Şampiy10
Magazin
Gündem

Sağlığı veya mali gücü olmayana hac farz değildir

SORU: Bypas ameliyatı geçirdim. Eşimin iki kez kalp kapağı değişti. Hacca gitmeyi çok istememize rağmen tüm vecibeleri yerine getiremeyeceğimizi, buna sağlığımızın elvermeyeceğini düşünerek gidemedik. Daha uygun olan umre ziyaretini yapmak istiyoruz. Böylece Kur’ân’da emrolunanı yerine getirmiş olur muyuz? Namaza başlarken besmele gibi büyük bir zikirden önce subhanekeyi okumanın uygun olmadığı ifade ediliyor. Okumadığımız takdirde namaz kabul olunmaz mı? (Vural Laçin)

CEVAP: Hacca gitmeye sağlığınız elverişli değilse size hac farz değildir. Ama umreye gitmek istiyorsanız gidersiniz. Umreye gitmekle hac borcu düşmez. Umre farz değildir, hac ise farzdır. Fakat sağlığı veya mali gücü olmayanlara hac farz olmaz. Subhaneke okumak için euzu besmele çekmek gerekmez. Çünkü duadır, tespihtir. Besmeleden önce okunmasında ne sakınca var ki böyle uç fikirler ortaya atılıyor? Subhaneke, Allah’ın ululuğunu belirtir. Namaza başlarken de besmeleden önce “Allahu ekber” diye tekbir alırız. Tekbirsiz namaza başlanmaz. Dua ve tespihlerde euzu çekilmez. Euzu besmele Kur’ân’a başlarken gereklidir. Çünkü bu husus Kur’ân’ın emridir. Kur’ân okumak istediğin zaman Allah’a sığının, “euzu billahi mineşşeytanirrecim” deyin.

Namazın özü Allah’ı zikirdir

SORU: Fazla kilolu biriyim. Dizlerimin üzerinde namaz kılmakta zorlanıyorum. Sandalyede namaz kılabilir miyim? Bazı kişiler “sandalyede namaz olmaz” diyor, doğru mu? (Mümin Işın)

CEVAP: Siz, dini bilmeyen o insanlara bakmayın. Namazın özü Allah’ı zikirdir. Ayakta durmak, rükû, secde namazın temel ögeleridir ama bunlar normal sağlıklı insanlar için şarttır. Kilosundan dolayı ayağa kalkıp oturmakta zorlanan, nasıl kolayına gelirse öyle kılar. Sandalyede veya oturduğu yerde kılar. Otururken biraz eğilmek rükû, biraz daha eğilmek secde olur. Dinde zorluk yok, kolaylık vardır. Namazda beden hareketinden çok gönlün Allah’a verilmesi, gönülden Allah’ı düşünmek önemlidir.

Kur’ân şöyle buyurur: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru” (Al-i İmran: 191), “Namazı kıldığınız zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allah’ı anın, güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın” (Nisa: 103). Gördüğünüz üzere Kur’ân namaz kılmayı şarta bağlamıyor, gücü yetmeyen, özürlü olan kimsenin oturarak, hatta uzanarak da namaz kılabileceğini belirtiyor. Bu kolaylık karşısında şunun bunun tutarsız yorumlarının bir değeri yoktur.

Yazının devamı...

Allah’ın kendisi halis ruhtur

DÜŞÜNSEL işlevden ibaret olan bu doğurma, Baba’nın, kendi lahutunu (Tanrılığını) düşünüp zatını anlamasıdır ki bu da Kelime demektir. Yine ikinci elemana (yani Hak’tan çıkan ilk cevhere) nur, şua (ışın) ve ziya (ışık) da denir.

Üçüncü eleman ise bu ikisinin birliğini oluşturan ve “Kutsal Ruh” denen irade cevheridir. Allah’ın kendisi, halis ruhtur. Tekaddüs (kutsallaşma, tertemiz olma) kendisinin aynıdır. Birinci ve ikinci elemanlardan her birinin ruh denecek bir yönü vardır. Çünkü arada birlik mevcuttur. Fakat birincisi kendi mertebesine ve ikincisiyle olan ilişkisine delalet eden bir isimle; ikincisi de yine kendisine özgü bir isimle çağırıldığından üçüncüsüne daha genel olan isim (ruh) kalmış, ona Oğul denmemiştir. Onda da Baba’nın doğası ve cevheri vardır ama failine benzemeyi gerektiren bir akıl işleviyle Baba’dan çıkmadığı için ona Oğul denmemiştir. Babadan irade işlevi çıkmıştır. İkinci elemanın birinciden çıkması, Habil’in Adem’den olması gibidir. Üçüncü elemanın birinciden çıkması ise Havva’nın Adem’den olması gibidir. Bunların hepsi bir tek hakikattir.

