Şampiy10
Magazin
Gündem

Camide saf düzeni

SORU: Cemaat farz namazlarını kılmaya başladığında,
caminin yüzde 80’i boşken safların düz ve sık olması isteniyor. Safta duranlar yanındakini omuzuyla iterek açtığı bir karışlık yere arka saftan adam çağırıyor. Gelen kişi de yanındaki iki kişiyi iterek kendine yer açıyor. Bu şekilde sıkışık saf düzenlemesi bazı sıkıntılar yaratıyor.
Cemaatin kalabalık olduğu cuma ve bayram namazları dışında, dini bakımdan sakıncası yoksa Diyanet’in böyle bir uygulama yaptırması iyi olur kanaatindeyim. (Rüştü Çoban)

CEVAP: Öneriniz kısmen yerinde. Peygamberimiz, saflar arasında açıklık olursa şeytanın araya girip insanlar arasına soğukluk atacağını belirtmiştir. Amaç, insanlar sık dururken omuzların temasıyla birbirlerine daha yakın olmaları, fiziksel yakınlığın içsel yakınlığa da sebep olacağı düşüncesidir. Ama yakın olacağım diye insanların birbirini itmesi, zorla safta yer açması doğru
değildir. Önde bir kişinin sığacağı kadar açıklık olunca arkadaki saftan biri orayı doldurur. Peygamberin öğüdü böyledir. Siz yine de sorularınızı Diyanet’e yöneltin. Çünkü muhatap orasıdır.


Cennete kim gider?

SORU: Sizin ifadeleriniz olan ehli kitabın cennete gireceğine (bahsettiğiniz şartlara riayet etmek şartıyla) dair delillerinizin yer aldığı bir kitabınız veya makaleniz var mı? (Emrah Daş)

CEVAP: Bu mesele 30-35 yıldan beri yadığım şeyler. “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri” adlı eserimde Bakara 62, Maide 69. ayetlerin tefsirine bakabilirsiniz.
Ayrıca “İslâm’da Güncel Tartışmalar” adlı eserimde İslâm konusunu, “İlahi Dinlerin Ruh Birliği” adlı risalemi, “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserimde Kitap Ehli maddelerini okuyabilirsiniz. Ben peygamberler arasında ayrılık görmem. Benim Peygamberim Hz. Muhammed de görmedi, “Biz peygamberler baba bir kardeşleriz” dedi. Hiç kimsenin Allah’ın rahmetini ve cennetini kendine tahsis etme hakkı yoktur. Kur’ân, cennete gitmek için üç şart belirtmiştir: Allah’a iman, ahirete iman ve salih amel. Bakara 62, Maide 69, Al-i İmran 113-114, Nisa 123-125.
ayetleri, çarpıtılmamış bir mealden okuyun.


Bölücülüğün böylesi

SORU: Hac veya umreye gidip Suudi imamın arkasında namaz kılmanın Vahabi arkasında namaz kılmak olduğu, bunun da hiçbir sevabı bulunmadığı mealindeki bir yazıyı internette okudum. Sizin bu konudaki yorumunuzu öğrenebilir miyim? (Adnan Öztürkeri)

CEVAP: O yazıyı kim yazmışsa cahildir. Vahabiliğin
ne olduğunu bilmiyor. Mezhebi din haline getiriyor, Müslümanları bölüyorlar. Vahabi, Hanbeli mezhebinin Muhammed ibn Abdulvahhab tarafından yorumlanmasıdır. Hanbeli
mezhebinden başka bir şey değildir. Kur’ân’ı uygulayan Peygamber’in sünnetine bağlı olan insanları İslâm dışı saymak, onların arkasında namaz kılınmayacağını söylemek sapıklıktır. Peygamberimiz “Namazımızı kılan, kıblemize yönelen herkes bizdendir” buyururken bu tür sözleri söyleyenler hiç Allah’tan korkmuyorlar mı?

Yazının devamı...

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik (5)

Bektaşilikte dört kapı inancına bağlı dört inanç daha vardır: İbadet (Allah’ın birliğini içtenlikle kabul etme), niyaz (namazın yerini alan yalvarma), adak (dergaha verilen para, koyun gibi armağanlar), vuslat (mutlak güzellik olan Allah’a ulaşma). Bektaşiliğin önemli kavramlarından ikisi de tevella ve teberra’dır. Tevella, Peygamber soyunu sevmeyi; teberra da başta Muaviye’nin oğlu Yezid olmak üzere Ehl-i Beyt düşmanlarına düşman olmayı ifade eder.

