Şampiy10
Magazin
Gündem

Dinde taklidin yeri (3)

Her zaman şımarık egemen tabaka, taklit geleneğinden yana olurlar. Çünkü onların çıkarı bunu gerektirir. Zira o düzen içinde çevrelerine hakim olurlar, sömürülerini sürdürürler.

Toplumun değer yargıları değişirse kendileri de mevki ve nimetlerini kaybedebilirler. Bundan dolayı onlar, Peygamber’in, kurmakla görevlendirildiği yeni değerler sistemine şiddetle karşı koydular. Demek ki bu karşı koymanın asıl nedeni, din kisvesi altında dünya tutkusuydu.

Zayıf toplumların, kendilerinden güçlü toplumlara karşı bir hayranlık duyup onları taklit etmeleri sosyolojik bir kuraldır. Böyledir ama neden İslâm milletleri bu zayıf duruma düşmüşlerdir? Dinleri onlara “Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiğince kuvvet hazırlayın” (Enfal: 60) dediği halde niçin onlar böyle uyuşmuşlardır? Bunun birçok nedeni vardır.

Bilim, insanlığın ortak malıdır. Hz. Muhammed’in buyurduğu, bilim ve hikmeti, bulduğu her yerde almak Müslüman’ın görevidir ama asıl medeniyetin kendisi olan ahlak ve törelerinden feragat etmemesi gerekir. Araf: 28. ayette, yaptıkları kötülüğü Allah’ın buyruğu sananlara, Allah’ın, kötülükleri emretmeyeceği vurgulanıyor. İnsanlar, atalarından gördükleri geleneklere alışırlar, onları din sayarlar. Atalarının batıl geleneklerini Allah’ın buyruğu zannedip körü körüne onları taklit ederler. Kur’ân’ın emirlerine aykırı olmayan iyi gelenekler örftür, bunlara uyulur ama insanları bağlayıcı, akla mantığa, dinin ruhuna aykırı şeylere uymak kötüdür. Allah kötülüğü emretmez.

Sağduyu sahibi, Allah’ın kötülüğü emretmeyeceğini anlar.

Fakat şeytanla dost olmuş insanlar, şeytanın, gözlerinde süslediği kötü, batıl şeyleri, Tanrı buyruğu sanırlar. Yüce Allah, Elçisi’ne, o düşüncesizlere “Allah kötülüğü emretmez. Siz Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” demesini emretmiştir.

Kolay dini zorlaştırdılar

Din, Hz. Muhammed ile ve onunla inen Kur’ân ile tamamlanmıştır. Artık Kur’ân’dan sonra kimse kendi kendine din kuralları koyamaz, Kur’ân’ın getirdiği sade ve kolay dini bozamaz. Dinde yenilikler, yani uydurmalar çıkarmak hurafedir. Dini zorlaştırır. İşte bugünkü türbe dini, ağaçlara bez bağlama dini, ne dediğini bilmeden okuma dini, hatim satma dini, cenaze başlarında cennet cehennem hesabı kesme dini haline gelir. Dinin sadeliğini korumak için temel hükümlere yeniler eklenmez, eklenemez. Eklenenler din değildir ve ekleyenler de doğru yoldan sapmışlardır.

Kur’ân’a göre sadece ve sadece dört tür et ürünü haramdır.

Nedir onlar: Leş, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş olan hayvan (ki murdardır) ve akıtılmış kan. İşte haram olanlar bunlardır. Ama zamanla insanlar şuradan buradan esinlenerek bir sürü yasaklar koydular. “Karga eti haramdır, parçalayıcı hayvanların eti haramdır, şu haramdır, bu haramdır” dediler. Kur’ân dinini bozdular, kolay dini zorlaştırdılar.

Yazının devamı...

