Şampiy10
Magazin
Gündem

Barış için üç örnek adım

Birilerinin değersizleştirmek için ellerinden geleni yapmalarına aldırış etmeyin BDP’nin iki sosyalist milletvekili, Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya Önder’in “Acil ve onurlu bir barış sorumluluğumuzdur” mesajını temel alan ortak açıklamaları son derece isabetli ve değerliydi.

Bu açıklamanın en hayati ve çarpıcı bölümünün şu olduğu kanısındayım: “Kürtlere ölüm yağdıran sınır içi-sınır ötesi harekatın nasıl karşısındaysak, ‘Kürt halkının özgürlüğü’ için savaştığını söyleyen TAK’ın sivilleri hedef alma anlayışını da aynen öyle dışımızda addediyoruz. Bu zihniyeti, Kürtlerin bir asırdır süregiden soylu özgürlük mücadelesinin tercümanı saymamız için hiçbir siyasi, ahlaki ve vicdani gerekçemiz olamaz.”

Bilmeyenlere hatırlatalım: TAK, sadece büyük şehirler ve turistik bölgelerde “kör terör” eylemleri düzenleyen “Kürdistan Özgürlük Şahinleri”nin kısa adı. TAK’ı PKK’nın taşeronu olarak gören çok ama ben TAK’ın, bizzat PKK üst yönetimi tarafından “kirli işler”i yapması için kurdurulduğuna inanıyorum.

TAK geçenlerde yaptığı bir açıklamayla, güvenlik güçlerinin yürüttüğü operasyonlara karşılık olarak yeniden büyük şehirler ve turistik bölgelerde eylemlere girişeceği uyarısında bulundu. TAK’ın bu tehdidini, muhtemel bir kara harekâtını engellemek için yaptığı düşünülebilir. Zaten geçmişten bugüne dek, Öcalan’dan Bayık, Kalkan ve Karayılan’a kadar tüm PKK yöneticilerinin en büyük şantajı “ülkeyi iç savaşa sürüklemek” olmuştur. Böylesi bir çatışmanın kıvılcımının da esas olarak büyük şehirlerdeki kör terör eylemleriyle çakılacağı da aşikârdır. Diğer bir deyişle TAK, PKK için bir tür sigorta işlevi görmektedir.

Dolaysıyla Kürkçü ve Önder’in sözlerini (ve cesaretlerini) küçümseyenler, ya yaklaşan felaketin ne olduğunun farkında değiller ya da amaçları “bağcı” (bu olayda “solcu”) dövmek olduğu için görmezden geliyorlar.

Akil insan ihtiyacı

İkinci olarak bugün gazetemizde haberini okuduğunuz, İshak Alaton, Prof. Halet Çambel, Rakel Dink, Prof. Şerif Mardin, Orhan Pamuk, Prof. Turgut Tarhanlı, Prof. Nermin Abadan Unat imzalı bayram mesajına değinmek istiyorum. Bu isimler hakkında uzun uzun konuşmanın anlamı yok; onlar Türkiye için ayrı ayrı çok büyük anlam ifade eden birer akil insan. Bu nedenle onların “El kırmak çözmez; el uzatmak, el sıkışmak çözer” sözlerini kendimize ilke edinmemiz ve yukarıda sözünü ettiğim, “yaklaşan felaket”e, yani Türkiye’nin topyekûn bir savaşa sürüklenmesi tehlikesine karşı elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Tam da bu noktada üçüncü konuya geçmek istiyorum. “Ekopolitik” adında İstanbul merkezli bir kuruluş var. Bazı yönleriyle bir “think tank” (araştırma ve düşünce üretim merkezi), bazı yönleriyle de bir sivil toplum örgütü olan Ekopolitik’in bana göre en çarpıcı özelliği, kuruluşunda kilit rol oynayan isimlerin “sağ”, milliyetçi-muhafazakâr kökenli olması.

Ekopolitik, dünyaca ünlü çatışma psikoljisi uzmanı Prof. Vamık Volkan’ın da katkılarıyla bir süredir Kürt sorunu üzerine çalışmalar yürütüyor. Bazılarını yakından izleme fırsatı bulduğum bu çalışmaların çoğu çatışan ya da çatışmaya yatkın tarafları birbirleriyle buluşturup tartıştırmayi hedefliyor ve epey başarılı oluyor.

Çalışmalarında Hakkari’yi bir tür “pilot bölge” seçmiş olan Ekopolitik’in koordinatörü Tarık Çelenk, yaklaşık iki hafta önce, Çarşamba günü Hakkari’de büyük bir iftar düzenlemeyi düşündüklerini söyleyince “Allah kolaylık versin” dediğimi hatırlıyorum. Malum Hakkari, Ankara’daki kimi politikacılara göre “çoktan Türkiye’den kopmuş” bir il.

Anlaşılan Allah da yardım etmiş ve geçtiğimiz Çarşamba günü, çatışmaların her geçen gün şiddetlendiği bir ortamda, gözlerin en fazla çevrildiği yerlerden olan Hakkari’de vali, üniversite rektörü, BDP’li belediye başkanı, BDP İl Başkanı, İnsan Hakları Derneği temsilcileri ve yaklaşık 150 kişiyle gayet sakin, olgun bir iftar yapılmış.

Bu yazıda sözünü ettiğim herkese, Kürkçü, Önder, Alaton, Çambel, Dink, Mardin, Pamuk, Tarhanlı, Unat, Volkan, Ekpolitikçiler, Hakkari’deki iftarın gerçekleşmesine diğer katkıda bulunanlara ve iftara katılanlara barış isteyen bir vatandaş olarak teşekkür ederim.

Yazının devamı...

Kandil’in bir ucundan girip diğerinden çıkmak mümkün mü?

KARA HAREKÂTI TARTIŞMASI/4

Üç gün boyunca konunun uzmanlarıyla, PKK’ya karşı Irak’ın kuzeyine bir kara harekâtı düzenlenip düzenlenmeyeceğini; eğer düzenlenirse bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini, geçmişteki harekâtları da hatırlatarak tartıştık. Bir toparlama yapmak gerekirse, öncelikle yeni bir sınırötesi kara harekâtının çok yüksek bir olasılık olduğunu söylemeliyiz. PKK’nın saldırılarını durdurma konusunda hiçbir işaret vermediği ve hükümetin dilinin saldırıların tırmanışına paralel olarak sertleştiği bir ortamda bir kara harekâtının zemini iyice oluşuyor. Zamanlamaya gelecek olursak, hükümetin elinde, TBMM’den alınmış bir tezkere olduğu için istediği zaman böyle bir harekâtın talinmatını TSK’ya verebilir, yani her an Türk askerlerinin Irak’a girdiği haberini alabiliriz. An itibariyle kara harekâtının zemini var gözükmekle birlikte, eğer PKK son Çukurca saldırısı benzeri yeni bir eylem düzenlerse bunun bir kıvılcım etkisi yaratacağı ve muhtemel bir kara harekâtını çabuklaştıracağı kesindir.

Bu noktada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor: PKK, TSK’nın Kuzey Irak’a girmesini mi istiyor? Daha açık soracak olursak: PKK tuzak mı kuruyor? Daha önce hükümet Dağlıca saldırısını bir tuzak olarak görmüş ve muhalefetin tüm dayatmalarına rağmen kara harekâtını epey geciktirmiş; kapsam ve süresini de sınırlı tutmuştu. Fakat bugün, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere yöneticiler Dağlıca sonrasındaki gibi temkinli ve serinkanlı davranmıyorlar. O zaman ya bu sefer ortada bir tuzak görmüyorlar ya da tuzak söz konusu olsa bile doğru bildiklerinden şaşmıyorlar.

Kapsam ve süre

Daha önceki örneklere baktığımızda TSK’nın Irak’taki PKK varlığına darbe indirmek için belli bölgelere girip bir süre sonra çıkmasının çok kalıcı sonuçlara yol açmamış olduğunu görüyoruz. Öte yandan uzmanlar TSK’nın K. Irak’ta bir tür “tampon bölge” oluşturmasının pek mümkün olmadığını söylüyorlar. O zaman yeni bir kara harekâtını ne “yeni” yapabilir? Galiba bunun cevabı “PKK’ya darbe indirmyi değil onu toptan tasfiyeyi hedeflemek” olacaktır. Bunun yolunun da Kandil’den geçtiği muhakkaktır.