Bektaşi inancı, tarikat zamanla Anadolu’da yayıldıkça Şii inancından, İran’dan veya İran üzerinden gelen Mani, Mazdek ve Buda öğretilerinden, eski Yunan, Roma ve Türk dinlerinden bazı unsurların, hatta Hitit, Lidya ve Frigya inançlarından kalıntıların da eklendiği çok renkli bir mozaik halini aldı. Bektaşiler bu arada Ahmed Yesevi, Bayezid-i Bestami, Muhyiddin ibn Arabi gibi büyük mutasavvıfların bazı görüşlerini de kendi düşünceleri içinde erittiler.

Devlet desteğini iyice yitirdi

Bektaşiliğe sonradan giren başlıca inanç ve âdetler, şerbet yerine şarap içilmesi, evlenmeme (mücerret kalma), şeriatın haram saydığı birçok şeyi mubah sayma (ibahe), hurufilik (harf ve rakamların birtakım gerçeklerin simgesi olduğu inancı; Bektaşiler, Ali kelimesini oluşturan ayn, lam ve ye harflerinin insanı simgelediğine inanırlar). Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı, siyasi otoritenin zayıfladığı bir ortamda, Ahilerle dayanışma içinde gelişmeye başlayan Bektaşilik, başlangıçta bir tarikat yapısına sahip değildi.

Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla örgütlenmeye başladı. İlk Osmanlı hükümdarlarından destek gören Bektaşilik, tam olarak aydınlatılamamış bir süreç sonunda yeniçerilerle bütünleşti ve Yeniçeri Ocağı “Hacı Bektaş Ocağı” diye anılır oldu. I. Murad’dan sonra Osmanlı Devleti Sünni çizgiye iyice oturunca Bektaşilik de devlet desteğini büyük ölçüde yitirdi ama yeniçeriler arasında çok yaygın olduğundan Anadolu’da olduğu kadar Rumeli’de de etkisini sürdürdü.

Tekkeler kurulmaya başladı

1826’da II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı lağvetti ve Bektaşiliği yasakladı. Binlerce yeniçeri ve Bektaşi’nin öldürüldüğü bu dönemde, pek çok Bektaşi, Nakşibendi tarikatına girerek gizlendi. Abdülmecid döneminde yeniden Bektaşi tekkeleri kurulmaya başladı. Kendisi de Bektaşi olan Abdülaziz döneminde güçlenen Bektaşilik, II. Abdülhamid zamanında eski gücüne kavuştu. Cumhuriyet döneminde, 1925’te tekke ve zaviyeler kapatılınca Bektaşilik de başka tarikatlar gibi resmen sona erdi. Ama Bektaşilik günümüz Türkiyesi’nde Alevilikle karışmış olarak varlığını sürdürmektedir.

Yazının devamı...

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik (4)

“Pes imdi aziz-i men. Bir damla süçi bir kuyuya damduğiçün, takvi ehli kavlınca o kuyunun suyunu hep arıtmak gerek imiş ve ol suyun döküldüği yirde biten otı koyun otladuğiçün eti haram oldu; niçün? Sebebi, içinde şeytan fiili olduğıçündür. Pes vay sana kim, içünde kibr-ü hased, buğz-u adavet, tama, öfke ve kahkaha ve maskaralık; bunlardan maada daha nice dürlü şeytan fiili içünde olsa, suyıla yunub nite arınasın (içinde kibir, haset, kızgınlık, düşmanlık, öfke, kahkaha ve alay etme gibi kötü huylar varken, dışarıdan yunmakla nasıl arınabilirsin?)” diyor (Makalat, s. 9-10).