Çocuk sayısı kader mi?

SORU: Fazla çocuk yaptıkları için anneme ve babama kızıyorumdum. Eğer evlenirsem bugünün şartları gereği sadece 1 çocuğum olmasını isterim. Bir insanın dünyaya gelmesinde sebep-sonuç ilişkisi, çerçevesinde anne babanın sorumluluğu, iradesi veya karar vermesi mi etkili yoksa Allah zaten bir şekilde o çocuğu yaratacak mıydı? Çok çocuk, bazı ailelerin kaderi mi? Bu durumu dini açıdan yorumlar mısınız? (İlter Gökcan)

CEVAP: Siz çocuk istemiyorsanız önleminizi alırsınız. Din buna cevaz vermiştir. Ama bir çocuğun dünyaya gelişi kaderde varsa ne kadar önlem alsanız da yine o çocuk dünyaya gelir. Bir olay olur, önlem unutulur veya etkisiz kalır. Çocuk olur. Allah’ın iradesine ve kaderine hiçbir şey engel olamaz. Ama önlem alınması da yine kaderin tezahürüdür. Eğer çocuk olacaksa önlem alınması bir şekilde önlenir. Kaderin ayrıntısını ne ben bilirim ne de herhangi bir kimse.

Yemin değil, beddua

SORU: Kızının anaroksiyaya (yemeyi reddetme hastalığına) yakalandığını belirten bir okurum, haziran sonuna kadar 52 kiloya çıkmazsa kursa göndermeyeceğini, eğer gönderirse “annemin ölüsünü göreyim” şeklinde yemin ettiğini belirtiyor. Ancak doktoru, mart ayının sonuna kadar 52 kilo hedef koyduğunu söylemiş. Ettiği yeminden dönmek için ne yapması gerektiğini soruyor.

CEVAP: Söylediğiniz cümle geçerli bir yemin formu değil, kendi aleyhine budduadır. Yemin, Allah’ın adı anılarak yapılır. Bunun tersi yapılırsa bir şey gerekmez ama isterseniz bir fakire 50 lira verirsiniz. Geleceğe ait bir yeminden dönmenin kefareti ya 10 yoksulu giydirmek yahut onları 1 gün doyurmak veya 3 gün ardı ardına oruç tutmaktır.

Yazının devamı...

Nur-i Muhammedi felsefesi Yunus’un şiirlerinde...

YUNUS Emre, Nur-i Muhammedi felsefesini şiirlerinde şöyle özetliyor:

Hak bir gevher yaratdı kendünün kudretinden
Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden.
(Allah, kendi kudretiyle bir cevher yarattı. Sonra o cevhere baktı. Hak bakınca cevher O’nun
heybetinden eridi.)

Yidi kat yir yaratdı ol gevherün nurından
Yidi kat gök yaratdı ol gevherün buğından.
(O cevherin nurundan yedi kat yer tütününden de yedi kat gök yarattı.)

Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasundan
Tağları muhkem kıldı deniz köpüginden.
(O cevherin damlasından yedi deniz yarattı. Dağları deniz köpüğünden sağlam yaptı.)

Muhammed’i yaratdı mahlukat şefkatinden
Hem Ali’yi yaratdı müminlere fazlından.
(Yaratıklara acıdığından dolayı Muhammed’i, inananlara lütfundan ötürü de Ali’yi yarattı.)

Gayıb işin kim bilür meger Kur’ân ilminden
Yunus içti esridi ol gevher denizinden.