Dinde taklidin yeri (2)

Gençler yeni düşünceleri kabule daha elverişlidir. İşte bundan dolayıdır ki, henüz gençlik çağının doruğunda olan Hz. Muhammed, peygamber olarak seçilmiştir. Önce ona inananlar gençlerdi. Bu genç insanlar Müslüman olunca, Peygamber’in öğretilerini, geleneklerine aykırı, türedi fikirler sayan anne-babalar, bunlara baskı yaptılar, engel olmaya çalıştılar. Böylece anne-babalarıyla yeni imanı kabul eden gençler arasında sürtüşme, huzursuzluk başladı. İşte Lokman’ın öğütleri arasında Allah’ın, insana ana-babasına iyilik etmesini, fakat ebeveyni kendisini şirke sokmaya çalıştıkları takdirde bu hususta onlara itaat etmemesini tavsiye etmesi, bu gençlerin durumuna bir çözüm getirmektedir. Çoğu insan, geleneklerine ve vehimlerine kapılıp doğru yoldan sapmış, onların ardından gelen nice nesiller de körü körüne onları taklit edip batıl yolda yürümüşlerdir.

Bu insanlara gittikleri yolun yanlışlığı gösterilip hak yola davet edilseler, bir türlü körü körüne saplandıkları taklit bataklığından çıkamazlar. Gittikleri yolun yanlışlığı ispat edilse, onlar atalarının gittiği yolun doğru olduğuna inanır, bir türlü ondan ayrılmazlar. “Üstat böyle dedi, onun dediği doğrudur” diye ısrar ederler. Peygamberler dahil, her insan hata yapabilir. Ancak peygamberlerin hatasını vahiy düzeltir. Fakat peygamber olmayan insanların hatasını kim düzeltecek? Onun için peygamberlerden başka hiç kimseyi körü körüne taklit etmek doğru olamaz.

“İşte benim yolum budur”

Dinde taklit batıldır. Allah, Elçisi’nin ve ona uyanların, birer gelenekçi değil, bilinçli hareket eden basiretli insanlar olduklarını bildirmektedir: “De ki: İşte benim yolum budur: Allah’a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah’ın şanı yücedir, ben ortak koşanlardan değilim.” Mukallit (taklitçi) Müslüman, Peygamber’e tabi olan basiretli müminler sınıfına girmemiştir. Peygambere vahyedilenlerin ilim, açık, kesin kanıtlar, belgeler olduğunu vurgulayan ayetler ve bu anlamdaki hadisler taklidi reddetmekte, yüce Allah, mukallit müşrikleri sağırlık, körlük ve düşüncesizlikle nitelendirmektedir.
Yüce Allah, Peygamber’in diliyle “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz(din)den daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yolunu)mu (tutacaksınız)?” (Zuhruf: 24) ayetiyle Peygamber’in getirdiği en doğru yola uymayanları kınamaktadır. Çünkü bunlar, cahil insanların çağlar içinde oluşturdukları gelenekler değil, saf akıldan, soyut ruhtan vahyedilmiş parlak düşüncelerdir. Enam: 90. ayet, gerçek imanın, ancak bir şeyi düşünüp, doğruluğuna kanaat getirmekle elde edileceğini, körü körüne taklidin, kafirlerin işi olduğunu belirtiyor. Bundan dolayı müminlerin, saplantılardan kurtulup inançlarını araştırma, düşünme ve tam kanaat üzerine bina etmeleri gerekir.

Yazının devamı...

Dinde taklidin yeri (1)

SORU: Bernard Lewis’in 1970 yılında ilk baskısı yayınlanan “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı kitabının 108’inci sayfasının 2’nci paragrafında Peygamber Efendimize atfedildiği söylenen, “En kötü şeyler yeniliklerdir, her yenilik bir bidat, her bidat bir günahtır ve her günah cehennem ateşine götürür” cümlesi yer almaktadır. Böyle bir söylem var mı? Eğer yoksa bu kitapta yayınlanan sözler hakkında herhangi bir tekzip veya tepki gösterildi mi? (Süleyman Akbay)

CEVAP: Evet öyle bir hadis vardır ama bu, tamamen din hakkındadır, dine hurafelerin karışmasını önleme amacına yöneliktir. Kastedilen yenilik, gelişmeyle ilgili değil, dine yeni şeyler katıp dinin sadeliğini bozma tarzındaki uygulamalardır ki buna yenilik değil, bidat denilir. Kur’ân’ın kendisi de yeni bir din getiren yepyeni bir mesajdır. Düşünsel gelişmelere karşı çıkıp atalar geleneğine körü körüne bağlananları kınamaktadır: “Rahman’dan onlara hiçbir yeni zikir (uyarı) gelmez ki, mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar” (Şuara: 5), “Kendilerine Rablerinden gelen her yeni uyarıyı mutlaka eğlenerek dinlerler” (Enbiya: 2), “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun” dense ‘Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız (onların yolundan gideriz)’ derler” (Lokman: 21), “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin’ dense, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Babaları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?” (Maide: 104).