Erenlerden, evliyadan olacak

“Kul Allah-u Taala Hazretleri’ne ericek (Erenlerden olacak, evliyadan olacak. Nasıl olacak?) Dört kapıyı aşıcak, kırk makamdan geçicek, elvasıl ilallah olacak (Yani, Allah’a ulaşmış has kullardan, evliyaullahtan olacak). Bu kırk makamın onu, şeriat kapısı içindedir, onu tarikat kapısı içindedir, onu marifet kapısı içindedir, onu hakikat kapısı içindedir” diyor. Bunu bilmezseniz, Yunus’u da anlayamazsınız. Yunus’un şiirlerinde de bu var aynen. Gerçi marifet ehli mutasavvıflar, şeriat ehlini aşağı seviyede kalmış insanlar olarak görmüşlerdir. Hacı Bektaş-ı Veli de öyle diyor. Yani, “İnsanlar sırf bu seviyede kalırlarsa, yetmez. Kırk makamı geçmeden sonuca ulaşılmadığı gibi, aşağıdaki makamları da yapmasa olmaz, yukarıdakileri de yapmasa olmaz. Şeriat seviyesinde kalır, tarikatın, marifetin, hakikatın makamlarını geçemezse... O güzel huyları benimsemiş, o eğitimi görmüş olmazsa vasıl olamaz (Allah’a eremez). Şeriatın işlerini yapmazsa, yine vasıl olamaz” diyor.

Bektaşilik’te dört kapı inancı

Bektaşi tarikatının temelini dört kapı inancı oluşturur. Bunlar; şeriat, tarikat, hakikat ve marifet kapılarıdır. Şeriat kapısı, Peygamber’in ve Ehl-i Beyt’in yolundan gitmektir. Tarikat kapısı, bir şeyhe bağlanmaktır. Bu kapıdan girenlerin elinden, belinden ve dilinden kötülük çıkmamalıdır. Hakikat kapısında, olgunlaşma yolunda ilerleyen Bektaşi, evrenin sırlarını öğrenir, mutlak güzelliği görür, Allah’ı tanır. Bektaşi bu kapıdan geçince, bütün insanları sever. Marifet kapısından geçen derviş, âlem-i ilme (bilim âlemine) girer. Burada ilmel-yakin (bilgi ile bilme), aynel-yakin (görerek bilme), hakkal-yakin (gerçeğin içinde yaşama, Allah’ta yok olma) diye üç bilgi mertebesi vardır. Bu aşamalar görme, bilme ve olma kelimeleriyle de anlatılır. Son aşamada derviş, nefsini tamamen yitirerek Yüce Allah’a ulaşır.


Yazının devamı...

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik (3)

Hacı Bektaş-ı Veli diyor ki: “Bir insanın dışarıdan abdest almasıyla temizliği tamam olmaz. İçinde kötü huylar kaldı mı, kötü huylu olması dolayısıyla makbul bir insan olması mümkün olmaz. Bu neye benzer... Bir şişenin içinde içki olsa, bu içki şişesini götürsen, deryanın kenarında 10 yıl dışını yıkasan, yine temiz olmaz, yine murdardır. Çünkü içinde içki vardır. O içindeki gitmedikten sonra temiz olmaz.” Takva ehli insanlar demişler ki: “Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, necaset damladığı için içki necaset-i galizedir (katı pisliktir) fıkıh yönünden temiz olsun diye kuyudaki suyu çıkartmak lazım. O çıkarılan suyun döküldüğü yerde ot bitse, o otu koyun yese takva ehli insanlar, ‘O koyunun etini yemem’ demişler.”

Hacı Bektaş-ı Veli’nin zihin ve kalp yapısını, dini mantalitesini ortaya koymak için bu, bizim için önemli bir ipucudur. Yani, “İçki ona göre haram mı, helal mi? Kırmızı şarap mı içeceğiz, beyaz şarap mı içeceğiz? Rakı mı, votka mı?” meselesine bakalım nasıl yaklaşıyor. Onu anlamak bakımından, önemli gördüğüm için buradaki ifadeleri aynen kendi sözleriyle aktarıyorum: “Pes imdi aziz-i men (azizim) gey sakınmak gerek kim, kişide yaramaz fiil olmaya (insanın işe yaramaz, kötü fiilleri olmamasına çok dikkat etmek lazım) ve daim taharet üzere olmak gerek (insanın devamlı temiz olması gereklidir). Adam arısuz olduğuna sebep budur ki, onun içinde şeytan fiili ola (Bir insanın temiz olmamasının sebebi, içinde şeytani huyların, fiillerin olmasıdır. Yani, bir insanın içinde şeytanın sevdiği, kışkırttığı kötü ahlak, fiiller, düşünceler varsa o adam arısuzdur arsızdır, utanmazdır, temiz değildir). Eğer inanmaz isen, bir kaba süçi (içki) koy ve ağzın berkit (sımsıkı kapat) ve deniz içine ko ve ol kabın taşrasın yu (O kabın dışını istediğin kadar yıka) ta haddi on yıla değin (istersen on yıl kadar kabı yıka) hemen geri bayağı süçidür ve murdardır (on yılın sonunda da içkidir ve murdardır).”