(Gayba ait işler Kur’ân bilimiyle öğrenilir. Yunus
o ilk cevherin denizinden içti de sarhoş oldu.)
Yunus Emre, ilk yaratılış aşamasının Allah’ın gayb âleminden olduğunu, bunları kimsenin bilemeyeceğini, gayba ait bilgilerin ancak Kur’ân’dan öğrenileceğini söylüyor ama bu ilk cevher, Muhammed’in nuruna ilişkin sözlerinin Kur’ânda yeri yoktur. Bu konuda söylenen sözler, yapılan felsefeler hep çok eskilerden gelen teozofi şablonundaki isimlerin değiştirilmesinden ibarettir. Bu, Hz. Muhammed’in nurunun veya aklının ilk yaratılan cevher olduğu hususunda ne ayet var, ne de sağlam bir hadis. Aslında bu felsefe Hıristiyanlık’taki üçleme inancının İslâm literatürüne adaptesinden ibarettir. Çünkü orada da Allah’ın düşüncesinden Oğul’un manevi bir oluşumla doğduğu, bu ikisi arasındaki bağlantının da kutsal ruhla sağlandığı böylece üç Tanrısal varlık oluştuğu belirtilmektedir.

Hıristiyanlara göre Allah üç elemandan oluşur. Baba, üç elemanın birincisi; Oğul ezeliyette ondan, kendisine eşit biçimde çıkmış ikincisi; Ruhul-Kudüs de aynı şekilde ondan çıkmış üçüncüsüdür. Tanrılığın doğası birdir, o da bu doğayla birleşmiş olan üç elemandan her birinin ayrı ayrı cevherler olmasıdır. Birinci eleman kaynak ve başlangıç durumundadır. Allah’ın düşünmesiyle kendisinin tıpa tıp aynı olan ikinci eleman olmuştur (yani Allah’ın düşüncesinden manevi bir doğumla Oğul İsa olmuştur. İkinci eleman, Tanrısal cevher olan birinci elemana tam eşittir. Burada doğurmak kendi düşüncesinden aynen kendisi gibi bir varlığın oluşması demektir. Bundan dolayı elemana Baba, ikincisine Oğul denmektedir. İkincisine aynı zamanda Kelime de denir. Çünkü burada doğurma, hayvanların ve bitkilerin doğurması gibi değil, düşünsel bir işlevden ibarettir.

YARIN: Allah’ın kendisi halis ruhtur.

Yazının devamı...

Ruh-i Azam

Bilindiği üzere nübüvvet, haber vermek, nebi mana âleminden haber taşıyan kişidir. Hakim-i Tirmizi nübüvveti, perdenin kaldırılması ve gaybın sırlarına vakıf olarak Allah’ı bilme, Allah’ın nuruyla örtülü bulunan eşyanın mahiyetine basiret (gönül) gözüyle nüfuz etme diye niteler. Bu konuda başlangıçta fazla felsefi izahlar yokken zamanla açıklamalar felsefi bir nitelik kazanmıştır. Fergani’ye göre nebi, Allah’ın zatından, sıfatlarından, isimlerinden, hükümlerinden ve muratlarından haber veren kimsedir. Doğrudan doğruya Allah’ın zatından alıp haber vermek, Ruh-i Azam’a mahsustur. Allah, Ruh-i Azam’ı (en büyük ruhu) önce külli (bütünsel) nefse, sonra cüzi (bireysel) nefislere gönderir. Onlar Ruh-i Azam’dan ehadiyyet (birlik) zatına, sıfatlarına, isimlerine, kadim (öncesiz) hükümlerine dair bilgiler alırlar. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar her peygamber, Ruh-i Azam’ın nübüvvetinden (peygamberliğinden) bir görüntüdür. Görüntülerin peygamberliği geçicidir, zamanla sınırlıdır. Her peygamber, Ruh-i Azam’ın bir isim ve sıfatının mazharıdır (bir özelliğini taşır). Ruh-i Azam, bunların her birinde bir isim ve sıfatıyla görünmüştür. Hz. Muhammed’de ise bütün zatıyla, tüm isimleri ve sıfatlarıyla görünmüştür.

