Şampiy10
Magazin
Gündem

Batıl ile kafa karıştıranlar

SORU: 9 senedir 5 vakit namaz kılıyorum. Bütün dini vecibeleri elimden geldiğince yerine getirmeye çalışıyorum. Bu süre zarfında kendimi geliştirme imkânı buldum. Arapça Kur’ân okuyabiliyorum. Zengin bir kütüphanem var. Çok kitap okudum. Fakat ekranda bir şahsı (kanal ve kişinin adı bizle saklı) izlemeye başladıktan sonra adeta bunalıma girdim. Kafam çok karıştı. Kendisi sürekli olarak “ruhunu Allah’a ulaştırmak” diye bir tabirden bahsediyor. Ama bunun ne olduğunun tam bir açıklamasını yapmıyor. “Ruhunu Allah’a ulaştırmayı” dilemeyenlerin İslâm’ın bütün şartlarını yerine getirseler bile gidecekleri yerin cehennem olduğunu, orada ebediyen kalacaklarını ifade ediyor. Kılınan namazın, tutulan orucun, verilen zekâtın hiçbir faydası olmadığını, İslâm’daki en büyük ibadetin zikir olduğunu belirtiyor.
Birinci kat cennet, ikinci kat cennet gibi şeylerden bahsediyor. Kendisinin hidayet çağının sahibi, devrin imamı olduğunu iddia ediyor. Cennette Peygamber efendimizle birlikte müminlere el öptüreceğini söylüyor. Bir şeyhe tabi olmamız gerektiğini vurgulayarak sizler gibi değerli ilim adamları hakkında atıp tutuyor. Ben tasavvufla ilgili değerli âlimlerin kitaplarını okudum. Bu kişinin söylediklerinin tasavvufla alakası yok. İnanın insanın kafası çok karışıyor. Bu insanın söylediklerine ne kadar itimat etmem gerekir? Gece uyanıp televizyonu açıyor, istemeden de olsa seyrediyorum. Çevremdeki dindar arkadaşlarım izlemememi, onun fikirlerinin sapıkça olduğunu söylüyorlar. Beni bu ikilemden kurtarmak için müspet veya menfi bir cevap verebilirseniz çok memnun olacağım.

İslâm diniyle hiç ilgisi yok

CEVAP: Sözünü ettiğiniz zatı yıllar önce Amerika’ya giderken görmüştüm. Ayaküstü bir iki dakikalık konuşmamızda adamın din bilimlerinden uzak, ümmi biri olduğunu anladım. Dini bilmiyordu ama nefsini putlaştırmış, birçok insanı da çevresine toplamayı başarmıştı. Sizin yazdıklarınıza göre bu adamın söylediklerinin İslâm ile bir ilgisi yoktur. Bu adam İslâm’ı şirke bulamakta, kendisini peygamber düzeyine çıkarmakta, hayallerini gerçek sanmaktadır.

Peygamber’in ahrette el öptürmesi diye bir olay söz konusu değilidir. Demek bu zat, dünyadaki saltanatını ahirete de uzatmak hevesindedir. İşler kendi elinde olsa iyi de Kur’ân’ın açık söylemine göre Peygamber bile ahrette kendisine ne yapılacağını bilmez. Çünkü ona “Vama edri ma yufalu bi vala bikum: Bana ve size ne yapılacağını bilmem” (Ahkaf: 9) buyurulmuştur. Sanıyorum bu zatın durumu klinik bir vakadır. Çok söze gerek yok. İnsanlar batılın yayılmasına destek, Hakk’ın yayılmasına köstek oluyorlar maalesef. Uzak durun, izlemeyin öyle batıl konuşmaları. Size tavsiyem budur.


Yazının devamı...

Hak dostlarına dil uzatanlar...