Toplumlar gelenekçiydi

Bu ve benzeri birçok ayet, insanı düşünceye, körü körüne taklitten kaçınmaya çağırmaktadır. Lokman Suresi 21’inci ayette Allah’a ortak koşanlara, Hak yolundan sapanlara, Allah’ın indirdiği buyruklara uymaları söylense de atalarından gördükleri yoldan ayrılmayacaklarını söyledikleri belirtiliyor. Oysa uydukları atalar yolu, şeytanın gösterdiği yoldur. Ayette bir türlü şeytanın yolundan ayrılmak istemeyen sapıkların davranışına hayret belirtilmektedir. Körü körüne atalarının yolunu taklit eden, geleneklerini din sanıp “Biz atalarımızın izinde gideriz” diyen müşrikler, iniş sırasına göre ilk defa Lokman Suresi’nin 21’inci ayetinde, sert biçimde kınanmakta ve “Şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırsa da mı, atalarının izinde gidecekler?” ifadesiyle atalarının yolunun, şeytanın çağırdığı cehennem yolu olduğu anlatılmaktadır.

Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Arap toplumu, gelenekçi bir toplumdur. Özellikle Orta Arabistan halkı, geleneklerine son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdır. Aslında diğer toplumlar da genelde böyledir. İnsanlar kolay kolay gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul edemezler. Özellikle yaşlılarda eskiye bağlılık hissi daha güçlüdür. Gelenekçilik, gençlerde henüz o kadar kökleşmediği için gençler, yeni düşünceleri kabule daha elverişlidirler.


Yazının devamı...

Erkeğin küpe takması toplumun kabulüyle ilgilidir

SORU: Beş vakit namazını kılan, orucunu tutan bir gencim. Küpe takmak istiyorum ama erkeklerin küpe takmasının mekruh olduğu söyleniyor. Böyle bir şey var mı? (Okan Turgut)

CEVAP: Kur’ân böyle bir yasak getirmemiştir. Erkeklerin küpe takması toplumun örfüne yani geleneğine aykırıdır. Bu bakımdan bazı fıkıhçılar bunu haram sayarken bazıları sadece mekruh saymışlardır. Toplumda küpe takan erkeklere pek iyi gözle bakmazlar. Bunun dinle ilgisi yok, toplumun kabulüyle ilgisi vardır. Hz. Peygamber’in saçları uzun, hatta örüklü olmasına karşın zamanla saç uzatmak toplumca erkeklere yakıştırılamamış, “Saç uzatıp anana benzeyeceğine bıyık uzat da babana benze” denilir olmuştur.

Ben de size diyorum ki: “Küpe takıp anana benzeyeceğine normal giyin de babana benze.” Tabii ki tercih yine de sana aittir.

‘Kutsal yerlerin hizmetçisiyim’

Aksi görüşte olanlar bulunmasına karşın bazı resimlere bakılırsa Yavuz Sultan Selim de kulağına küpe takmıştır.

Bir kısım araştırmacılara göre Yavuz‘un kulağına küpe takması Mısır seferi zamanına dayanır. “Yavuz, kutsal sayılan Kahire Camii’ne girdiğinde Kahireliler ona Hâkim-i Haremeyn (kutsal yerlerin hâkimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve ‘Ben olsam olsam Hadim-i Haremeyn (kutsal yerlerin hizmetçisi) olabilirim’ der. Bu olay üzerine o dönemde hademelerin taktığı küpeyi kulağına geçirir.” Yahut Mısır Seferi’nde küpeli erkekler görüp “Bu insanlar neden küpe takıyor?“ diye sorar ve “köle (kul) oldukları için“ denilir. Bunun üzerine “Biz de Allah’ın kuluyuz“ diyerek küpe takmaya başlar. Taktığı küpe o dönemde köleler tarafından takılan cinstendi, o da kendisini Allah’ın kölesi görüyordu. Köle küpesini takarak Allah’ın kölesi olduğunu göstermek istedi.