İran’ın PJAK’ı sindirmek için doğrudan Kandil’i hedef alan bir operasyon düzenlemesi ve bunda belli ölçülerde başarılı da olmasının Türkiye’nin önüne bu seçeneği koymuş olduğunu düşünebiliriz. Ama bunun hiç de kolay olmadığı, PKK’nın en güçsüz olduğu dönemlerde bile hükümetlerin (ve geçmişteki ordu üst düzey kademelerinin) bu seçeneği telaffuz bile etmemelerinden anlaşılabilir.

Ne var ki, hükümet çevrelerinin ağzından “Kandil’in bir ucundan girip diğerinden çıkma” sözü çıkmış olduğu için, örneğin Güneş Harekâtı’nda olduğu gibi, dar bir bölgede, 8 gün sürecek bir harekât kamuoyunun beklentilerini karşılamayacaktır. Dolayısıyla eğer kara harekâtı sahiden gündemdeyse “Kandil’e girme” de ciddi bir seçenek olarak masada olsa gerektir.

Kuşkusuz “dün imkansız gözüken neden bugün mümkün olmasın?” diye sorulabilir. Buna bağlı olarak, örneğin Işık Koşaner’in gizli ses kaydında söylediklerinden hareket edilerek, PKK’ya karşı mutlak bir askeri başarı elde edilememesinin tüm sorumluluğu Genelkurmay’a atılıp artık aynı hataların tekrarlanmayacağı vurgulabilir. Bu argümanların tümünü doğru kabul etsek bile, Dr. Nihat Ali Özcan’ın altını çizdiği PKK’nın “öğrenen bir örgüt” olduğunu akılda tutmamız gerekiyor. Nerdeyse 30 yıldır Ortadoğu gibi karmakarışık bir bölgede varkalmayı bilmiş bir örgütü, birkaç komutan değişikliği, bazı yeni teknik donanımlar ve kimi yeni strateji ve taktiklerle askeri olarak tasfiye etmenin mümkün, hatta kolay olduğunu düşünmek ne derece gerçekçidir?

PKK tasfiye olursa...

Hiç sanmıyorum ama diyelim ki Sri Lanka modeli Türkiye’de de geçerli oldu ve çok geniş kapsamlı bir operasyonla önce PKK’nın Irak’taki varlığı mutlak bir şekilde sonlandırıldı, buna bağlı olarak ülke içindeki PKK militanları da etkisizleştirildi. O zaman ne olur? Çok sert bir cevap olacak ama “pek bir şey değişmez.” PKK sorunu, yeni bir örgüt ortaya çıkana kadar, bir süreliğine ertelenmiş olur ama Kürt sorunu bitmez, hatta çözümü daha da zorlaşır.

Kimileri, PKK’nın tasfiyesinin ardından atılacak demokratikleşme adımlarıyla Kürt sorununun da çözüleceğini, en azından çözümün epey kolaylaşacağını düşünüyor. Ama bu kişiler, PKK’nın askeri yöntemlerle tasfiyesinin doğuracağı sorunları, örneğin böylesi bir gelişmenin, iki halk arasında zaten varolan yarığın iyice derinleşeceğini ya görmüyor ya da görmek istemiyorlar.

Bir zamanlar PKK militanları öldüğünde, aileleri bile cenazelerini almaktan çekinirdi, ama bir süredir her PKK’lının cenazesi ayrı bir kitle gösterisine dönüşüyor; her biri için günlerce taziye çadırları kuruluyor. Dolayısıyla “müjdesi” verilen onlar, hatta yüzlerce PKK’lının öldürüleceği operasyonların, harekâtların bu ülkede zaten kırılgan olan toplumsal barışa bir katkıda bulunmayacağı ortadadır.

Kürt siyasi hareketinin son dönemde yaşadığı gelişme ve dönüşümü bilmeyen ya da bilmek istemeyenler, sanki karşımızda 15-20 yıl öncesinin PKK’sı varmış gibi, sanki bölge halkıyla örgütü ayrıştırmak mümkünmüş gibi (ki bu aslında hiçbir zaman mümkün değildi) davranıyorlar. Onların attığı savaş çığlıkları bu ülkeyi barıştan daha da uzaklaştırıyor.



Dün bu ülkenin en iyi şairlerinden birini, Seyhan Erözçelik’i uğurladık. Başımız sağolsun, mekanı cennet olsun.

Yazının devamı...

PKK’nın sonu Tamil Kaplanları gibi olur mu?

PKK’nın saldırılarını tırmandırması ve hükümetin de söylemini buna paralel olarak sertleştirmesiyle yeniden Sri Lanka modeli gündemimize girdi. Üç uzmanla bu modelin Türkiye’ye uyarlanma şansı olup olmadığını tartıştık.

Uluslararası medya ve literatürde PKK’nın adı 2009 yılına kadar Sri Lanka’da yıllardır faaliyet gösteren ayrılıkçı Tamil Kaplanları adlı örgütle birlikte anılıyordu. Her iki örgüt arasında ne tür bir ilişki olduğu tam net olmasa da aralarında birçok benzerlik olduğu kesindi. Sri Lanka hükümetinin yaklaşık 30 yıl sonra “topyekun savaş” konseptiyle Tamil Kaplanları’nı 2009’da dağıtması üzerine Türkiye’de de “Sri Lanka modeli” tartışılır oldu. PKK’nın saldırılarını tırmandırması ve hükümetin de söylemini buna paralel olarak sertleştirmesiyle yeniden Sri Lanka modeli gündemimize girdi. Yazı dizimizin bugünkü bölümünde üç uzmanla, bu modelin Türkiye’ye uyarlanma şansı olup olmadığını tartışıyoruz. Ama önce Sri Lanka’da neler yaşandığına bakalım:

1970 yılında çıkarılan ve Tamil gençlerinin üniversiteye girişini zorlaştıran yasa azınlıktaki Tamiller ile çoğunluktaki Sinhaliler arasındaki uzun zamandır var olan uçurumu daha da derinleştirdi. Bu yasanın ardından 1971’de ülkenin adının Seylan‘dan Sri Lanka’ya dönüştürülmesi, Budizm’in resmi din olarak kabul edilmesi ve resmi dilin Sinhalice yapılması ayrılıkçı örgütlenmenin hızlanmasına neden oldu.

Operasyon devam etti

Tamil Kaplanları 1976 yılı Mayıs ayında böyle bir atmosferde kuruldu. Velupillai Parabhakaran liderliğinde örgütün amacı Sri Lanka’nın kuzeybatısında bağımsız bir devlet kurmaktı. Mayıs 1991’de Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi bir kadın intihar eylemcisi tarafından öldürüldü. Bu saldırı Tamil Kaplanları’nın uluslararası arenada her türlü meşruiyetini ve desteğini yitirmeye başlamasına neden oldu.

1995 yılına kadar sayısız eylemler gerçekleştiren ve sürekli Sri Lanka devleti ile çatışmaya giren Tamil Kaplanları’nın temsil ettiği Tamiller’in karşısına en kapsamlı barış projesi, Sri Lanka Cumhurbaşkanı Çandırika Kumaratunga tarafından konuldu. Bu projenin en önemli vaadi Tamillere özerklik tanınması ve Sri Lanka’nın federal yapıya dönüşmesiydi. Bu barış projesine ülkenin bölüneceği gerekçesiyle başta Milli Birlik Partisi Başkanı Ranil Vikram Şenep (daha sonra başbakan oldu) olmak üzere diğer muhalefet partilerinin karşı çıkmasıyla yasallaşmadı.