SORU: “İslâm Tasavvufu” adlı eserinizi okudum. Yanılmıyorsam tarikatın dinimizde yeri var. Ama siz bu eserinizde gerçek tarikatın bugünkü şekli olmadığını belirtiyorsunuz. Gerçi tarikatların uygulamalarını bilmiyorum. Ben de tasavvuf yolunda yürümek istiyorum. Ancak bunun için nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmiyorum. Sizin dediğiniz şekilde tasavvufu uygulayanlar muhakkak vardır. Biliyorum siz hep Kur’ân-ı Kerim’e göre eser yazan ve konuşan bir ilahiyatçısınız. Herkes kendine göre bir yorum katıyor. Bazı ilahiyatçılar niye “tasavvufun dinimizde yeri yok, şirktir” diyor? Tevizyonda bir ilahiyatçıyı dinledim. “İmam-ı Gazali ve Halid-i Bağdadi’yi Allah affetsin. Uygulamaları çok yanlış” dedi. Aynı kişi, “Kurban kesmek farzdır. Bu ayetle sabittir” diye açıklama yaptı. Ben de “Allah onları affetsin” diyorum. (Muhammmed Yusufoğlu)

CEVAP: Herkes için Allah’tan af dilenir ama Gazali ve Halid-i Bağdadi için af dileyen bu zatın, kendisi affa muhtaçtır. Bu insanların yıldızlaşmış Hak dostlarına dil uzatmaları, onların değerini düşürmez. Sadece bunların bencilliklerini, kendini beğenmişliklerini gösterir. Siz eğer gerçekten bir Hak dostu bulursanız ondan istifade edersiniz. Ama bu Hak dostu kimdir, onu bilemem. Allah’a yalvar, sana rüyalarında da olsa bir işaret verir.

Kur’ân’da “kurban kes” emri yoktur. Sadece kurban kesilirken onlara Allah’ın adının anılması emredilir.

Allah’tan başka bir tanrı yani put adına kesilen hayvan murdar olur, onun eti yenmez. İşte ayette anlatılan budur.

Peygamberimizin de açık ifadesiyle kurban, Hz. İbrahim’den kalma bir sünnettir. Sahabilerin içinde kurban kesen çok değildir. Dört halife de kurban bayramında kurban kesmemişlerdir. Kurban hacla ilgilidir. Hacceden kimse, durumu müsaitse, yanında kurban götürmüşse kurban keser.

Kurban götürmeyen kesmez. Her hacca gidenin kurban kesmesi gerekmez. Yalnız hac yapana (ifrad haccına) kurban gerekmez.

Erkek, karısının cenazesini yıkayabilir mi?

SORU: Koca, karısının cenazesini yıkayabilir mi? Yıkayamazsa neden? (Erdinç Büyükgümüş)

CEVAP: Hanefi ulemasına göre erkeği erkek, kadını kadın yıkar. Kadın kendi kocasını yıkayabilir. Fakat erkek, karısını yıkayamaz. Yıkayacak kadın bulunmazsa kocası ona teyemmüm ettirir. Hz. Ayşe’nin anlattığı şu hadisten, karı-kocanın birbirlerini yıkayabileceği anlaşılmaktadır: “Peygamber bir cenazeden döndü. Başımda bir ağrı hissediyordum. ‘Vah başım’ dedim. ‘Benim de başım Ayşe’ dedi. Sonra (şaka için) buyurdu ki: ‘Ne olur sanki sen benden önce ölsen de kalkıp seni yıkasam, kefenlesem, üzerine namaz kılıp seni gömsem” (İbn Mace, Cenaiz: 9. Hadisi Buhari de özetle aktarmıştır).

Yazının devamı...

Hz. Yakup’un unvanı ‘İsrail’dir

SORU: Al-i İmran Suresi’nde geçen İsrail (Hz. Yakup) neden onun nasıl İsrail olduğunu anlatmıyor? Hz. Yakup yüzünden İsrailoğulları’na haram olan yiyecek hangisidir? (Gökbora Leblebiciler)

CEVAP: İbranice ve Aramice’de “el”, Allah anlamına gelir. “Eli”, ilahi yani “Tanrım” demektir. İsrael veya İsrail, “Allah için cihat eden, uğraşan kul” demektir. Bu kelime, Hz. Yakup’un unvanıdır. Allah’a çok bağlılığından ötürü Hz. Yakup’a İsrail unvanı verilmiştir. Yakup soyundan gelenlere İsrailoğulları denilir. Tevrat’ın Tekvin Sifri’nin 32’nci babında Yakup’a İsrail adının verildiği belirtilmektedir. Bu ayette, Hz. Yakup’un kendi kendisine haram kıldığı şeyler dışında bütün yiyeceklerin İsrailoğulları’na helal olduğu belirtilmektedir. Kur’ân’ın, İsrail(Yakup)un kendisine haram kıldığı yiyecek hakkında işaret ettiği olayın, Tekvin Sifri’nin 32’nci babında anlatılan olay olduğu anlaşılmaktadır.