İhtişamdan hiç hoşlanmazdı

Bu görüşe katılmayan tarihçiler ise Yavuz‘un küpe takmadığını, böyle resimlerin Yavuz döneminden uzun süre sonra yapıldığını ve gerçeklik değerinin bulunmadığını savunmaktadır. Çünkü ergen erkeklerin kulaklarını deldirip küpe takmaları İslâm hukukçularında mekruh görülür yani hoş görülmez. Dinin bu hükmünü bilen Yavuz Sultan Selim‘in kulağını deldirip küpe taktığı olası değildir. Zira Yavuz, Mısır seferi dönüşünde oğlu Süleyman’ın süslü elbiselerini görünce, “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?“ demiştir. Yavuz, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişahtır. Bazı tarihçilere göre de bu küpeli resim, Yavuz’a değil, Şah İsmail‘e aittir. Bu görüşün nedenini ise şöyle ifade ediyorlar: “Başında Şii mezhebinin alâmeti olan kızıl börk ve bunun üzerinde İran şahlarına mahsus taç vardır. Ayrıca küpe de Şia mezhebinde caiz görülmektedir.”

Yazının devamı...

Mescid-i Dırar

Hz. Peygamber, Medine’ye hicret buyurduklarında, kente beş kilometre mesafede bulunan Kuba mevkiinde iki-üç gün kalmış ve orada kendisine bir namazgah yeri çevrilmişti. Daha sonra Kuba halkı, Peygamber’in namaz kıldığı yerde bir mescit yaptı. Onun izniyle soğuk, sıcak zamanlarda, gece vakitlerinde orada namaz kılarlardı. Kuba’da bir başka mahalle daha vardı. Sakinleri, Ganem ibn Avf Oğulları’ndandı. İkiyüzlü insanlardı. Bunların yanına, Peygamber’in yaman düşmanı olan Ebu Amir adlı kişi gelip giderdi. Cahiliyle döneminde müşrikken Allah’ın birliğine inanıp Hıristiyan olmuş, rahiplik makamına kadar yükselmiş olan Ebu Amir’in, Hazreçliler yanında büyük itibarı vardı. Peygamber’in Medine’ye gelmesiyle din liderliği elinden gittiğinden ona son derece düşman olmuş, Kureyş’e gidip onları, Müslümanlara karşı kışkırtmıştı.

Huneyn Savaşı’na kadar Peygamber’le mücadelesini sürdüren Ebu Amir’in, görünürde Müslüman olduğu anlaşılıyor. Çünkü Huneyn’de müşriklerin bozulmasıyla Şam’a giden bu kişi, Şam’dan Kuba’daki adamlarına, “Elinizden geldiği kadar kuvvet ve silah hazırlayın, benim için de bir mescit yapın. Ben Kayser’e gidiyorum. Onun yanından asker getirip Muhammed’i ve arkadaşlarını Medine’den çıkaracağım” diye bir mektup yazdığı rivayet edilir. Eğer Ebu Amir, Medinelilere kendisi için bir mescit yapmalarını yazmışsa Müslüman olduğu anlaşılır. Ayetten anladığımıza göre Kuba’daki ikiyüzlüler, gizli planlar kurmak, Müslümanlardan uzak bulunmak, Müslümanları bölmek ve Ebu Amir’in gelmesini beklemek için bir mescit yapmışlardır. Mescidi bitirince Allah’ın Elçisi’ne gelmişler, ilk Kuba mescidinin kendilerine uzak olduğunu, ihtiyar ve hastaların oraya gidemediklerini, sırf iyi niyetle bu mescidi yaptıklarını söylemişler ve teberrüken gelip mescidlerinde bir namaz kılmasını rica etmişler. O sırada Tebuk Seferi hazırlığı içinde bulunan Allah’ın Elçisi de, “Şimdi sefer hazırlığı içindeyiz. Seferden döndüğümde inşallah gelip namaz kılarım” demiş.