“İçki murdardır” diyor. Bizim için önemli olan, acaba içkiye cevaz veriyor mu? “Işkını açmaya mey nuş edeler” deniyor ya, “Mahab-betullahı açmak için içki içilir mi, içilmez mi?” meselesinde Hacı Bektaş-ı Veli’nin kanaatini arıyoruz: “Ve bir mani dahi budur kim (bir misal daha veriyor): Bir kuyuya bir damla süçi damsa (Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa) ol kuyunun suyunu bir kezden çıkarsalar, yabana dökseler ve ol su döküldüği yirde ot bitse ve ol otı koyun yise pes takvi ehli kavlında ol koyunun eti haramdır. Niçün? Anınçün kim, süçi haramlığı ve murdarlığı şeytan fiilinden oldığı içün. Nitekim Hak Taala buyurur kim, kavlühu taala: ‘Ya eyyühellezine amenu innemal hamru vel-meysirü vel-ensabu vel-ezlamu ricsun min ameliş-şeytani fectenibuhu leallekum tüflihun’: Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz (Maide: 90).” Ayet-i kerimeyi delil getiriyor. Şeytan fiili dediği de ayetin tercümesidir.

Yazının devamı...

Erbakan’ı 1968 yılında tanıdım

Çankaya’da bir dost toplantısına, arkadaşım Refet Çayköylü ile birlikte gitmiştim. Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı orada gördüm. Herkes kendisine saygılıydı. Galiba Pakistan’a veya Hindistan’a resmi bir ziyaret yapmış olan Erbakan, izlenimlerini ve basın mensuplarının yanlış algılamalarını değerlendiriyordu. Bir ara söz, İslâm dünyasındaki bilimsel araştırmalara geldi. Ben orada söze karışıp asırlar önce İslâm dünyasında, Üstürlab diye bir zamanölçer ve yer belirleyen aletin yapılıp kullanıldığını söyledim. O da bunun pek bilinmediğini, insanlara duyurulması gerektiğini söyledi. Sonra dostum merhum Hasan Armutçuoğlu’nun evinde toplantılar yapıldı. Yeni bir partinin alt yapısı oluşturuluyordu. Ben Polatlı Yedeksubay Okulu’ndayken Milli Nizam Partisi kuruluş toplantısı yapıldı. Birçok hukukçu, siyasetçi ve edebiyatçı konuştu. En son konuşan, partinin Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Parti kısa zamanda Türkiye çapında örgütlenip Bülent Ecevit’le ortak hükümet kuracak ölçüde milletvekili sayısına ulaştı. Kıbrıs Harekâtı’nın en büyük destekçisinin Erbakan olduğunu yakından biliyorum. Zaman döndü dolaştı dört parti, Süleyman Demirel’in başbakanlığında Milli Cephe hükümetini kurdu. Erbakan, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı sıfatıyla hükümette yerini almıştı.

Diyanet İşleri Başkanlığı görevini kabul ettikten sonra Erbakan beni makamında kabul etti. Aynı yıl Erbakan’la Samsun Belediyesi’nin yaptıracağı çarşı ve Diyanet Sitesi’nin temelini attık.

3 Eylül 1977 günü Libya Büyükelçisi’nin Ankara Oteli’nde verdiği iftar yemeğinde Erbakan’la aynı masayı paylaştık. Bana hep saygılı davranmıştı. Bir davette yemek salonuna gitmek üzere merdivenden çıkarken beni öne geçirmiş, “Ben sarığın önüne geçemem” diyerek arkamdan gelmişti. Vefatını Almanya’da öğrendim. Çok üzüldüm. Partisine ve ailesine şu mesajı yolladım:

“Değerli Hocamız, Başbakanımız Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın irtihali haberini yurt dışından teessürle öğrendim. Son derece üzüldüm. Samimi bir mümin, değerli bir siyasetçi, inandığını cesaret ve metanetle savunan örnek bir insandı. Allah’ın takdiri böyleymiş. Her faninin mukadder sonu Hakk’a gitmektir. İnşikak Suresi’nde “Ey insan sen Rabbine doğru koşmaktasın ve O’na ulaşacaksın” buyurulmaktadır. Ben sayın hocamızın “Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön. (İyi) Kullarım arasına katıl. Cennetime gir” (Fecr Suresi: 27-30) hitab-ı ilahisine mazhar olanlardan olduğuna inanıyorum.