Uyluğu üzerinde aksıyordu

Harran’da Paddanaram’da oturan dayısı Laban’ın yanından anayurduna dönen Yakup, “Gece kalkıp iki karısını, iki cariyesini ve onbir çocuğunu aldı. Yabbok geçidini geçti.

Ve Yakup yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar bir adam onunla güreşti. Ve onu yenemediğini görünce, uyluk başı incindi. Ve dedi: ‘Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor.’ Ve dedi: ‘Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam.’ Ve ona dedi: ‘Adın nedir?’ Ve o dedi: ‘Yakup.’ Ve dedi: ‘Artık sana Yakup değil ancak İsrail denilecek.’ Ve Yakup sorup dedi: ‘Rica ederim, adını bildir.’ Ve dedi: ‘Adımı niçin soruyorsun?’ Ve orada onu mübarek kıldı.

Ve Yakup o yerin adını Penuel koydu. ‘Çünkü Allah’ı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı’ dedi. Ve Penuel’i geçtiği zaman güneş üzerine doğdu ve uyluğu üzerinde aksıyordu. Bunun için İsrailoğulları uyluk başı üzerindeki kalça adalesini yemezler. Çünkü Yakup’un uyluk başına, kalça adalesine dokundu.”

Oruç, zamanı geldiğinde tutulur

SORU: Gelecek senenin orucunu şimdiden tutabilir miyim? (Hidayet Koçak)

CEVAP: Doğmamış çocuğa don biçilmez. Oruç namaz gibi değildir. Yılda bir ay. Zamanı gelince o ay oruç tutulur. Ama o aya yetişmeyen oruç tutmakla yükümlü değildir. Oruç namazla kıyas edilemez. Ayrıca takdim veya tehir cem’i ile birleştirilerek kılınan namazlar, Kur’ân’ın emri olan namazlar değil, Peygamber’in ictihadıyla kılınan namazlardır. Bunlar yine onun uygulamasına dayanılarak yolculuk, iş yoğunluğu, yağmur, çamur gibi mazeretlerle birleştirilebilir ama Kur’ân’ın emri olan namazlar mesela sabah ile akşam veya akşam ile gece veya gece ile sabah namazı birleştirilmez. Savaş gibi çok zorunlu bir durum olmadan böyle bir uygulama yoktur.

Yazının devamı...

Kur’ân-ı Kerim’e göre Allah her mekânda vardır

SORU: Sizin dua kitabınızdaki bir hadis dikkatimi çekti. Hz. Peygamber, Ebu Hüreyre yoluyla gelen bir hadislerinde diyor ki: “Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek dua etmekten vazgeçsinler. Yoksa Allah onların gözlerini kör eder” (Müslim, Nesai ve diğerleri). “(Ey Muhammed), biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız, yüzlerinizi o yöne çevirin. Kitap verilenler, bunun Rabları tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” Bu ayette peygamberimiz yüzünü göğe çeviriyor. Göğe bakıp dua etmenin ne zararı var ki? Neden dua ederken gözümüzü göğe dikmeyeceğiz? Sakıncası nedir? (Fatih Okudu)