Hz. Peygamber, sefer dönüşünde Medine’ye doğru yaklaştığında onlardan bazıları gelip Peygamber’e, mescidlerinde namaz kılacağına dair verdiği sözü hatırlatmışlar. İşte o sırada “(Seferden geri kalanlar arasında) Zarar vermek, nankörlük etmek, müminlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Elçisi’yle savaşmış olan(adamın gelmesin)i gözetlemek için bir mescit yapanlar da var. ‘İyilikten başka bir niyetimiz yoktu’ diye de yemin edecekler. Oysa Allah onların yalan söylediklerine şahittir” (Tövbe: 107) ayeti, o mescidi yapanların gerçek niyetlerini açığa çıkarmıştır. Peygamber de birkaç kişi gönderip bu mescidi yıktırmış ve yaktırmıştır. Böylece münafıkların bir hıyaneti daha ortaya çıkmış ve yıkılan mescitle birlikte son güçleri de yıkılmıştır. Ebu Amir de Şam’da Kınnesrin’de ölmüştür.

Yazının devamı...

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazımken, anlamadım, anlayamam.


Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti (ırkçılık düşüncesini) şeytan mı sokan zihninize?


Birbirinden müteferrik (ayrı) bu kadar akvamı (toplumları),
Aynı milliyetin (din birliğine dayalı millet)
altında tutan İslâm’ı.


Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir,
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir
(ziyan, felakettir).


Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez,
Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez.


Sizi bir aile efradı (bireyleri) yaratmış Yaradan,
Kaldırın ayrılık esbabını (nedenlerini) artık
aradan.


Siz bu davadayken yoksa iyazen-billah,
Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah.
(Siz bu ırkçılık davasını sürdürürken Allah göstermesin, yabancılar bu toprağa sahip olacaklar.)


Diye dursun atalar: ‘Kal’a içinden alınır’,
Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır.
(“Atalar, kale içinden alınır” demişler ama işiten kim? Merhamete muhtaç, üstüne ölü toprağı
saçılmış millet sanki sağır.)


Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
(Ayrılık girmeden bir millete düşman giremez. Toplu çarpan yürekleri top sindiremez.)


Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti,
Irak’ı da taksim ediyorlar şimdi.


NOT

1913 tarihli bu manzumenin yazarı, İstiklal Marşı’nını şairi Mehmet Akif Ersoy, köken itibariyle Türk değil, kendisinin de “Ben ki Arnavutum” sözüyle açıkça belirttiği üzere Arnavut’tur. Ama onun İslâm birliği inancı, kendisine İstiklal Marşı’nı yazma aşkını ilham etmiştir.

Yazının devamı...

İslâm’da kadının yeri (4)

“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar; sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’a) saygılı erkekler ve saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, (İşte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır” (Ahzab: 35), “Rableri onlara karşılık verdi: ‘Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz’ ...” (Al-i İmran: 195). İyiliği emir, kötülükten men etme, bir öğreticiliktir. İslâm, kadına öğreticilik görevini de vermiştir. Peygamber’in hanımları, onun hadislerini ve dini hükümleri ashaba anlatarak öğretmenlik görevi yapmışlardır. Peygamberimiz, hemen her savaşta hanımlarından birini beraberinde götürürdü. Erkeklerin yanında kadınlar da savaşa katkıda bulunmuş, savaşçılara su taşıma, hastalara bakma, yaralıları nakletme gibi askeri görevler yapmışlardır. Cuma ve bayram namazlarına iştirak etmişler, erkeklerle birlikte Allah’a ibadet etmişlerdir. Hz. Peygamber ilim öğrenmeyi, her Müslüman erkek ve kadına görev olarak vermiştir: “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır” (İbn Mace, Mukaddime: 17). Bu hadisin, “Her Müslüman erkek ve kadına farzdır” şeklinde bir türü de vardır fakat o sağlam değildir. “Her Müslüman” tabiri içine zaten kadınlar da girmektedir.

İlim öğrenme konusunda kadınla erkek arasında fark bulunmadığını, İbn Hazm şöyle ifade ediyor: “Akıllı, ergin olan erkek, kadın, hür, köle her Müslümana helal ve haram olan hükümleri bilecek kadar ilim öğrenmek farzdır. Devlet başkanı, kadınların kocalarını, kölelerin efendilerini, bu söylediğimiz şeyleri onlara öğretmeye ve bunları öğretecek öğretmenlere (okula) gitmelerine izin vermeye mecbur eder. İnsanları bundan sorumlu tutmak, bilmeyenler için öğreticiler görevlendirmek, devlet başkanına farzdır.” Hz. Peygamber, hanımlarına son derece nazik davranmış ve nazik insanların kadınlara nazik davranacağını, kadınlara katı davrananların kaba insanlar olduklarını belirtmiştir.