Cenabı Hak değerli hocamıza gani gani rahmet, ailesine ve Saadet Partisi camiasına bol sabır ve ecr-i cezil ihsan buyursun. Sayın hocamızın ruhaniyyetine selam, sevgi ve hürmetlerimi arz eder, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı dilerim. Prof. Dr. Süleyman Ateş”
Allah merhum Erbakan Hoca’yı rahmet denizine gark eylesin.

NOT: Necmettin Erbakan’ın vefatı nedeniyle “Hacı Bektaş-ı Veli” başlıklı yazıma 1 gün ara veriyorum.

Yazının devamı...

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik (2)

Bektaşilik, Hacı Bektaş-ı Veli’nin düşünce ve görüşlerini temel alan Balım Sultan (ö. 1516) tarafından kurulmuş, büyük şehirlerde değil Anadolu’nun ortasında, ıssız bir köyde doğmuştur. Ulemanın gözünden uzak kaldığı gibi şehirlilerden çok köylüler ve yerliler arasında yayılmış, hatta çoğu zaman göze bile çarpmamıştır. Ancak tamamen kurulup dal budak saldıktan sonra varlığı anlaşılmıştır.

Daha sonra tarikat, özellikle Anadolu’da yayılmıştır. Bu yayılmada Bektaşiliğin Yeniçeri Ocağı ile ilgisinin de etkisi vardır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken Bektaşiliği de yasaklamak zorunda kalmıştır. Bektaşiliğe göre merkez tekke, Hacıbektaş’tadır. Dünyada bütün Bektaşiler buraya bağlıdır.

Balım Sultan, tarikatın ikinci piri sayılır. Hacı Bektaş’taki dergahta her yıl anma merasimleri yapılır.

Zamanla Bektaşiliğe, Batıni düşünceler sızmış, bazı Bektaşilik mensuplarında dini kuralları hafife alma, içki gibi şeyler âdeta tarikatın özelliği gibi görülmüş, bu yüzden tarikat üzerinde doğan kuşkuları bertaraf etmek için “Bektaşiler, özellikle 1826’dan sonra kendilerini savunma zorunluluğunu hissetmiş, hak bir tarikat olduklarını sık sık yinelemiş, tarikat geleneğinde yer alan bazı kuralların olmadığını, bunların iftira olduğunu yazmışlardır. Bu tarihten sonra Bektaşilikle ilgili olarak yazılan kitapları ihtiyatla okumak gerekir. Zamanla Osmanlı yönetimi, Bektaşi tekkelerinin yeniden açılmasına göz yummuşsa da resmi bir izin talebi, Meclis-i Meşayih tarafından reddedilmiştir. Bektaşiler, Yeniçerilerin kaldırılışından sonra iz kaybetmek için kendilerine “Tarik-ı Nazenin” adını vermişlerdir (Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 283, Dergah Yayınları, İstanbul, 1985).

Bektaşiler gizliliğe çok önem verirler. Düşüncelerini anlatırken birtakım işaretler ve simgeler kullanırlar.

Bundan dolayı tarihte meşhur olan Batınilerle ilgileri vardır. M. Zeki Pakalın’a göre tarikatlarda bulunan seyr-ü sülûk, Bektaşilikte yoktur. Ancak inabe ve ikrar ile ayin-i cem vardır (Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü: 1/196).

Fakat Pakalın’ın bu yargısı, konu üzerinde daha ciddi araştırması bulunan merhum Prof. Dr. Esat Coşan’ın bulgularına aykırıdır. Herhalde Pakalın, Bektaşiliğin son dönemlerde aldığı biçimi kastetmektedir. Yoksa Ahmed Yesevi usulünde yetişmiş ve irşad için Anadolu’ya gelmiş bulunan bir tarikat pirinde seyr-ü sülûk olmaz mı? Daha sonra Bektaşiliğe girmiş bulunan şaraplı, içkili ayinlerin, asıl tarikatın kurucusu Hacı Bektaş ile hiç ilgisinin bulunmadığı, bilimsel araştırmalar sonunda ortaya çıkmıştır. İşte sevgili Esat Coşan arkadaşımız, “Hacı Bektaş-ı Veli” adlı eserinde Hacı Bektaş’ın Makalat’ından alıntılar yaparak onun, dinin temel öğretilerine olan bağlılığını gözler önüne sermiştir.