Yükseklik anlamında kullanılır

CEVAP:
Yazdığım hadis gösterdiğim kaynaklarda vardır. Hadisin amacı, gökte sanılan Allah’a yalvarmak için göğe bakanları bu düşünceden vazgeçirmektir. Çünkü Kur’ân’a göre Allah gökte de yerde de her mekânda vardır. O’nun olmadığı bir yer mevcut değildir. Dua esnasında gözünü göğe diken, sanki Allah’ın gökte olduğunu sanmaktadır. Bu ise yıldızlara tapanların davranışına benzediğinden bundan men edilmiştir. Ama Peygamber’in göğe bakması, gökten yani yüceler âleminden gelecek vahiy meleğini gözetmesi anlamındadır. Yoksa hâşâ Hz. Peygamber Allah’ı gökte düşünmemiştir. Çünkü Kur’ân’da meleklerin, yüceler âleminde bulunduğu belirtilir. Vahiy meleği de oradan gelir. Gök sadece yıldızlarla donatılmış uzay göğü değil, şu fizik âleminin üstünde bulunan ruhani yüceler âlemidir. Kur’ân’da sema (gök) sözcüğü yükseklik anlamında kullanılır. Aynı kökten “sumuvv” da yüksek demektir. Krallık makamı için de “sumuvv el-meleki (royal heighness)” denilir.

Tipik bir titancılık

YURT DIŞINDA yaşayan bir okurum, bir akrabasının, evine bir hediye almasını rica ediyor. Bu ricasını birkaç kişiye daha iletmiş. Çünkü hediye göndereceklerin 7’ye tamamlanması gerekiyormuş. Aslında hediye isteyen kişinin hayli zararlarını da gördüğünü söyleyen okurum, hediyeyi gönderip göndermeme konusunda düşüncemi soruyor. Cevabım şudur: Sizden hediye isteyen kişi üçkâğıtçının tekidir. Sizi ve sizin gibi saf insanları kandırmak istiyor. Hem de bir tane den değil, yedi kişiden hediye almayı planlamış. Her biri de yedi kişi bulacak. Ardı arkası gelmez bir titancılık. Aklın yok mu kardeşim? O kişiye veya kişilere hediye gönderme. Ona vereceğin parayı çocuklarına yedir. Benim tavsiyem budur.

Yazının devamı...

Bu gece Mevlit Kandili

1440 yıl önce rebiülevvel ayının 12’nci gününde (20 Nisan 571) Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselam dünyayı şereflendirmiştir. O zaman dünya karanlıklar içindeydi.

Şirk, zulüm, bencillik, ahlaksızlık bir kâbus gibi toplumun üzerine çökmüştü. İnsanlar elleriyle yonttukları taşlara, kimi yerlerde de yatırlara tapıyorlardı. Dünyaya yeni gelmiş olan bu nur çocuk, doğumundan önce babasını kaybetmiş, daha doğmadan yetim kalmıştı. Çölün temiz havasında sağlıklı büyümesi için onu süt anneye verdiler.

Bir zengin çocuğu bulamayan Sad kabilesinden Halime, gönülsüz de olsa nasibine düşen bu çocuğu aldı. Mekke anakentine doğru gelirken zayıflıktan sendeleyerek yürüyen cılız deve çocuğu sırtlanınca canlandı, koşarcasına yürür oldu. Halime’nin göğsüne süt doldu, evine bereket geldi.

Halime, iki yaşına gelmiş olan çocuğu annesine geri getirme zorunluluğunu duydu.

6 yaşındayken annesini de kaybeden Muhammed’in bakımını dedesi Abdülmuttalib üstlendi. Sekiz yaşındayken Abdulmuttalib’in vefatı üzerine amcası Ebu Talib ona sahip çıktı. Büyüdü, delikanlılık çağına bastı. Dürüstlüğünden ve güzel huyundan ötürü ona “Emin (Güvenilir)” unvanını vermişlerdi hemşehrileri. 25 yaşında kaderin sevkiyle evlendiği Hatice Hanım, sanki onun risalet görevi için gerekli olan alt yapıyı hazırlıyordu. 35 yaşlarına geldiğinde içine düşürülen yalnızlık duygusuyla Hira Mağarası‘na çekildi. Rabbiyle baş başa kalır, gönülden aşkla Allah’a niyaz ederdi. İşte bu ibadetleri esnasında bir gece Rabbin meleği görünüp ona ilk vahiylerini verdi: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla oku. Alaktan, sevgi ve şefkatten yarattığı insana bilmediklerini öğreten Rabbinin adıyla oku.”

