalnız onlara dağıt, biz bir şey talep etmiyoruz.” Bir başka münasebetle Allah Elçisi buyurdu ki: “Yemen’de Eşariler adıyla bir kabile vardır. Bunlar cemaat halinde yolculuk yaparken yemek molasında herkes çıkınında ne varsa getirir, sofrayı birleştirirler. Ne varsa herkese eşit biçimde dağıtırlar.
İşte Allah’ın en çok sevdiği insanlar onlardır.”

Kur’ân müminleri, “Kendi ihtiyaçları olsa dahi kardeşlerini kendi canlarına yeğlerler” şeklinde tanımlar. İslâm tasavvufunda da kişi yoksul düşünceye kadar varlığını Allah sevgisi için verme prensibi vardır. Peygamberimizin seçkin sahabilerinden Ebuzer, zorunlu ihtiyaçtan fazla mal biriktirmeyi haram olan kenz (mal yığma) saymıştır. Bu yüzden Hz. Osman zamanında Şam Valisi Muaviye ile arası açılmış ve Muaviye’nin, “Halkı zenginlere karşı kışkırtıyor” diye yazdığı şikayet mektubu üzerine Şam’dan getirtilip Medine yöresinde, Rebze denilen köyde ikamete mecbur edilmiştir. İslâm mutasavvıfı Sülemi doğduğu zaman babası, elinde ne malı varsa hepsini yoksullara dağıtmış, kendisine “Senin bir oğlun oldu, ona hiçbir şey bırakmadın” diyenlere, “Eğer çocuk iyilerden olursa Allah iyileri kollar. Kötülerden olursa ben eline fesat aleti vermemiş olurum” demiştir. Ebu Zerr-i Gifari, ilk İslâm sosyalisti sayıldığı gibi İslâm’ın ruhuyla beslenmiş, tasavvuf yöntemiyle irfan kazanıp olgunlaşmış olan ve “Yarin yanağından başka her şeyi paylaşmayı” öngören Şeyh Bedreddin-i Simavi’deki sosyal dayanışma anlayışı da işte bu manevi temele dayanır.

Yazının devamı...

İnsanın kaderini Allah’tan başka kimse bilemez

SORU: Bazı insanlar Kur’ân’da büyüden bahsedildiğini ve bunun inkâr edilemeyeceğini söylüyor, Peygamber Efendimize de büyü yapıldığını belirtiyorlar. Kur’ân’da iki meleğin büyü yaptığından bahsedilmesi büyünün olduğuna delalet mi? Birinin başka birine büyü yapması mümkün mü? Yoksa büyü telkin ve bunun neticesinde ortaya çıkan bir vesvesenin etkisi midir? Yani bir insan kendine büyü yapıldığına inandıktan sonra mı psikolojik olarak etkilenir? Yıllardır virüs gibi kafama takılmış bir sorudur bu. Sizin gibi bir âlimden bunun cevabını almak demek, bu soruyu kafamdan ilelebet silmek demektir. İnternette bu konuda birbirinden farklı görüşler var. (Özlem Kendirci)

CEVAP: Değerli hanımefendi, bana yönettiğiniz bundan önceki soruda falcının etkisinde kaldığınızı yazmıştınız. Ben de dinimizde falcılığın olmadığını, falcıya inanmanın Peygamber sözüne aykırı olduğunu, insanın kaderini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini yazmıştım. Ben size büyü yoktur demedim ki. Çünkü sizin sorunuz büyüyle ilgili değil, falcılıkla ilgiliydi. Büyüye gelince evet, büyü vardır ama haramdır. Büyüyle uğraşmak küfre eşit bir günahtır. İslâm hukukuna göre büyücü eğer yaptığına pişman olup tövbe etmezse ya ebediyyen hapsedilir veya idam edilir. Durum budur. Allah’a sığınan insana büyü zarar vermez. Allah’ın kaderini de hiçbir şey değiştiremez. Böyle şeylerle kafayı doldurup evham ve hurafeler içine düşmek insana büyük zarar verir. Peygamberimize büyü yapıldığına dair rivayetler var ama bunlar Kur’ân’a aykırıdır ve zaten bu rivayetler irdelendiğinde tarihen böyle bir şeyin mümkün olmadığı görülür.