11 Eylül 2011 tarihinde terör saldırısıyla değişen dünya atmosferi Tamil Kaplanları’nın hareket alanını iyice daralttı. Bunun sonucunda, bağımsızlık taleplerini özerkliğe çevirdiler. Milli Birlik Partisi’nin lideri ve Başbakan Ranil Vikran Singhe, Tamil Kaplanları ile süresiz ateşkes anlaşması imzaladı. Cumhurbaşkanı Kumratunga’nın Tamil Kaplanları silahsızlandıktan sonra ateşkesin ilan edilmesinden yana tavır alması ülkede siyasal krize sebep oldu.

1 Kasım 2003’te Tamil Kaplanları’nın barış için açıkladıkları plan hükümet tarafından reddedilince, çatışmalar yeniden ve daha şiddetli bir şekilde başladı.

2005’in Ocak ayına gelindiğinde, Tamil Kaplanları içinde ciddi bir ayrılık yaşandı. Örgütün doğu bölgesi komutanı Albay Karuna Amman ve 6 bin militanı örgütten ayrıldı. Bu ayrılığa rağmen 2009’a kadar karşılıklı birçok saldırı düzenlendi. Bu süre zarfında Sri Lanka’da göreve sertlik yanlısı Mahinda Racapakasa geldi. Racapakasa, Tamillere karşı taviz verilmeyeceğini ve bağımsızlık verilmesinin söz konusu olmadığını savundu. 2005 ile 2009 arasında geçen dönemde, Temmuz 2006’da Cenevre’de barış görüşmeleri yapılmış olsa da bu görüşmeler barışsızlıkla sonuçlandı.

Sri Lanka devleti çatışmalarda kullandığı gücü sürekli artırdı ve 2 Ocak 2009 tarihinde Tamillerin başkent konumunda olan Kilinochchi kentinin kontrolünü eline aldı.

Tamil Kaplanları 17 Nisan’da ateşkes çağrısı yaptı ama bu çağrı hükümet tarafından kabul görmedi. 20 Nisan’da hükümet örgüte 24 saat içinde koşulsuz silah bırakma ve teslim olma çağrısında bulundu. 26 Nisan’da Tamil Kaplanları tek taraflı ateşkes ilan etti ama hükümet güçleri operasyona devam etti ve 16 Mayıs 2009’da ülkenin tüm kontrolünü ele aldığını ilan etti. Son operasyon sırasında örgütün lideri Parabhakaran ölü ele geçirildi.

Sri Lanka’da ayrılıkçı çatışmalarla başlayan ve sonra yerini iç savaşa bırakan 30 yıla yakın süren çatışma ve savaş ortamının sonucunda ortaya çıkan bilanço 70 bin ölüydü.

(Not: Tamil Kaplanları hakkında bilgilerin çoğu aşağıdaki linkten... http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=528:-sri-lanka-ve-tamil-kaplanlar-&catid=110:analizler-hindistan&Itemid=138)

2009 yılında tarihe karıştılar

Tamillerin bağımsızlığı için 30 yıldır silahlı mücadele yürüten Tamil Kaplanları, liderleri Velupillai Prabhakaran’ın 2009’da öldürülmesiyle tarihe karıştı.
Sri Lanka’da 30 yıla yakın süren çatışma ve savaş ortamının sonucunda ortaya çıkan bilanço 70 bin ölüydü.

Nihat Ali Özcan - ‘Sorun bedelleri kimin nasıl ödeyeceğidir’

Dünyada ayaklanmaların bastırılmasında her olay kendine hastır. Çünkü olayın geçtiği her ülkenin, tarihi, coğrafyası, politik ortamı, ekonomik yapısı, dini, kültürü, liderliği farklıdır. Bu nedenle başka ülkelerin tecrübelerinden taktik dersler çıkartabilirsiniz ama biri diğerine benzemez. Sri Lanka olayı, “ayaklanmanın güç kullanılarak bastırılmasına” son dönemin verilen en popüler örneğidir. Sri Lanka devleti bu başarıyı dört faktöre borçludur:

1. Coğrafya.ccç Ada ülkesi olan Sri Lanka’da Tamiller’in güvenli derinlikli geri bölgesi yoktu. Arkalarını denize yaslamışlardı. Böylece sıkıştılar.

2. Tamil liderinin strateji hatası. Literatürde “erken iktidar hastalığı” olarak bilinen hastalığın etkisinde kaldılar. Belirli bir coğrafi bölgede devlet gibi davranmaya, yeterli askeri gücü olmadan yerleşik hayata geçerek coğrafyayı savunmaya başlamış, gerilla olmanın sağladığı avantajı yitirmiş ve stratejik hata yapmışlardır.

3. ABD’nin 11 Eylül sonrası Sri Lanka ordusuna yaptığı eğitim, teçhizat ve teknik yardım ile Tamiller’in finans kaynaklarının kurutulması.

4. Sri Lanka’daki güçlü ve hırslı siyasi liderlik ve otorite. Otonomiyi kabul eden hükümet ile barış görüşmelerinin tıkanması ve hükümetin askeri operasyon için güçlü bir meşruiyet kazanması.

Bu çerçeveden bakınca şunu söyleyebiliriz. Bizim gibi sorunu olan ülkelerin birinden diğerine geçişin olduğu üç alternatifi vardır. Birincisi, Çekosl ovakya ya da Yugoslavya gibi bölünürsünüz. İkincisi, Sri Lanka gibi bastırırsınız. Üçüncüsü ise, egemenliği yeniden paylaşırsınız, ya da size paylaştırırlar; Irak, Kanada gibi. Bunun da bir tek modeli yoktur. Dünyada uygulanan onlarca modelden birin seçebilir ya da kendiniz yeni bir tane üretebilirsiniz. Sorun politik askeri, ekonomik, psikolojik sosyal bedelleri kimin, nasıl ödeyeceği ve hazır olup olmadığınızdır.

Cengiz Çandar - ‘Tamil Kaplanları akıl almaz bir hata yaptı, PKK yapmaz’

PKK’nın sonu Tamil Kaplanları’na benzeyemez. Bu gibi karşılaştırmalar, PKK’nın bir “taşeron örgüt”, bir “terör örgütü” olduğuna ilişkin hatalı algılamalardan kaynaklanıyor. PKK, silahlı bir örgüt olmanın çok ötesinde. Çok yaygın ve Tamil Kaplanları’ndan çok daha yaygın ve kitle tabanı itibarıyla daha güçlü bir örgüt. Türkiye’de 100 civarında belediye, 30’un üzerinde milletvekilini en zor şartlar altında seçtirebilecek güç, PKK’nın siyasi nüfuzu ile ilgili. PKK sadece bir “güvenlik” konusu, sadece bir “askeri” oluşum değil. Geçenlerde bir toplantıda birlikte olduğumuz, İngiltere’nin IRA-Sinn Fein görüşmelerindeki en başta gelen müzakerecilerinden, Tony Blair’in müsteşarı Jonathan Powell, Tamil Kaplanları’nın bir isyancı-silahlı örgüt için akıl almaz bir hata yaptığını ve Sri Lanka ordusuyla konvansiyonel bir savaşta hesaplaşmayı seçtiğini ve bu yüzden yenildiğini, aksi takdirde onun yenilmesinin de mümkün olmayacağını söylemişti. PKK’nın benzer bir hata yapması için hiçbir neden yok.

Hüseyin Yayman - ‘Önce Kürt sorunu çözülmeli’

Türkiye, Tamil Kaplanları’ndan önce 1990’ların ortasında ‘Aydınlık Yol’ tartışmasını yaptı. Tansu Çiller, Peru’da Fujimori’nin Aydınlık Yol lideri Guzman’a yaptığı gibi Apo’yu kafese koyup Anadoluyu gezdirmek istiyordu. Ben bu tür benzetmeleri sığ ve cahilce buluyorum. Çünkü Türkiye’deki sorunun tarihsel ve toplumsal arkaplanı, örnek gösterilen olaylardan tamamen farklı. Kürt nüfusun neredeyse yarısından fazlasının Fırat’ın Batısı’nda yaşaması dahi olayın ne kadar iç içe geçtiğini ortaya koyuyor. Her iki halk arasında bin yıllık bir tarihdaşlık ve duygudaşlık var. Sri Lanka-Tamil mücadelesiyle Türkiye-PKK mücadelesinin bir kısım benzer yanları olmakla birlikte, mücadelenin verildiği coğrafya, örgütlülük, toplumsal ve dini yapı, tarihsel arkaplan, nüfus dağılımı, jeostratejik konum gibi faktörlere yakından bakıldığında bambaşka bir olayla karşı karşıya olduğumuz görülür. Son tahlilde unutmamak gerekiyor bizim asıl sorunumuz Kürt sorununu çözmektir. Kürt sorununu çözmeden PKK’yı yok etmek, başka PKK’ların çıkmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Kürt siyasetiyle Ankara arasındaki ‘güven krizi ve muhataplık sorunu’ çözülmediği müddetçe ne tür bir karar alınırsa alınsın ve ne tür bir model uygulanırsa uygulansın başarılı olunamayacaktır.