Onunla nübüvvet (peygamberlik) son bulmuştur. Resul, surette öteki peygamberlerden sonra ise de gerçekte onlardan öncedir. Nitekim o “Biz ilk-sonuncularız” (Buhari, Vudu: 68; Müslim, Cuma: 19, 21; Nesai, Cuma: 1; Darimi, Mukaddime: 8) ve “Adem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim” (İbn Teymiyye, bu hadisin aslı olmadığını söylüyor). Diğer bir rivayette “Adem ruh ile ceset arasındayken ben peygamberdim” demiştir. Yani henüz Adem, ruh ve ceset olmadan önce o peygamberdi. Çünkü Ruh-i Azam’ın nübüvveti, ruhların varlığından öncedir. Surette sonra gelmekle peygamberlik dizisini tamamlamıştır. Mutasavvıflar bunu anlatmak için hayali bir daireyi örnek verirler. Daire, noktalardan oluşur. Kağıt üzerine konulan her nokta, zihinde tasarlanan dairenin hakikati değil, bir görünümüdür. Dairenin hakikati, tamamıdır. Her nokta, dairenin bir sıfatını taşır. Son noktadır ki dairenin bütün hakikatlerini taşır.

Son nokta, ilk noktayla birleştiği zaman daire tamamlanır. Son nokta aynı zamanda diğer noktaları da içine alır. Aksi takdirde son nokta olmaz. İşte bunun için son nokta, dairenin hakikatini taşır. Nübüvvet de böyledir. Gaybta (gizlide) mevcut bir daire. Bu, nübüvvetin hakikati ve manasıdır. Bunun şehadet âlemindeki (dış dünyadaki) varlığı, suretidir (şeklidir). Hakikat, var olma bakımından suretten önce, ortaya çıkıp görünme bakımından suretten sonradır. Birbiri ardınca gelen her peygamber bu nübüvvet dairesinin ayrı bir noktasıdır. Son nokta Hz. Muhammed’dir. Dairenin hakikatini taşıyan Hz. Muhammed, görünür varlık itibariyle son ise de hakikatte Ön’dür. Ruh-i Azam onunla bütün isim ve sıfatlarıyla görünmüştür. Mutasavvıflara göre Hz. Muhammed bunu şöyle açıklamıştır: “Zaman döndü dolaştı, Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığı andaki haline geldi” (Buhari, Tefsiru Sure: 9/8).

Yazının devamı...

Nur-i Muhammedi hakkındaki görüşler

Hadis materyalinde Nur-i Muhammedi’ye ayrı bir önem verilmiş bu nur, Hz. Muhammed’in atalarından intikal eden sperm cevheriyle de özdeşleştirilmiştir. Bu nurun, ilk insandan itibaren Hz. Muhammed’in atalarından, birinden diğerine intikal ede ede Hz. Muhammed’in bedenine ulaştığı ileri sürülür. Aslında bu düşüncenin, değerlerin, şeref ve meziyetlerin atalardan geldiği şeklindeki İslâm öncesi Arap inancıyla ilgisi vardır. İşte bundan ötürü Hz. Muhammed’in Arap dedelerinin gerçek Müslüman, hatta peygamber oldukları söylenmiştir. İbn İshak’ın Siresi’nde Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ın alnında nasıl peygamberlik ışığının bulunduğu, ondan gebe kalan Amine’ye geçtiği anlatılmaktadır. Fakat Şii geleneğine göre Hz. Muhammed’le birlikte Hz. Ali de bu nurdan pay almıştır. Bu nur atalardan geçerken iki eşit parçaya bölünmüş, biri Hz. Muhammed’e, diğeri de Ali’ye ve ondan sonraki imamlara geçmiştir. Buna karşılık Sünniler de dört halifenin bu nurdan yaratıldığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak Allah’ın nurunun atalar yoluyla değil, peygamberden peygambere geçerek Hz. Muhammed’e geldiği görüşü de vardır. Her kişinin hayatının sonunda bu nur, onun vasiyetiyle yerine geçecek kimseye intikal etmiştir (U. Rubin, Nur Muhammedi, Encyclopaedia of Islam, New Edition; 8/125).
Abdul-Muttalib, Zemzem kuyusunu eşerken karşılaştığı muhalefette yalnızlığını hissedince, şayet on oğlu olup bunlar kendisini koruyacak çağa gelirlerse bunlardan birini Allah için Kabe’de kurban etmeyi adamış. On oğlu olup da onlar, kendisini koruyacak çağa gelince içlerinden birini kurban etmeye karar vermiş. Abdul-Muttalib de kurbanlık çocuğu belirlemek üzere oğulları arasında kura çekti. Kur’a, Hz. Muhammed’in babası olacak olan Abdullah’a isabet etti. Bunun üzerine Abdul-Muttalib, oğlu Abdullah’ı kurban etmek üzere kurban yerine götürdü (Taberi, Tarih: 2/241-242).