Kur’ân, Allah’ın halis kullarını şeytanın etkileyemeyeceğini vurgular. Allah’ın en halis ve seçkin kulu olan Hz. Peygamber’i kötü cin olan şeytanlar nasıl etkiler? Bu konudaki rivayetlerde büyünün etkisiyle Peygamber’in altı ay şaşkınlık içine düştüğü, hanımlarına varıp varmadığını bilemediği söylenmektedir ki bu durumda altı ay gibi uzun süre gelen vahiylerin korunması tehlikeye girmiş olur. Ayrıca Allah’ın onu koruyacağını vurgulayan (Maide: 67) ayete aykırıdır. Kur’ân, Allah’ın onu koruduğunu, şeytanın ona gelen vahiylere söz katıp bozamayacağını belirtir. Ayrıca bu rivayetlerde Peygamber’in evinde hizmet eden bir Yahudi çocuğunun, Peygamber’in tarağına çıkan telleri alıp büyücüye götürdüğü ve bu tellere düğüm bağlanıp üflenerek büyü yapılıp kuyuya atıldığı anlatılır. Bu kamilen yalan ve uydurmadır. Çünkü Peygamber’in evinde hizmet eden bir Yahudi çocuğu olmamıştır. Ona canı gönülden hizmete hazır onca sahabi çocuğu varken Yahudi çocuğunun, Peygamber’in evinde işi ne? Son derece zeki ve ihtiyatlı, tedbirli olan Hz. Peygamber, Yahudi çocuğunu harim-i ismetine alır mı?

Yazının devamı...

Ticaret karşılıklı rızaya bağlıdır

SORU: Ben internet üzerinden iş yapıyorum. İki tane web sitem var. İleride birkaç tane daha açacağım.

Sitelerimden biri oyun sitesi. Çocuklar için yaptığım bir site. Kesinlikle ahlak dışı bir oyun yok. Normal oyunlarla dolu bir site. Diğer sitem ise kadınlara yönelik. Kadın kıyafetleri, ev eşyaları ve dekorasyon gibi ürünlerin tanıtımını yapıyorum. Herhangi bir şey satmıyorum. Sadece yazılar, makaleler ve ürün tanıtımları var. Ben bu iki siteye reklam aldım. Bunlardan para kazanıyorum. Sitemdeki yazıları kendim yazıyorum. İnternetten ürünlerin resimlerini bulup koyuyorum. Yani emek harcıyorum. Günde 6 saat bu sitelerle uğraşıyorum. Tabii site yapmanın bazı masrafları var. Cebimden para da çıkıyor ama sonuçta kâr ediyorum. Siteme gelen ziyaretçiler reklamlara tıkladıkça para kazanıyorum. Acaba kazandığım bu para haram mı? Bazen yardıma muhtaç olanlara elimi uzatıyorum. İleride daha çok kazanırsam daha çok yardım yapacağım. Bunun bir önemi var mı? (Ç. T. Ünver)

CEVAP: Yaptığınız işte bir emek var ama bu emek kimin işine yarar? Onu bilmiyorum. O reklamları tıklayanlar, sizin bundan para kazanacağınızı biliyorsa bu iş karşılıklı rızaya dayandığından kazancınız helaldir. Zira Kur’ân-ı Kerim ticaretin, karşılıklı rızaya dayalı olmasını öngörmektedir. Benim bildiğim bu. Siz vicdanınızın sesine göre hareket edersiniz.

Bir miras meselesi...

SORU: Anneannem vefat edince dedem ikinci evliliğini yaptı. Bu hanımın önceki eşinden 5 çocuğu vardı. Üçünü dedem büyüttü. Bu evliliklerinden çocukları yok. Annemler 4 kız 1 erkek toplam 5 kardeşler. Dedemin vefatından sonra kalan yerler var. Dinimize göre nasıl taksim edilmesi gerekiyor? (Ersin Nasuhi Kaya)

CEVAP: Ölen dedenizin hanımına, kalan malın 1/8’i düşer. Çocuklar 4 kız 1 erkek olduğuna göre kızlar, kalan maldan 1’er pay, erkek kardeş de 2 pay alır. Miras, dini bir mesele değil, dünyaya ilişkin bir meseledir. Bugün kanunun belirlediği ölçülerle mirası paylaştırırsınız. Kadın zaten kendi hakkından vazgeçmez. Çünkü kanuna göre kadın mirasın sanırım 1/4’ünü alır. Geriye kalanı da kanun çerçevesinde çocuklar eşit biçimde paylaşırlar. Birbirlerine haklarını helal ettikten sonra artık ahiret sorumluluğu doğmaz.

Umre, yarı hac sayılır

SORU: Umreye giden bayan geldikten sonra kapanmak zorunda mı? (A. Çekirdekçi)

CEVAP: Kapanmanın umreyle ilgisi yoktur. İslâm bilginlerinin ittifakına göre kadının zineti olan saçını örtmesi Kur’ân emridir. Umre dini bir seyahattir. Umre yapmak sevaptır. Yarı hac sayılır. Umreye gidip gelen kadın kapanmazsa günahı daha fazla olur diye bir şey yok. Umreye gitmek isteyen gider ama kapanıp kapanması kendi seçimidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.