YARIN: Sınır ötesi kara hârekatı ne getirir, ne götürür?

Yazının devamı...

‘Halk desteği kimin yanında?’

Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Hüseyin Yayman, “Temel sorun kara harekâtının başlayıp başlamaması değil, Ankara’nın Kürt mese-lesindeki ezberlerinden kurtulması ve sorunla yüzleşmesi meselesidir. Bu yüzleşme olmadan ne tür tedbir alınırsa alınsın sorunu çözmek hayli maliyetli olacaktır. Bu mücadelede en hayati soru halk desteğinin kimin yanında olduğudur” diyor

Türkiye’de Kürt sorunu üzerine bilimsel araştırma yapan ender isimlerden biri Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Hüseyin Yayman. Son olarak “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” başlıklı hacimle araştırmasıyla dikkatleri üzerine çeken Yayman’la muhtemel bir kara harekâtını konuştuk:

-Kara harekâtını mümkün görüyor musunuz?

Genel gidişata ve Ankara’daki puslu havaya bakıldığında böyle bir kararın alınma ihtimalinin yüksek olduğu; bununla birlikte AK Parti’nin siyasal kodlarına ve Kürt sorununa yaklaşımına bakıldığındaysa güvenlikçi yaklaşıma teslim olmayacağı görülüyor. Yani ortada henüz kesinleşmiş bir karar yok. Temenni ederim bu tuzağa düşülmez. Aslında Türkiye bu tartışmaları 1990’lı yıllarda yaptı ve bir sonuç alamadı. Yapılan açıklamalara bakıldığında dramatik bir tekrar yaşanıyor. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vefat etmeden kısa bir süre önce 9 Mart 1993 günü verdiği demeç aslında olan biteni bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Özal “Güneydoğu sorunu asker mantığıyla çözülemez. Bu mantık PKK’nın ekmeğine yağ sürmektedir. Olağanüstü hal kaldırılmalıdır” diyordu. Bunu söyleyen devlet aklı gerekli adımları zamanında atamadığı için Türkiye 20 yıl kaybetti ve yapılan hatalar PKK’yı kendi beklentilerinin ötesinde güçlendirdi. Gelinen noktada Türkiye’nin yeni bir 10 yıl kaybetme lüksü yok. Çünkü bölgedeki siyasal ve toplumsal yapı radikal biçimde değişti.

-Kara harekâtı başlarsa ne olur?

Buradaki temel sorun harekâtın başlayıp başlamaması değil, Ankara’nın Kürt meselesindeki ezberlerinden kurtulması ve sorunla yüzleşmesi meselesidir. Bu yüzleşme olmadan ne tür tedbir alınırsa alınsın sorunu çözmek hayli maliyetli olacaktır. Bu mücadelede en hayati soru “halk desteği”nin kimin yanında olduğudur. Kara harekâtını başlatacakların veya 90’lı yılların mücadele konseptine döneceklerin öncelikle bu soruyu kendilerine sorması gerekmektedir. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in “Düşük Yoğunluklu Çatışma” (DYÇ) olarak Türkçeye çevirdiği “low-intensity conflict” çerçevesinde PKK’yı köpek balığına benzetip, onu yakalamak için suyu kurutmak gerektiğini ifade etmesi, psikolojik üstünlüğü devlete geçirmekle birlikte halk desteğinin önemli ölçüde yitirilmesine yol açtı. DYÇ konsepti çerçevesinde bazı güvenlik görevlilerinin PKK’nın yöntemlerine benzer yöntemleri kullanması sorunu çözmek yerine daha da büyüttü. PKK’nın mücadele stratejisine yabancı olan güvenlik görevlilerin, militanları desteklediğinden şüphelendiği köylüleri ‘potansiyel suçlu’ olarak görmesi örgütü kitleselleştirip, halk desteğini artırdı. Bugün için örgüt düne göre çok daha fazla özgüven kazanmış durumda. Zaten son dönem yaşananların ardında Kürt siyasetinin ‘özgüven zehirlenmesi’nin payı var. PKK’nın politik çözüm yerine yeniden şiddete müracaat etmesi demokratik çözüm seçeneğinin zayıflamasına ve ‘askeri’ seçeneğin güçlenmesine sebep oluyor. Yani ortada tam bir kilitlenme hali var.

‘Etnik çatışmayı tetikleyebilir’

“PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi” adlı kitabın yazarı Dr. Nihat Ali Özcan’la mülakatımızın bu bölümünde PKK’nın muhtemel bir kara harekatına karşı tavrının ne olabileceğini tartıştık:

-TSK’nın son davalardaki tutuklamalar ve istifalar yüzünden bu kapsamdaki operasyonları eskisi kadar rahat yapamayacağını düşünenler var. Sizce CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi TSK’da var olduğu iddia edilen moralsizlik operasyona yansır mı?

Sorun sadece tutuklamalar değil, tutuklamalarla birlikte başlayan sistematik ve kırıcı gazete, televizyon, radyo eleştirileri. Bunlar tabii ki personeli olumsuz etkiliyordur. Çünkü bu tarz mücadele kişisel beceri, ilgi ve fedakârlık ister. Askeri personelin ideolojisinin ne olduğu, üniformanın içinde kim olduğu önemli değil. Böyle bir sorununuz varsa, bunu asker olmadan götüremez sonlandırmazssınız. Eğer niyetiniz, ülkeyi bölmek, siyasi egemenliği paylaşmak değilse bu yapılanlar doğru işler değil. Sonuçta “insan” en önemli faktör, makinelerle işi çözmezsiniz. Günün sonunda faturayı millet öder. Özgüvenini yitirmiş, psikolojik üstünlüğü kaptırmış bir ordu hiçbir siyasetçinin de işine yaramaz, onu batırır. Format atayım derken bilgisayarın hard diski kırmakta olduğunuzu fark etmelisiniz. Bu sonuçta sadece PKK’nın işine yarar, başka hesabı olanların işine ise hiç yaramaz. Hele “bölgesel güç” olma iddiasındaysanız..

-Daha önce örneklerini gördüğümüz gibi, muhtemel bir harekat karşısında PKK başta büyükşehirler olmak üzere Batı illerinde kör terör eylemlerine yönelebilir mi? Yönelirse bunun ne gibi sonuçları olabilir?

PKK, tipik bir öğrenen organizasyon. Her şeyi çabuk öğrenir. Artık melez bir strateji izliyor. Bu nedir? Kırsalda ve sınır ötesinde gerilla, şehirde, terör. Yine şehirde kitlesel hareketler, ayaklanma provaları. Legal alandaysa legal politik aktivite. Böylesine geniş bir yelpazede, dinamik ve değişken bir eylem yelpazesi günün sonunda kör bir etnik çatışmayı bile tetikleyebilir. Bu durumda, ayaklanma stratejisinin bir parçası olarak kamu düzenini altüst eden sivillere karşı “güç kullanılması kabul edilemez” yaklaşımı Türkiye için büyük problem oluşturur.

-Son dönemde artan saldırıların asıl amacının devleti operasyona zorlamak ve bunun bir adım ilerisinde ülkede iç savaş çıkarmak olduğunu öne sürenler var. Ne dersiniz?