Durumu görenler, bunu telafi edecek tüm çareleri denemeden bu delikanlının kurban edilmesine izin vermediler. Başvurdukları bir kahinin tavsiyesi üzerine, onar deveyle Abdullah arasında kura çekme işlemi birkaç kez yinelendi. Deve sayısı yüze vardığında kura develere isabet etti ve yüz deve kurban edilip Abdullah kurtarıldı. Muhammed ibn İshak’ın, babası İshak’tan aktarımına göre Abdullah’ın, Vehb kızı Amine’den ayrı bir karısı daha vardı. Bir gün çamurla bir iş yaptığı için üstüne çamur bulaşmış olan Abdullah, karısına gidip onunla birleşmek istedi. Fakat Abdullah’ı çamurlu vaziyette gören kadın, ağırdan aldı (onun temizlenmesini bekledi). Abdullah da gidip öteki karısı Amine ile birleşti. Amine, Hz. Muhammed’e gebe kaldı. Sonra Abdullah, beriki karısına geldi, onunla da birleşmek istedi. Kadın “Hayır” dedi, “Sen gelip benimle birleşmek istediğin zaman iki gözünün arasında bir parıltı vardı. Ben kabul etmeyince sen Amine’ye gittin. Amine senden o parıltıyı aldı” dedi (Taberi, Tarihul-Umam: 1/499).

Yazının devamı...

Hakikat-i Muhammediye

Hakikat-i Muhammediye tezi, bütün yaratıkları, ilk defa yaratılmış bulunan Hz. Muhammed’in bir açılımı görür. Nur-i Muhammedi tezini ilk defa ortaya atan Sehl ibn Abdillah et-Tüsteri, Allah’ın, ilk olarak Hz. Muhammed’i, kendi nurundan yarattığını ileri sürmüş (Tefsirul-Kur’ân, s. 15, 62) fakat Hakikat-i Muhammediye kavramından açıkça söz etmemiş ve bunun bir yaratma sebebi olduğunu söylememiştir. Hakikat-i Muhammediye görüşü, Muhyiddin ibn Arabi ve Abdulkerim Cili tarafından “Vahdet-i Vücud (Varlık Birliği)” düşüncesinin temeli yapılmıştır. Arabi’ye göre varlık, bir tek hakikatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğalma, dış duyuların oluşturduğu zahiri (görünsel) bir şeydir. Allah mutlak (kesin, gerçek) varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O’nu bilmek, varlığını bilmektir. Zatının hakikatini bilmek mümkün değildir.

Allah ezelde vardı ve kendisiyle beraber hiçbir şey yoktu. Âlemi yaratmak isteyince kendinde mevcut ve her şeyin aslı olan; kadimle kadim, muhdesle muhdes sıfatını kazanan külli hhakikate, Allah’tan heba denen bir hakikat tecelli etti (taştı, göründü). Bu, tıpkı yapılacak binanın, kağıt üzerine planını çizmeye benzer. Sonra Yüce Allah, kendi nuruyla o hebaya tecelli etti (filozoflar buna külli heyula derler). Bütün âlem, bilkuvve (potansiyel olarak) bu hebada vardı. Hebada bulunan her şey, gelen bu tecelli nurunu kendi istidadına göre kabul etti. Bu nuru en çok alan da hebada bulunan Hakikat-i Muhammediye idi. Buna akıl da denir. Böylece ilk varlığa çıkan şey, akıl yani Hakikat-i Muhammediye oldu. Bu suretle Allah’ın tecellisinden (görüntüsünden) heba ve hebanın tecellisinden (görüntüsünden) evren oluştu.