Aldığı bu mesaj birbiri ardınca devam etti ve 23 yılda Tanrı’nın insanlığa son mesajı tamamlandı. İlk Peygamber’den itibaren peygamberler aracılığıyla gönderilen tevhit ve ilahi düzen mesajı tamamlanmış, İslâm olgunlaştırılmış, şirkin başı ezilmiş, zulüm çekilmiş, cihan Kur’ân güneşiyle aydınlanmıştı. Köleyle efendi Tanrı huzurunda eşit olmuş, insanlık insanlığı öğrenmişti.

O da görevini yapmanın huzuruyla “Yüce Arkadaşına” gitmişti. 1440 yıl önce bugün sabaha doğru o büyük insan dünyaya gelmişti.

O insanlığa despotluğu, tek adamlığı değil, meşvereti, danışmayla yönetimi, bugünkü anlamıyla halk yönetimi demek olan demokrasiyi getirmişti. Ondan sonra iş başına gelen dört halife, sisteme sadık kalarak ülkeyi meşveretle yönetti. Ama çok geçmeden iş saltanata çevrildi. Onun getirdiği sade mesaj, uydurmalarla zorlaştırıldı. Emevi zulmü bir asır insanları nerdeyse demir yumruk altında tuttu. Eninde sonunda onun mesajının ruhu zinde biçimde ortaya çıkar, despotları devirir. Tarihte böyle olduğu gibi yaşadığımız çağlarda da böyle olmaktadır. İşte Tunus’ta, Mısır’da ve belki daha nice yerlerde özgürlük ateşini yakan ruh, onun daima taze kalacak olan mesajının ruhudur.

Mevlit Kandiliniz kutlu olsun.

Yazının devamı...

Çürük rivayetlere dayanan yargılar

SORU: Bir televizyon programında, kadınların âdet halleri nedeniyle 6 gün oruç tutamadıkları, bunun kazasını şevval ayında yerine getirdikleri takdirde bir yıl oruç tutmuş gibi sevap kazanacakları ifade edildi. Acaba bu, Allah’ın kadınlara bir ödülü mü? Bir takvim yaprağında şunu okudum: “Şihabüddin-i Sühreverdi hazretleri buyuruyor ki: Her kim bu duayı aşure günü 3 kez okursa ölümden emin kılınır. Zira o sene ölüm mukadder olan kimseye, bu duayı bir vesileyle okumak nasip olmaz.” Bu mümkün mü?

CEVAP: Kur’ân’da kadınların âdet halinde oruç tutamayacakları hakkında bir hüküm yok. O maalesef bazı din uzmanlarının çürük ve çelişkili rivayetlere dayandırdıkları yargılarıdır. Kadın âdet halinde namazını kılmakla yükümlüdür. Oruca dayanabiliyorsa tutar, dayanamıyorsa hasta hükmünde olduğu için tutmaz, sonra kaza eder. Nafile orucun kazası yoktur. Ancak başlayıp da bozduğu orucun kazası olur. Bu konuda “Soru ve Cevaplarla İslâm” adlı eserimi okuyun. Kaldı ki, şevval ayında 6 gün oruç tutmak sağlam bir dayanaktan yoksundur.

Bu uygulamanın bidat olduğuna işaret eden İmam Malik, bilgi sahiplerinden hiçbirinin şevval ayında Ramazan’a ek olarak 6 gün oruç tuttuklarını bilmediğini, bu konuda kendisine hiçbir rivayet ulaşmadığını belirtiyor ve “Bilgi sahipleri, cahillerin ve kuru sofuların uydurması olan bu uygulamanın bidat olduğundan korktukları için mekruh olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu konuda bir izin olsaydı onlar bunu yaparlardı” diyor (Bkz. Muvatta: Camiu’s-sıyam: 1/228). Ne Söhreverdi, ne de herhangi bir kimse Allah’ın kaderini bilir. Allah’ın verdiği ömür artmaz, eksilmez. Öyle oruç tutmakla, dua etmekle kişinin ömrü değişmez. Bunlar Kur’ân’a ters şeylerdir.