PKK, çeşitli nedenlerle, demokratik özerklik ilan etti. Bu örgütün stratejisine göre, meşru hükümete karşı paralel bir iktidar ilanıdır. Bu yola girdi. Bunu götürmek zorunda. Bunu silahlı militanları ile koruyacak, koruyamazsa stratejisi çöker ve destekçilerinin gözünde meşruiyetini, gücünü yitirir. Son MGK bildirisinde hükümet bunu görmüş ve tepki vereceğini söylüyor. PKK doğrudan güç kullanarak istediklerini yapamaz. Ancak eylem kapasitesi ile dört farklı muhataba güçlü mesaj vererek amacına biraz daha yaklaşmak ister. Birincisi, hükümet. “Bakın eğer anayasaya benim dediğimi ve Öcalan ile iligili düzenlemeyi koymazsanız sizing canınız yakarım” diyor. İki, “bu hükümet benim karşımda zayıf, onu baskı altına alın” diye kitleleri tahrik ediyor. Üçüncüsü, insanları sokaklara dökerek sosyal politik mobilizasyon başlatır. Son olarak, sponsorlara mesaj veriyor. “Bakın, benim elimde sizin işinize de yarar aygıtar var. Bu hükümeti sinirlendirebiliyorum. Haydi benimle işbirliği yapın” diyor.

İki önemli operasyon

ÇukurcA saldırısından sonra Kuzey Irak’taki PKK hedeflerine yönelik hava harekâtlarının ardından yeni bir sınırötesi kara harekatı yapılıp yapılmayacağı belirsizliğini koruyor. Süren tartışmalara katkıda bulunmak şu ana kadar düzenlenmiş kara harekatlarından ikisini yakından incelemeye çalıştık.

Çelik Harekâtı: Harekât bitti, PKK kampları geri geldi

Irak’ın kuzeyine yönelik kara harekâtı denince akla ilk olarak 20 Mart 1995 günü başlayan Çelik Harekâtı gelir. O tarihte Tansu Çiller başbakandı ve PKK’ya karşı gerçek anlamıyla bir “topyekun savaş” yürütüyordu. Devletin “terörle mücadele” adına, “yargısız infaz”, “faili meçhul suikastlar” gibi gayri meşru metotlara sıklıkla başvurduğu bu mücadelenin sonucunda PKK’nın gücü belli oranlarda kırılmıştı. Nitekim Çelik Harekâtı’na kumanda eden Korgeneral Hasan Kundakçı, yıllar sonra Milliyet yazarı Fikret Bila’ya şöyle anlatacaktı: “Yurtiçindeki tüm bölgeleri temizlemiştik. Bir, Diyarbakır bölgesi temizlenmişti; iki, Şırnak bölgesi temizlenmişti. 94 sonuna kadar bu bölgelerin hepsini temizledik. İçeriyi temizlediğimiz için, sıra dışarıya gelmişti. Genelkurmay Başkanı (İsmail Hakkı) Karadayı’ya da anlattık. Karadayı Paşa kabul etti, sınır ötesi harekât kararını doğru buldu.”

Harekât yapılan bölgede kış şartları belli ölçülerde etkisini sürdürüyordu. Korgeneral Kundakçı “Teröristler de, kış şartları bitmeden gelmeyeceğimizi düşünüyorlardı. İkincisi, mesela karlı dağlarına üzerindern geleceğimizi beklemiyorlardı. Ben komandoların hepsini sızdırarak soktum içeriye, bütün bölgeye, bütün bölge üzerinden” diye anlatıyor Bila’ya.

Sonuçta 35 bin askeri personel Kanimasi, Mergasor ve Barzan bölgelerinde kontrolü ele geçirdi ve günlerce PKK’lılarla çatıştı. Başta özel televizyon kanalları olmak üzere Türk medyasının da yakından izlediği (ve sonuna kadar desteklediği) bu harekatın sonunda resmi açıklamalara göre 555 PKK militanı öldürüldü, 64 asker de şehit oldu.

Başbakan Çiller operasyonun süresi sorulduğunda “PKK’yı bitirmeden çıkmayız” cevabını veriyordu. Fakat gerek hedeflenen PKK kamplarının ele geçirilmesi, gerekse bazı uluslararası baskılar sonucu kuvvetler geri çekildi. Bir süre sonra PKK’nın aynı yerlerde yeniden kamplar kurduğu haberleri geldi.

Güneş Harekâtı: 8 günde bitti

AKP hükümetinin, yeniden yoğunlaşan PKK saldırılarına karşı TBMM’den sınır ötesi harekat için tezkere almasından tam 4 gün sonra Dağlıca Karakolu basıldı. Yaşanan büyük acı ve şokun hemen ardından muhalefet partileri hükümete tezkerenin gereğini yerine getirmesi için baskı yapmaya başladılar. Ancak Dağlıca baskınının, Türkiye’yi Irak’a çekmeye yönelik bir tuzak olarak gören hükümet bu dayatmalara itibar etmedi ve harekatı 4 ay geciktirdi. 21 Şubat 2008 günü yoğun kış şartlarında başlatılan Güneş Harekâtı’nın hedefi PKK’nın saldırıları ve eylemlerinin planladığı yer olan Zap bölgesiydi. Operasyonun sonunda TSK’nın açıkladığı rakamlara göre 26 mağara, 290 barınak ve sığınak, 12 komuta merkezi, 11 muhabere tesisi, 6 eğitim tesisi, 23 lojistik tesis, 18 ulaştırma tesisi, 40 hafif silah mevzii ve 59 uçaksavar mevzii kullanılamaz hale getirildi. TSK’nın harekattan önce Zap bölgesinde tespit ettiğini açıkladığı yaklaşık 300 PKK’lıdan 240’ı etkisiz hale gelirken, 27 güvenlik görevlisi de şehit oldu.

Güneş Harekâtı devam ederken, ABD Savunma Bakanı Robert Gates oparasyonların uzun sürmemesi gerektiğini dile getirdi. Hemen ardından ABD Başkanı George Bush ve AB ülkelerinden de benzer yönde açıklamalar geldi. Bu açıklamalar üzerine önce dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, “Kısa süre izafi bir kavram, bazen bir gün, bazen bir senedir” açıklamasını yaptı. Daha sonra Başbakan Erdoğan hedefe ulaşınca Türk askerinin döneceğini söylerken, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de “Ne kadar gerekirse o kadar kalacağız” dedi.

Ne var ki bu açıklamalardan kısa bir süre sonra 29 Şubat 2008 günü, Güneş Harekâtı’nın bittiği TSK’nın resmi internet sitesinde açıklandı. TSK, istenilen hedefe ulaşıldığı için harekâtın bitirildiğini söylüyordu. Operasyonun ABD’nin isteği üzerine erken bitirildiği iddiaları Başbakan Erdoğan ve diğer hükümet yetkilileri tarafından kesin bir dille redde-dildi.

Yazının devamı...

Kara harekatı yapılacak mı?

KARA HAREKATI TARTIŞMASI / 1

PKK’nın eylemlerini yeniden tırmandırmasına paralel olarak Başbakan Erdoğan’ın da dilini ve üslubunu kademe kademe sertleştirdiğine tanık oluyoruz. Erdoğan’ın önceki akşam partisinin İstanbul örgütünün geleneksel iftar yemeğinde yaptığı konuşma bu bakımdan bir zirve olarak görülebilir. Gerçekten çok açık ve netti, çok ama çok sertti. Erdoğan’ı yaklaşık 25 yıldır izleyen bir gazeteci olarak onun “siyaseten” böyle konuşmadığı, PKK’ya yönelik öfkesinin son derece “sahici” olduğu kanısındayım. Onun niye bu derece öfkelendiği hakkında bildiklerimiz ve tahmin ettiklerimiz var, ama kamuoyuyla, en azından şimdilik, paylaşmak istemediği birtakım (istihbari) bilgilerin Başbakan’ı böylesine bir tavıra sevk ettiğini düşünebiliriz.