“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) da onlara güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar” (Feydul-Kadir: 2/97), “Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse kıyamet gününde o, benimle şöyle olur: (Peygamber, böyle deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir)” (Feydul-Kadir: 3/496), “Kimin üç kızı yahut üç kızkardeşi yahut iki kızı ya da iki kızkardeşi olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkar (onlara haksızlık etmez)se, onun için cennet vardır” (Tirmizi, Tefsir: sure: 9). Kız çocuklarından utanıldığı, hatta bazı kabilelerde kız çocuklarının diri diri gömülerek öldürüldüğü bir devirde İslâm Peygamber’i, kadının üstüne çökmüş olan kâbusu kaldırmıştır. “Cennet annelerin ayakları altındadır” (Müslim, Birr: 8) meşhur sözüyle de kadını saygının zirvesine oturtmuştur.

Yazının devamı...

Bu yol yol değildir

Adı üstünde cami, toplayıcıdır, siyaset arenası değildir. Camiye gelen bütün insanlar Allah’ın kullarıdır. Orada ırk yok, kardeşlik vardır. İslâm, bütün Müslümanları kardeş sayar ve hep birlikte barışa girmelerini, şeytana uymamalarını emreder: “Ey inananlar, hepiniz birlikte İslâm’a (veya barışa) girin, şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o size apaçık düşmandır” (Bakara: 208). Bazı doğu vilayetlerimizde başlatılan sivil itaatsizlik eylemi, camilere de sıçratıldı. Geçen cuma, bazı kişiler, yanıbaşında cami varken açık alanda namaz kıldılar. Onlara göre güya cami imamları, din görevlileri devletin memurlarıdır yahut Fethullahçı’dır. Onlar Türkçülük propagandası yaparlar. Onların arkasında namaz kılınmaz.
Yine onlara göre “Türk-Kürt kardeşliğine itirazımız yok ama kardeşler eşit olur. Camilerde neden Kürtçe konuşulmuyor?” Bir kere bütün İslâm dünyasında olduğu gibi ülkemizde de ibadet dili Arapça’dır. Vaazlar da elbette resmi dil olan Türkçe verilir. Ama Kürtçe konuşmanın önünde de hiçbir engel yoktur. Camide Kürtçe vaaz verilemez diye bir kanun da yok. Duyduğuma göre doğuda bazı camilerde Kürtçe vaaz verenler de varmış. Böyle şeyler bahanedir. Bu ülkede Türkler, Kürtler, tüm Müslümanlar kardeştir. Bu toprağın vatandaşı olan herkes etnik kökeni ne olursa olsun Türk milletini oluşturur. Elbette bir devletin resmi dili olur. ABD, 51 devletten oluşmaktadır. Ülkede ortak dil İngilizce’dir. Hepsi İngilizce’yi ve Amerikan vatandaşlığını benimsemiş, dünyanın en büyük gücü oluşmuştur.

Boş yere kan dökmeyin, anaların bağrını yakmayın, genç kadınları dul, yavruları öksüz bırakmayın. Birleştirici olan camilere ayrılık tohumu ekmeyin. İslâm, ırkçılığı reddeder. Bütün inananların kardeş olduğunu belirten Kur’ân, Allah katında üstünlük ölçüsünün falan veya filan ırkın, kabilenin, aşiretin mensubu olmak değil, helali haramı bilen, güzel ahlak sahibi iyi insan olmak olduğunu vurgular. Geçen cumada görülen dinde sivil itaatsizlik eylemi tehlikeli sonuçlar doğurur. Müslüman kardeşlerim, böyle bir oyuna gelmemelidir. Bizi bölmeye çalışanlara fırsat vermemeliyiz. Bölünmek ne Türk’e ne de Kürt’e yarar sağlar, sadece düşmanların ekmeğine yağ sürer. Bu ülke hepimize yeter. Allah’ın buyruğuna kulak verelim: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır” (Hucurat: 13). Biz kardeşçe yaşıyoruz. Türk, Kürt, Çerkes, Laz hepsi bir. Etnik köken önemli değil, inanç birliği, ülkü birliği, vatan birliği önemli. Bizi biz yapan değerler bunlar işte.

NOT: “İslâm’da kadının yeri” başlıklı yazımın son bölümünü yarın yayınlayacağım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.