Yazının devamı...

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik (1)

Hacı Bektaş-ı Veli üzerinde doktora tezi yapmış olan merhum arkadaşım PProf. Dr. Esad Coşan’a göre Hz. Peygamber’in
torunlarındandır. Nişapur’da doğmuştur. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olmamakla birlikte genellikle kaynaklarda 1209-1270 yılları verilmektedir. 61 yıl yaşamıştır. Hacı Muharrem Efendi ve M. Zeki Pakalın’a göre H. 645’te doğmuş,
738’de vefat etmiş, 93 yıl yaşamıştır (Makamat-i Ezkâr-ı İlahiyye, s. 62). Hacı Bektaş-ı Veli’nin annesi Şeyh Ahmed-i Nişaburi’nin kızı Hatem Hatun’dur. Nesebi Hz. Peygamber’e kadar sıralanır. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nün yazarı bu sıralamayı vermiş ise de
bize göre karıştırmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli, kimine göre doğrudan doğruya, kimine göre de Lokman-ı Perende vasıtasıyla Ahmed Yesevi’nin mürididir. Ya Ahmed Yesevi’nin veya Lokman-ı Perende’nin emriyle Anadolu’ya geldi. Amasya,
Kayseri, Sivas gibi şehirleri dolaştıktan sonra Kırşehir
yakınında bulunan Karahöyük’e yerleşti.

Kendisinin Yeniçeri Ocağı’nı kurduğu yaygın ise de bu doğru değildir. Çünkü o, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 29 yıl önce ölmüştür. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Ahmed Yesevi ile kesin ilgisi vardır. Ahmed Yesevi de Abdul-Halik Gucduvani
gibi Yusuf Hemedani Hazretleri’nin halifelerindendir.
Bilindiği üzere Bahauddin Nakşibend Hazretleri de Seyyid Emir Külal’in halifesi olmakla beraber Abdul-Halik Gucduvani’nin ruhaniyetinden feyz almış, Emir Külal’in tersine, tarikatta Gucduvani gibi hafi (gizli) zikri usul
edinmiştir. Bu bakımdan Bektaşiliğin, Nakşibendi tarikatıyla akrabalığı vardır. “Tiryakul-Mecid”de Hacı Bektaş’ın, Ahmed Yesevi’ye bağlı olduğu söyleniyor ama Yesevi’nin vefat tarihiyle Hacı Bektaş’ın vefat tarihi arasında bir isim eksiktir. Bunun, hakkında kesin bilgi bulunmayan Lokman-ı Perende olduğu söyleniyor. Yunus Emre, Hacı Bektaş’ın (Taptuk Emre vasıtasıyla) talebesidir. Ancak Türk tarihinde iki büyük Yunus Emre vardır. Birisi Bursalı

Yunus Emre, diğeri asıl büyük Yunus Emre. Meşhur, “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu” ilahisi Bursalı Yunus Emre’ye aittir. Asıl büyük Yunus Emre bu değildir. Asıl Yunus Emre, Hacı Bektaş’ın çağında Niğde’ye bağlı Sivrihisar’da yaşamış, Hacı Bektaş’a gidip gelmiştir. Hacı Bektaş’ın Yunus Emre üzerindeki etkisi çok açıktır. Sanki Yunus, Hacı Bektaş’ın “Makalat”ını nazm etmiş(şiire dökmüş), aynı temaları işlemiştir. Yunus Emre dört kapıdan, kırk makamdan, üçyüz altmış menzilden, vücut şehrinden söz eder. Bunlar Makalat’ın konularıdır. Esad Coşan bu
yargısını, ikimiz de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde asistanken bana da bizzat söylemişti:
“Yunus ne ise Hacı Bektaş da odur, Hacı Bektaş ne ise Yunus da odur, Mevlânâ ne ise Yunus da odur, Yunus ne ise Mevlânâ da odur, Hacı Bektaş ne ise Mevlânâ da odur. Hepsi aynı ekolün insanlarıdır” (Prof. Dr. Esad Coşan, Hacı Bektaş-ı Veli, s. 37-42, İstanbul, 1995).