Bu “sahici öfke”nin sahici, yani elle tutulur, somut gelişmelere neden olacağını kestirmek güç değil. Bu bağlamda, Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonlarının “açılış” olduğu, devamında PKK’ya yönelik diğer askeri seçeneklerin de devreye sokulacağını söylemek mümkün. Bu seçeneklerin başında hiç kuşkusuz sınırötesi kara harekâtı geliyor. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü PKK’nın eylemlerini tırmandırıdığı her dönemde bu seçenek gündeme geldi ve birçok kez de hayata geçirildi. İran’ın PJAK’a yönelik olarak bir süredir Irak topraklarında harekât yürütüyor olması ve bunda belli başarılara ulaşması Ankara için bu seçeneği daha cazip kılıyor olabilir. Hükümetin böyle bir harekât için ihtiyaç duyduğu yetki tezkeresini TBMM’den çoktan almış olduğu da hatırlanacak olursa her an TSK’nın bir kez daha Irak’ın kuzey bölgelerine girmesine tanık olabiliriz.

İşte bu yazı dizisinde sınırötesi harekât seçeneğini, geçmişteki örnekleri de hatırlatarak uzmanlarla tartışacağız. Kendi görüşümüzüyse dizinin son bölümünde kaleme alacağız.

‘En büyük avantaj Erdoğan’ın siyasi liderliği ve kararlılığı’

PKK yıllardır varlığını sürdürmesine rağmen hakkında kaydadeğer sayıda bilimsel araştırma yapılmış değildir. Bu noktadaki istisnaların başında Dr. Nihat Ali Özcan’ın 1999’da çıkan “PKK: Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi” adlı kitap gelir. Dr. Özcan sorularımızı şöyle cevapladı:

Hükümet yetkilileri sürekli olarak PKK’ya karşı “daha farklı ve daha şiddetli” bir mücadeleden söz ediyorlar. Siz nasıl bir mücadele öngörüyorsunuz?

Öncelikle PKK’nın organizasyon yapısını, halk desteğini ve stratejisini nasıl tanımlıyorsunuz, buna bakmak gerekir. Bana göre PKK tipik bir ayaklanma olayıdır. Bu nedenle, politik amacına ulaşmak için organize, uzatılmış politik-askeri bir strateji izliyor. Hükümeti halkın gözünde küçük düşürecek, etkisiz kıracak, meşruiyetini zayıflatacak paralel bir iktidar kurma ve yaşatma iddiasında. Hükümet de yasalar içinde kalarak, elindeki ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik ve diplomatik araçlarla erozyona uğrayan varlığının yeniden tesis için “güvenlik inşasına” girişicek gibi görünüyor. Yeni stratejilerin ne olduğu açık değil. Her geçen gün, zaman hükümetin aleyhine işliyor ve bürokrasinin kendisini dönüştürme ve öğrenebilme kapasitesine bakınca bazı şüphelerim olduğunu söyleyebilirm. Ancak en büyük avantaj, Erdoğan’ın siyasilider liği ve kararlılığı olabilir. Ne var ki mevcut yasal düzenelemeler, psikolojik iklim, idari yapılanma ve devlet kurumları arasındaki güvensizlikle işlerin istenen biçimde gitmesinin zor olduğunu söyleyebilirim. Güvenlik ile diğer alanlar arasındaki dengenin güvenlik aleyhine bozulduğu görünüyor. Hükümet de bu dengeyi yeniden inşa etmek zorunda olduğunu anlamış durumda. Bu tabiatı itibarıyla zor bir iş. PKK’nın uyguladığı yıpratma ve bozma stratejisinin bir sonucu olarak bu ülkede ve coğrafyada hiçbir şey bir birinden bağımsız değildir. Ortadoğu’daki “Arap baharı”ndan, tutuklu general ve subaylara, yasalardaki güvenlik güçlerinin hareketlerini kısıtlayan düzenlemelerden, son zamanlarda kamuoyunda “devlet”i katil, kriminal, güvenilmez gösteren tartışma ve ifadelere kadar her şeyin iyi ve senkronize yönetilmesi gerekir.

Günümüzde yeni bir kara harekâtı gündemde. 1990’lardaki en kapsamlı harekâtlardan olan “Çelik” ve “Çekiç” harekâtlarına ve 2008’deki Güneş Harekâtı’na baktığımızda bu sefer farklı olarak ne yapılabilir?

Harekât kavramı çok muğlak. Çünkü harekâtın kuvvet, zaman ve mekan boyutu sonuçlarıyla yakından ilişkilidir. PKK’nın askeri aklı da bunu anlamış olduğundan Kuzey Irak’ta buna gore konuşlanmış durumda. Çünkü Kuzey Irak, güvenli bölge olarak PKK açısından hayati öneme sahip stratejik bir bölgedir. Kuzey Irak yoksa PKK da yoktur. Varsa PKK 100 yıl daha yaşar. O zaman sizin harek âttan ne beklediğiniz önemli. PKK’yı ağır hasara uğratmayı düşünüyorsanız, karadan girer 250 kilometere derinliğe gider ve bir-iki yıl kalırsanız . İş farklı bir noktaya gider. “Yok bunu yapamam , uluslararası ortam uygun değil” ya da “bütçede yeterli para yok” vs. derseniz, o zaman 10-15 km sınırı iki noktadan geçer kamuoyunun gazını alırsınız kısa vadede. Uzun vadede de halk size olan güvenini kaybeder. Bu nedenle stratejik amaçlı olanlara hiç ihtimal vermiyorum.

90’larda oldukça yoğunlaşan sınır ötesi harekâtların bilançolarına baktığımızda öldürülen PKK’lı sayısının hiç de az olmadığını görüyoruz. Peki eksik olan ne?

1990’larda güvenlik dengesi lehine, ekonomik, kültürel, hukuki dengeler bozulmuştu. Örneğin devlet köylerini terk eden insanlara birkaç milyar dolar para ödedi. Ancak bu paralar o zaman verilip insanlara iyi bir yaşam sağlanabilirdi. Zor bir süreç olduğu doğrudur. Güvenlik sağlandığındaysa diğer aktörler çeşitli nedenlerle ve gereken hızla sistemi inşa edemediler. Şimdide dengeler güvenlik aleyhine bozuldu. Bunu yeniden ve sağlıklı inşa etmek artık ciddi zorluklar içeriyor.

Türkiye’nin geniş kapsamlı bir sınırötesi kara harekâtı yapması durumunda bölge ülkelerinin tutumu nasıl olur?

Bu bir varsayım. Kapsamlı bir sınırötesi harekâtı mümkün görmüyorum. Kimse de memnun olmaz. Ne İran, ne Suriye ne ABD, ne AB, ne de Kürt yönetimi.

YARIN: Özcan: PKK kör bir etnik çatışmayı bile tetikleyebilir

KRONOLOJİ

Çelik, Tokat, Çekiç, Şafak, Murat, Güneş...


Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) PKK’ya yönelik ilk sınırötesi kara harekâtı1983 yılında yapıldı ve 5 ila 7 bin asker Kuzey Irak’a girdi. O tarihten bu yana, “sıcak takip”, PKK eylemlerine “misilleme” gibi nedenlerle, kimi zaman da stratejik planlama ışığında çok sayıda sınırötesi kara harekât ı düzenlendi. Bunların en kapsamlılarını kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz:

- Kuzey Irak Harekâtı: TSK’nın Irak’ın kuzeyinde düzenlediği bu ilk geniş çaplı operasyondur 5 Ekim 1992 günü başladı ve 40 gün sonra, 15 Kasım 1992 ’te sonuçlandı.

- Çelik Harekâtı: 20 Mart 1995 tarihinde 35 bin askeri personelin katılımıyla başlayan bu operasyon Türkiye tarihinin en kapsamlı birkaç sınırötesi harekâtından biridir.

- Tokat Harekâtı: 14 Haziran 1996 günü başlayan operasyon Kuzey Irak’taki PKK’lıları hedef aldı.

- Çekiç Harekâtı: 12 Mayıs 1997’de başlayan ve 7 Temmuz 1997’de biten operasyon ile iki yıldır bahar ve yaz aylarında yapılan harekâtlara bir yenisi eklenmiş oldu.