“Abdulkerim Cili, Allah’ın en mükemmel biçimde yarattığı Hz. Muhammed’i, cemal ve celal sıfatlarına mazhar kıldığını, cennetle cehennemin, onun iki yönü olduğunu söyler (el-İnsanul-Kâmil: 2/29-48). Mevlânâ Celaleddin-i Rumi de Hakikat-i Muhammediye’yi anlattıktan sonra, Hz. Peygamber’in, Cebrail’den çok büyük olduğunu belirtmek için ‘Ahmed, eğer o ulu kanadını açsaydı Cebrail ebede kadar dehşet içinde kalırdı’ der” (Mehmed Demirci, Diy. V. İsl. Ans). Bunlar şairane, lirik, duygusal ifadeler olmakla beraber ne Kur’ân’dan ne de sağlam sünnetten bir delile dayanır. Tam tersine Kur’ân, Hz. Muhammed’in, Cebrail’in yönetiminde olduğunu vurgular. Necm Suresi’nin ilk ayetleri bunun tanığıdır. İnanç lirik ifadeler üzerine değil, Kur’ân temeli üzerine bina edilmelidir. L. Massignon’un da belirttiği gibi Sünni mutasavvıflar arasında bu düşünce III. (IX) asırdan itibaren ortaya çıkmış ve sonra yavaş yavaş halkın inancına egemen olmuştur (Bkz. L. Massignon, Recueil, 1929, s. 34, nr. 39 ve s. 39).

Yazının devamı...

Nur-i Muhammedi (Hz. Muhammed’in ruhu)

SORU: Nur-i Muhammedi nedir? Allah bir kudsi hadiste Peygamber Efendimiz için “Seni yaratmasaydım kâinatı yaratmazdım” demiş midir? Başka gezegenlerde hayat varsa burada yaşayanlara da peygamber gelmiş midir yoksa bunlar da Kur’ân’a mı tabidirler? (Ferhan Tuncel)

CEVAP: Nur-i Muhammedi, Hz. Muhammed’in nuru demektir. Mutasavvıflara göre yüce Allah, önce Hz. Muhammed’in nurunu yarattı. Binlerce yıl Allah’ın huzurunda ibadet halinde duran bu nurdan bütün evreni yarattı. Bu felsefe, “Allah önce benim nurumu yarattı, önce benim aklımı yarattı” gibi uydurma hadislere dayandırılmaktadır. “Sen olmasaydın bu felekleri yaratmazdım” şeklindeki hadis de Kur’ân’a aykırıdır ve uydurmadır. Allah evreni kimsenin hatırı için değil, kendisi için, kendisinin tanınıp tapılması, isim ve sıfatlarının etkinleşmesi için yaratmıştır. Uçsuz bucaksız evrenden, yüz milyarlarca güneş sistemlerinden oluşan yüz milyar galaksiden haberi olmayan sığ insanlar böyle kolay sözlere inanabilirler ama uzay bilimine vakıf insanlar sadece dünyayı değil, belki yüzlerce dünyayı ve yüzlerce dünyalar üzerindeki yaratıkları düşünür, Allah’ın yaratıcılık vasfını sadece bir tek şahsa bağlayamazlar.

Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur ve Allah kimseye de âşık olmaz. Her yaratığını sevdiği için yaratır. O, her yaratığında vardır. İslâm tarihinde bu teoriyi ilk geliştiren Sehl ibn Abdullah et-Tüsteri’dir. Tüsteri, görüşünü Nur Suresi’nin 35’inci ayetine dayandırmaktadır.

Yüce Allah, ezeli zatını Muhammed’in nuru şeklinde göstermek istemiş, kendi nurundan çıkardığı bu nurdan bir nur direği oluşmuştur.

Mutasavvıflara göre evrenin aslı olan ilk ışık durumundaki Muhammed, âlemlerin Rabbi önünde cisimsiz, biçimsiz olarak milyonca yıl ibadette kalmıştır (mayasına kulluk katılmıştır). Bu durum, onun ilk doğasının ubudiyyet (kulluk) olmasını sağlamış ve onu yakîn (kesin) görme noktasına getirmiştir. Zira Allah, henüz Adem yaratılmadan bir milyon yıl önce Muhammed’e, kendisini gösterme lütfunda bulunmuştur. Sudûr tezini “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şahit tutmuştu. ‘Evet, (Rabbimizsin)’ dediler” (Araf: 172) ayetiyle ilişkilendiren Tüsteri, insanların, esas itibariyle peygamber atalardan sudûr ettiğini (onlar da Hz. Muhammed’in nurundan sudûr etmesi) dolayısıyla tüm insanların, temelde Muhammed’in nurundan çıktığını belirtiyor. Yalnız Adem değil, bütün varlıklar da Muhammed’in nurundan taşmıştır: “Peygamberlerin nuru, Muhammed’in nurundan çıktığı gibi, bütün göksel ve yersel varlıklar da, dünya ve ahiretin nuru da Muhammed’in nurundan doğdu” (Tüsteri, Tefsir: 47). Bütün manevi muratlar (arzular, istekler) ve müritler (arzu edenler) hep o nurdan kaynaklanmıştır. Tüsteri’nin Allah’ın nurundan ilk önce çıkmış olup O’nun huzurunda bin kere bin (bir milyon yıl) ibadette kıyam eden Muhammed’in nuru biçimini, fani evrenin şablonu olarak düşündüğü anlaşılıyor.