Peygamberin sözü

SORU: Kız isterken neden “Allahın emri, Peygamberin kavliyle” diyoruz? (O. Kasman)

CEVAP: Bu sadece konuşmaya bir başlangıçtır; ne farzdır, ne sünnettir. Zaten nikâh Allah’ın emriyle olacaktır. Çünkü ayette “İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah, lütfuyla onları zengin eder. Allah(ın mülkü) geniştir, O, (her şeyi) bilendir” (Nur: 32) Peygamber’in kavli, Peygamberin sözü, onun sözü ve uygulaması anlamındadır. Nikâh Allah’ın emri olduğu gibi Peygamberimizin de sünneti, uygulamasıdır. Peygamberimiz “Dünya bir geçimden ibarettir. Dünya varlıkları içinde iyi huylu bir kadından daha güzel bir şey yoktur” (Kenz, 16, h. 44405), “Nikâh (evlenmek) benim sünnetimdir, benim sünnetimi (kasten) uygulamayan benden değildir. Evleniniz çünkü ben sizin çokluğunuzla öteki ümmetlere övünürüm. Malca gücü yeten evlensin. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç korur” (Knz. 16, h. 44407) gibi hadisleriyle ümmetini evlenmeye teşvik etmiştir.

Yazının devamı...

Kişi isterse malının tamamını bir hayır kurumuna bırakır

SORU: Neden erkek çocuğa mirasta fazladan pay veriliyor? Kız tek çocuksa ya da sadece kız kardeşler varsa neden mirası yakın akrabayla paylaşmak zorunda kalıyorlar? Kız çocuğu ikinci planda mı tutuluyor? Bir kişi vefat etmeden önce vasiyet yoluyla mirasının tamamını kızlarına bırakabilir mi? Ya da kardeşler anlaşıp mirası eşit paylaşabilirler mi? (Bahar Oduncu)

CEVAP: Kız çocuğu gelin olup gider. Kocası ona bakmakla yükümlüdür. Kadın, kocasına bakmakla yükümlü değildir. Sorumluluğu gereği ona mirastan bir pay fazla vermek hakkaniyete uygundur. Ama buna rağmen kardeşler kendi aralarında anlaşır da mirası eşit paylaşmaya karar verirler, erkek kardeşler de buna razı olup haklarını helal ederlerse bir sorun yoktur. Ayrıca baba, isterse vasiyetle korunmasını istediği çocuğuna mirasının bir kısmını bırakabilir. Gerçi “Varise vasiyet olmaz” mealinde bir hadis rivayeti varsa da bu tek kişi haberi, Kur’ân’ın vasiyet hakkındaki genel hükmünü değiştiremez. Çünkü kişi malının sahibidir. Onda istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. İsterse malının tamamını çocuklarına değil de bir hayır kurumuna veya yabancı bir kişiye bırakabilir. Miras taksimi, dünya haklarıyla ilgili bir sorundur. İlgililer isterlerse kendi aralarında anlaşıp Medeni Kanun‘a göre mirası paylaşırlar. Kur’ân’ın taksimine razı olanlar da vardır.


Zararlı vasiyeti yerine getirmek zorunlu değil

SORU: Babam vefatından bir hafta önce mallarıyla ilgili olarak 1 dönüm yeri bana, 3.5 dönüm taban sulanır yeri kardeşime, 3 dönüm kuru tarlayı ablama verdiğini bana ve anneme söyledi. Vasiyetini bu şekilde yaptı. Ancak bu taksime benim gönlüm razı olmadı. Vasiyet anında diğer kardeşlerim yanımda değildi.

O anda annem, “bu dağılım şekliyle mal mı verilir?” diye itiraz edince babam sessiz kaldı. Sonunda kardeşler anlaşarak malı paylaştık. Babamın vasiyetini yerine getiremedik. Bunun dini hükmü nedir? Ne yapmamız gerekir?

CEVAP: Aslında babanız bu vasiyetinde hatalıdır. Çünkü varislerin mirastan haklarını Kur’ân belirlemiştir. Şimdi siz meselenin dini hükmünü soruyorsanız durum şudur: Mirası Kur’ân’ın belirlediği biçimde paylaşacaksınız. Kur’ân’a göre mal paylaşımı, vasiyetten ve borcun ödenmesinden sonra gelir. Vasiyeti yerine getirmek gerekir ama vasiyetin de gayra mudarr (zararsız) olması lazımdır. Zararlı vasiyeti yerine getirme zorunluluğu yoktur. Söz konusu durumda babanızın vasiyeti mesela sizin aleyhinize görünmektedir. Varisler buna itiraz hakkına sahiptir. Şayet babanız vasiyetini noterde onaylatmış olsaydı hukuki bir nitelik kazanabilirdi.