- Şafak Harekâtı: 25 Eylül 1997’de başlayıp, 15 Ekim 1997’ye kadar süren bu harekâtta 865 PKK’lı öldürürken, 31 asker ve korucu şehit oldu.

- Süpürme Harekâtı: 5 Aralık 1997’de, kış mevsimini geçirmek için Kuzey Irak’taki kamplara yerleşen PKK’lılara karşı düzenlendi.

- Murat Harekâtı: 1998 Nisan ayının son haftasında 39 bin 500 askeri personelin katılımıyla yapıldı.

- Güneş Harekâtı: AKP hükümeti dönemindeki tek sınırötesi kara harekâtı 21 Şubat 2008 tarihinde Kuzey Irak’ta belirlenen PKK hedeflerine karşı düzenlendi. 29 Şubat 2008’de sona erdi.

‘Bir kara harekâtıyla PKK’nın askeri gücü bitirilemez’

Radikal Gazetesi yazarı Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı rapor Haziran ayı sonunda açıklandıktan sonra geniş yankı uyandırdı. Çandar ile yeni bir kara harekâtı ihtimalini tartıştık:

PKK’nın silahsızlandırılması üzerine daha yeni rapor kaleme aldınız. Son günlerde yaşananlar sizi umutsuzluğa sevk ediyor mu?

Hayır. Rapor dikkatle okunduğu takdirde, bu tür gelişmelerin öngörüldüğü görülecektir. Zaten, PKK’nın silahlı mücadelesinin 30 yıla yaklaşık tarihi böyle gelgitlerle doludur. Rapor, bu tarihi göz önüne alarak ve bugünküne benzer bir konjonktürden etkilenmeyecek biçimde yazılmıştır. Raporun anlamı ve amacı, verili bir durumda, yani sorunun mevcut aktörlerinde temel bir değişiklik olmadığı takdirde, “dağdan iniş”in nasıl gerçekleşebileceği ile ilgilidir. Elbette ki son günlerin tehlikeli bir tırmanmaya işaret eden gelişmeleri, insanları sorunun çözümü konusunda karamsarlığa sevkettirecek yeterli işaretlerle dolu. Ancak umutsuzluğa yer olmadığı kanısındayım. Herhangi bir umut ışığı henüz görülmemekle birlikte...

PKK’ya karşı hava harekâtına ek olarak sınırötesi kara harekâtı yeniden gündemde. Böyle bir harekât mümkün mü?

Sınır ötesi kara harekâtı ihtimal dışı değil. Ne var ki,bundan önceki kara harekâtları deneyimleri dikkate alınırsa, şimdi yapılacak bir kara harekâtının PKK’nın askeri gücünü bitirme ya da çok ağır bir darbe indirme anlamında sonuç vermesi mümkün değildir. Eğer, kara harekâtı Irak Kürdistanı’nda bir tampon bölge oluşturmak amacına yönelirse, yani kalıcı biçimde Irak Kürdistan topraklarına Türkiye askeri gücü yerleşirse, bu, Kürt sorununa ilişkin tüm parametrelerin değişmesi demektir. Tampon bölgenin etkili olabilmesi için ise, Irak Kürdistanı’nın neredeyse dörtte üçünün askeri işgal altında sokulması gerekir.

Eğer yapılırsa neler getirir, neler götürür?

Kara harekâtının neler getireceği, neler götüreceği hangi kapsamda, nasıl bir kara harekâtı yapılacağına -eğer yapılırsa- bağlı. Bugüne kadar yapılmış olanlara benzer cinsten bir kara harekâtı, iç kamuoyunu ve kendi kendini aldatmaya yarar. Başkaca, esaslı bir şey getirmez. Kalıcı nitelikteki bir kara harekâtı ise, Türkiye’nin Kürtlerle topyekun bir savaşına dönüşür ki, bunun da istenen herhangi bir sonucu getireceği söylenemez.

YARIN: Hüseyin Yayman: En hayati soru ‘halk desteği’nin kimin yanında olduğudur

Yazının devamı...

O bir serbest radikal

Bir gazeteci olarak 1985 yılından beri İslami hareketler üzerine çalışıyorum. Bu süre zarfında kimisi din alimi, kimisi yazar, kimisi siyasetçi, kimisi cemaat üyesi veya yöneticisi çok kişiyi tanıma ve bazılarıyla tanışma imkanı buldum. Eğer bunların arasında en ilgincinin kim olduğu sorulacak olursa hiç tereddütsüz onun adını veririm: Edip Yüksel.

Aslında Edip’le tanışmam gazeteciliğe başlamamdan öncedir. 1982 yılında, ben Metris, o Maltepe askeri cezaevlerinde tutuklu yatarken üniversite sınavı için getirildiğimiz Selimiye’de aynı koğuşa konmuş ve gece geç saatlere kadar sohbet edip tartışmıştık. Edip 163. Madde’den, yani şeriat propagandasından yatıyordu ama tartışmamızda sık sık Karl Marks’tan alıntılar yapıyordu.

19 Mucizesi

Edip’le yeniden karşılaşmam üç yıl sonradır. Daha doğrusu, önce onun Güney Afrikalı yazar Ahmet Deedat’tan çevirmiş olduğu “Kuran En Büyük Mucize” adlı kitabını gördüm, ardından kendisiyle Nokta Dergisi için röportaj yaptım. Bu kitabın temelinde Mısırlı İslam reformisti Reşad Halife’nin 1974’te keşfettiği “19 mucizesi” de denilen “matematiksel sistem” vardı.

Eğer Edip “normal” biri olsa, kısa sürede tam bir best-seller olan kitabın getirdiği maddi imkanlar ve itibarla yetinirdi. Fakat o daha ileri gitti. Tıpkı Halife’nin yaptığı gibi, geleneksel Sünni İslam anlayışıyla ve bunun temsilcisi kişi ve kurumlarla mücadele etmeye kalkıştı. Bunun üzerine bazı çevreler tarafından “mürted” (dinden çıkmış) ilan edilince ABD’ye gidip Arizona’nın Tucson şehrine yerleşti. Reşad Halife’nin aynı nedenlerle 1990 yılında bıçaklanarak öldürüldüğü hatırlanacak olursa Edip’i “paranoyak” olarak tanımlamak haksızlık olacaktır.
Edip’in olayını daha ilgi çekici kılan nokta ailesiydi. Edip Bitlisli Kürt bir ailenin 7 çocuğundan biriydi. Abisi Metin Yüksel, Akıncılar diye bilinen İslamcı gençlik grubunun liderlerindendi ve 23 Şubat 1979 günü Fatih Camii avlusunda ülkücüler tarafından öldürüldü. Yüksel ailesinin reisi olan Sadrettin Yüksel (2004 yılında vefat etti) Türkiye’nin önde gelen din alimlerindendi. Ablası Süreyya Yüksel (2005’te vefat etti) İslami hareketin önde gelen kadınlarındandı. Küçük kardeşi Müfit de, birçok konuya ek olarak Alevilik konusunda da uzman olan bir araştırmacı ve aynı zamanda Has Parti kurucusu.

Barışsever ve makul bir tektanrıcı

30 yıl boyunca Edip’le değişik ortamlarda karşılaştım. Onu, hep birşeylere inanmış ve çevresindekileri de aynı şeye inandırmaya çalışırken gördüm. Bu konuda epey başarılı olduğunu da biliyor, duyuyorum. Bu başarıda, onun son derece etkileyici zekasının, her daim neşesini korumayı bilmesinin, konuşmayı ve tartışmayı çok sevmesinin payı büyük olsa gerek. 30 yılda Edip’in dünyaya, siyasete, dine, İslam’a bakışı çok değişti ama sorgulayıcı perspektifini, özgürlük tutkusunu ve barış arayışını hiç kaybetmediğini görüyorum.

Zaten “barış” kavramı bugünkü Edip Yüksel için merkezi bir öneme sahip. Öyle ki geçenlerde sohbet etme imkanı bulduğum Edip’e (ne mutlu ki bir süredir yeniden Türkiye’ye gelip gitmeye başladı) kendisini nasıl tanımladığını sordum. “Barışsever” cevabını verdi.