Yazının devamı...

Allah ve Tanrı

SORU: Bir yazınızda Allah’tan hep Tanrı diye bahsetmişsiniz. Tanrı yoktur, ancak Allah vardır. Bunu bilmediğinizi sanmıyorum.

CEVAP: Size göre Tanrı yoktur, bana göre vardır. Çünkü ben Türküm. Türkçe’de Allah’a Tanrı derler.

İngilizler God, Almanlar Gott, İranlılar Hoda derler. Size göre sadece Arapça adıyla Allah vardır ama Türkler Allah’ı bilmezlerdi, tanımazlardı. Onun için Allah yoktur (!) Yazık bu düşünceye, insan bu kadar bağnaz olamaz. 600 yıl önce Süleyman Çelebi bile “Tanrı’dan yüz bin dürûd ile selam” demiş. Süleyman Çelebi’ye göre Tanrı var. 700 yıl önce Yunus Emre “Tanrı” demiş, “Çalap” demiş. 1000 yıl önce yazılmış Türkçe tefsirde Tanrı kullanılmış. Saraybosna Gazi Husrev Bey Kütüphanesi‘nde bulunan takriben miladi 10. yılda yapılmış Türkçe Kur’ân çevirisinde Allah yerine hep Tanrı kelimesi kullanılmıştır. Her satır altına kelime kelime mana verilmiş olan bu Kur’ân çevirisinde Fatiha’nın çevirisi aynen şöyledir: Bismillahirahmanirrahim: Başlarım adı ile Tanrı Taala’nın ki rızık vericidir rahmet edicidir.

Elhamdü lillahi rabbilâlemin er-Rahman: Şükür cemi-i âlemleri yaratan Tanrı Teala’ya ki rızk vericidir.

10 asır önce Türkçe Kur’ân çevirisinde Tanrı kelimesi kullanılmaktadır. O zaman bu kelimeyi kullanmak günah değildi, sonra nasıl oldu da günah oldu? Biz çocukluğumuzda Mevlit kitabında “Tanrıdan yüzbin dürûd ile selam” dizesini okurduk. “Sübha-i Sıbyan” diye manzum bir kitap vardır.

Çocukların anlayacağı biçimde bazı kelimelerin Türkçe karşılıkları öğretilen bu eserde Allah için Tanrı, cennet için uçmak kelimesi kullanılmıştır. 700 yıl önce Yunus Emre de Allah için Huda, Tanrı, Çalap isimlerini kullanır. İşte örnekler:

Tanrı kadim kul kadim ayrılmadum bir adım
Gör kul kim Tanrı kimdür anla ey sahib-kabul.
Eksük olman ehillerden kaça görün cahillerden
Tanrı bizar bahillerden bahil didar görür degül.

Ezeliden dilümde uş Tanrı birdür Haktur Resul
Bunu böyle bilmez iken bir aceb makamdayıdum.
Âşık mı diyem ben ana Tanrı’nın uçmağın seve
Uçmak dahi tuzak imiş mümin canların tutmaya.

El bağlamıştur kamusı Hak Çalap’tandur umusı
Nökerlü kızdur kimisi alınmaduk çoklar yatur.
Yunus bilmez kendü halin Hak Çalap söyledür dilin
Bir nicesi yeni gelin ak teleme yüzler yatur.

Dar görüşlülük insanın düşüncesini köreltiyor. Allah sağduyu, akıl ve izan versin herkese.



Ayetlerin doğru çevirisini okumakta bir sakınca yok

SORU: Namazda sureleri Türkçe okumanın bir sakıncası var mı? (Ömer Faruk Ekiz)

CEVAP: Namazda esas olan Kur’ân’ı orijinalinden okumaktır. Ama hiç Arapça bilmeyen, ayetlerin doğru bir çevirisini okumasında bence bir sakınca yok, hatta yarar vardır. Kunut duasını Türkçe okuduğunuzu belirtiyorsunuz.

Peygamberimizin duası olduğu bence kuşkuludur. Çünkü Peygamberimiz Kunutu’nda başka dua okurdu.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.