Yazının devamı...

Hurafelere prim verenlere yazıklar olsun

SORU: Bir cuma namazında hoca şöyle bir hikâye anlattı: Adamın biri ölüyor. Öteki dünyada günahları sorgulanıyor. Bu sorgu esnasında günahlarıyla sevapları eşit çıkıyor. Yüce Allah o kuluna “Senin günahlarınla sevapların eşit çıktı. O nedenle seni ne cennete ne de cehenneme gönderemiyorum. Şimdi tekrar dünyaya gideceksin. Oradan bir tek sevap getirirsen seni cennete göndereceğim” diyor.

Ölen şahıs dünyada ilk sevap isteyeceği kişi olan 60 yıllık eşine gidip “Karıcığım öteki dünyada günahlarımla sevaplarım eşit çıktı. Lütfen bana sevaplarından birini verir misin? ”diyor. Eşi, “Kocacığım ben dünyadaki halimin ne olduğunu bilmiyorum. O nedenle veremem” diyerek kocasının bu isteğini geri çeviriyor. Adam aynı şekilde çocuklarına, akrabalarına, dostlarına gidiyor.

Hepsinden “veremeyiz” cevabını alıyor. Her şeyden ümidi kestiği bir anda yolda karşısına günahları çok olan bir adam çıkıyor. Onun üzgün olduğunu görünce “Hayrola erenler, ne oldu? Niye böyle üzgünsün?” diye soruyor. Adam “Sorma, öteki dünyada günahlarımla sevaplarım eşit çıktı. Allah da bana ‘git bir sevap getir, seni cennete göndereyim’ dedi.

Ben de bütün sevdiklerimden tek bir sevap istedim fakat hiçbiri vermedi. Onun için çok üzgünüm” diyor.

Günahkâr adam onu böyle üzgün görünce “Yahu, üzülme benim zaten günahlarım çok, tek bir sevabım var. Onu sana vereyim. Ben nasıl olsa cehenneme gideceğim, hiç değilse sen faydalan” deyince adam büyük bir sevinçle kabul ediyor.

Allah’ın huzuruna çıkıyor. Yüce Allah soruyor: “Ne oldu bir sevap bulabildin mi? (Burada dikkat diyorum, Allah’ın, dünyaya gönderdiği kulunun yaptıklarından haberi yok!!!Tövbe tövbe). Adam da “Evet Yarabbi, günahları fazla olan bir kulunuz, bir tek sevabını bana verdi ” diyor. Allah’ın cevabı: “Bu kadar günahı olan bir kulum, bir tek sevabını esirgemiyor. Benim rahmetim ondan daha mı az olacak?” Ölen kulunu cennete gönderiyor, günahkâr kulunun da günahlarını affediyor. Böyle bir hadis olabilir mi? Toplum bu kadar aptal yerine konulabilir mi? Sizin hurafecilere ne kadar kızdığınızı biliyorum. Fakat şunu da bilmenizi istiyorum:

Son zamanlarda camilerde bu tür hikâyeleri çok dinler oldum. Artık o kadar canımı sıkmaya başladı ki size yazma gereği duydum. Sizlerin doğru bilgilerine her zaman ihtiyacımız var. (Hüseyin Uysal)

CEVAP: Ben bir hatayı düzeltmeye çalışırken 100 hurafe topluma pompalanıyor. Sizin dinlediğiniz hocanın söyledikleri, ekran hurafecilerinin söylediklerinin yanında masum kalır. Milyonlar onları dinliyor, onlara koşuyor. Hurafelere prim verenlere yazıklar olsun. Siz bunu Diyanet İşleri Başkanlığı’na da yazın. Bu şahane masalı ben de bir gün sütunumda değerlendiririm. Korkuyorum ki duyanlar gerçek sanıp inanacaklar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.