YARIN: Hakikat-i Muhammediye

Yazının devamı...

Vicdanınızın sesine uyun

SORU: 30 yaşında bekâr erkeğim. Birlikte olduğum kadın evlilik beklemeyen, daha önce de birkaç kişiyle geçmişi olan biriydi. Hamile kaldı. Henüz 3 haftalık olan bu gebeliği kürtajla sonlandırmak cinayet gibi büyük bir günah mıdır? Sırf bu günaha girmemek için onunla evlenmeye mecbur kalacağım. Ancak onun hayırlı bir eş ve iyi bir anne olacağından şüphe ediyorum. İşlediğim günahtan ötürü pişmanım. Ne yapmalıyım? (M. Z.)

CEVAP: Sebepsiz yere çocuk aldırmak günahtır. Siz o kadınla mutlu olmayacağınıza kanaat getirmişseniz niçin önlem almadınız? Kadın üç haftalık hamile. Sanıyorum siz nikâhsız bir çocuk sahibi olmak istemiyorsunuz. Tabii toplum bunu pek hoş karşılamaz ama ille kadınla evlenmeniz gerekmez. Çocuğu kabullenirsiniz, daha doğrusu babası olduğunuzu kabul edersiniz, onunla ilgilenirsiniz. Aslında bu konuda kesin bir şey söyleyecek durumda değilim. Vicdanınızın sesine uymalısınız.

Önemli olan Allah için ibadet etmektir

SORU: Norveç’te yaşıyorum. Namaz vakitlerinin doğru olanını bulmaya çalışıyorum. Yaptığım araştırmalar sonucunda 4-5 değişik imsakiye buldum. Ancak hangisini uygulayacağımı bilemiyorum. Burada yazın 1.5-2 ay hava kararmıyor. Haziran ve temmuz aylarında güneş gece saat 23.45’te batıyor, 02.15’te yeniden doğuyor. (Tuğushan Alp)

CEVAP: Böyle yerlerde önemli olan güneşin hareketi değil, belli aralıklarla ibadet etmektir. Bana göre en doğrusu, sizin İstanbul saatine göre oruç tutmanız ve namaz kılmanızdır. Güneşin batması veya doğması hiç önemli değildir. İstanbul’dakilerle beraber oruca başlar ve onlarla beraber orucu bozarsınız. Namazları da aynen İstanbul’daymış gibi vakitler belirleyip kılarsınız. Önemli olan Allah’ı unutmamak ve O’nun için belli aralıklarla ibadet etmektir.

Oruç fidyesi hakkında

SORU: Ben ve eşim yaşımızın ileri olması ve sağlık sorunlarımız nedeniyle oruç tutamıyoruz. Tutulmayan oruçlar için ödeme yapmak zorunluluğu olduğunu biliyoruz. Emekli maaşımızla ikimiz için de ayrı ayrı ödeme yapma zorunluluğumuz var mı? (Mehmet Güllü)

CEVAP: Eğer dayanamayacak yaştaysanız oruçla yükümlü değilsiniz. Çünkü “Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez” (Al-i İmran: 286). Ama tutabilecek fakat zorlukla tutabilecek durumdaysanız o zaman her gün için 6 TL fidye vereceksiniz. Tabii her biriniz için ayrı ayrı fidye gerekir. Ama fidye verecek durumda değilseniz, oruç da tutamayacak kadar yaşlıysanız size oruç farz değildir. Bir şey ödemeniz gerekmez.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.