İngilizcesi “peacemaker” oluyormuş. “Müslüman sözcüğünün anlamı barışsever demektir. Ben kendimi böyle tanımlamayı seviyorum” diyor.

Ne var ki Edip’te tanımlama bitmez. Örneğin “ben rasyonel monoteistim” diyor, yani “makul tektanrıcı.” Ama ben en çok şu tanımlamasını sevdim: serbest radikal! Çünkü onun hep başına buyruk davrandığına ve hep radikal kaldığına tanıklık edebilirim.

Yazının devamı...

Susmak gibi bir lüksümüz olamaz

Öcalan’ın “devletle anlaştık, barış konseyi kurulacak” demesinin hemen ardından, daha kastettiğinin ne olduğunu anlayamadan PKK bir kez daha sistemli bir şekilde saldırılarını artırdı ve Türkiye’yi tam anlamıyla bir savaş ortamına sürükledi. Daha önceki örneklerde de gördüğümüz gibi bu sefer de “kana kan, intikam”cı, linççi bakış açısı ön plana çıkmaya, Türkiye’nin sağduyuyla ve serinkanlı bir şekilde bu badireyi atlatmasını arzulayanları, bu uğurda çalışanları susturmaya, hatta tasfiye etmeye çalışıyorlar.

Siyasetçiler için “artık sözün anlamı kalmadı” cümlesinin belki bir anlamı olabilir ama hayatlarının omurgasını “söz”ün oluşturduğu biz gazetecilerin, aydınların böyle bir lüksü yok, olamaz. Bu ülke Kürt sorununda “her şey konuşulsun, konuşulmalı” noktasına hiç de kolay gelmedi. Bu nedenle “yazıp çizdiklerine, konuştuklarına dikkat et!” diyen bildik ve yeniyetme faşistlerin tehditlerine boyun eğmeden doğru bildiklerimizi yazıp söylemeye devam etmeliyiz.



Çukurca saldırısının ardından, Dağlıca, Aktütün ve benzer saldırıların ardından neler yazmış olduğuma baktım. Emin olun, o yazdıklarımı, günün koşullarına uygun bazı ufak tefek düzenlemelerle yeniden yayınlayabilirim. Örneğin bugün 11 Ekim 2008 günü yine Vatan’da çıkan “Neden ilk olarak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakması şart?” başıklı yazımın bazı bölümlerini hatırlatmak istiyorum:

“Türkiye’nin yıllardır çözemediği ve en ağır bir şekilde bedelini ödediği bu sorunun çözümü için öncelikle silahların susması ve akan kanın durması şart. Bu çatışmanın, güvenlik güçlerinin PKK’yı mutlak anlamda tasfiye etmesiyle veya örgütün can havliyle teslim olmasıyla sonuçlanabileceğine dün inanmadım, bugün hiç inanmıyorum. Önümüzde kabaca üç seçenek var:

1) İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela ‘genel af’ çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.

2) Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.

3) PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.

Devlet pes eder mi?

İlk iki şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini sanmıyorum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelir ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yok. Fakat yine aynı tarihe baktığımızda, devletin en beklenmedik anlarda alabildiğine gerçekçi davranabildiğini, kendi içinden çıkan ayaklanmaların sorumlularını kolaylıkla affedebildiğini, hatta bazı durumlarda bunları mevcut sisteme dahil etmekten çekinmediğini görüyoruz.

Her iki tarafın aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekleşebileceği ortadadır ki tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması söz konusu olamaz.

Dolayısıyla geriye tek alternatif olarak ilk adımın PKK tarafından atılması kalıyor. Peki neden ‘kayıtsız şartsız silah bırakma’?

1) Örgüt daha önce defalarca ‘ateşkes’ ilan etti ancak bir süre sonra değişik gerekçelerle bunları iptal etti. Artık ‘ateşkes’ sözcüğünün hiçbir anlamı kalmadı.

2) PKK’nın şart ileri sürmesi pazarlık anlamına geleceği için devlet tarafından asla kabul görmez. Diyelim ki herhangi bir yönetici böyle bir eğilim içine girdi, bunu Türk kamuoyuna izah edemez. Dolayısıyla ‘pazarlık’ izlenimi, çözüm yerine sorunu daha da derinleştirebilir.

3) Kaldı ki PKK’nın şart ileri sürmeye hiç ama hiç hakkı yok. Tam tersine PKK samimi olarak kalıcı bir çözüm istiyorsa, devletin ve kamuoyunun dayatabileceği şartlara ve bunları yerine getirmek için adımlar atmaya hazırlıklı olmalıdır. Kısacası PKK, yıllar içinde elde etmiş olduğunu düşündüğü bazı kazanımlar ve mevzilerden feragat edebileceğini tartışmasız bir şekilde kanıtlamadan hiçbir çözüm formülü mümkün olamaz.”

Aradan yaklaşık üç yıl geçti. Kimilerine çok safça gelebilir ancak PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakabileceğine, daha önemlisi, bu adımın ardından sahici bir çözüm süreci içine girebileceğimize bugün de, hatta daha fazla inanıyorum.

Yazının devamı...

Hava kurşun gibi ağır

Dün sabah saatlerimde kafamda Kürt sorununun gidişatı üzerine yeni bir yazı şekillendirmişti. Bu yazının hareket noktası, Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’nun, “Altıncı Yılında Kürt Açılımı” başlıklı yazı dizimiz kapsamında yaptığımız mülakatta dile getirdiği ve başlığa çıkarttığımız “Her ne kadar hava kurşun gibi ağır görünse de bugün barışa daha yakınız” tespiti olacaktı. Çünkü ben de Mustafa gibi düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü açıklamadan önce onun söz konusu tespitini nasıl gerekçelendirmiş olduğunu hatırlayalım. Şöyle demişti Karaalioğlu: “Türkiye barışı ve çözümü bulabilmek için muhakkak surette o süreçleri geçirmek zorundaydı ve geçirdi. Herkesin eli göründü. Kimin nereye kadar gideceği de, gerçekte kimin çözüm isteyip istemediği ve tarafların nasıl bir belgeye çözüm diyeceği de büyük ölçüde anlaşıldı. Bu, çözüm için en önemli adımdır. Taraflardan biri çözüme her şartta karşıyken öteki tarafın niyetini anlamak zordu. Şimdi kimsenin kimseyi kandıramayacağı bir seviyeye ulaşmış bulunuyoruz. Artık barış ve çözüm için söylenecek her söz daha gerçektir. Retorik dönemi bitmiştir.”



Ben de, özellikle hükümetin Kürt açılımına start vermesiyle yaşanan onca gelişmeden sonra gidişin barış ve çözüme doğru olduğuna inanıyorum. Her ne kadar, değişik vesilelerle “sil baştan” yapılması ihtimali söz konusu olsa da Türkiye’nin artık bu rotadan sapma ihtimalinin kalmadığı kanısındayım.

Tabii ki bu süreç son derece zor ve çetrefil olacak. Aşikâr olan başka bir husus da Türkiye’nin Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmesini isteyen kadar, hatta belki de ondan daha fazla sayıda istemeyen iç ve dış odağın var olduğudur. Ne var ki bütün handikaplara rağmen ülke olarak bu sorunu çözme konusunda çok büyük bir fırsat yakalamış durumda olduğumuzu düşünüyor ve biliyorum.

İki kritik soru

Ama daha yazıyı yazmaya oturmadan Hakkari Çukurca’dan yeni şehit haberleri geldi. Önce 7, ardından 8 ve nihayet 9 kardeşimiz PKK’lıların pususu sonucu hayatlarını kaybettiler. “Ramazanla ilgili sabrımız bitmiştir” diyen Başbakan Erdoğan’ın, “Artık bundan sonrası konuşulmaz, sadece uygulanır” sözleri, kısa zamanda PKK’ya karşı içerde ve dışarda çok yoğun operasyonların yapılacağını gösteriyor. Erdoğan’ın daha önce birkaç kez vurguladığı gibi, “Bunlarla aralarına mesafe koymayanlar da bundan böyle bunun bedelini ödeyecektir” demiş olması, operasyonların sadece PKK militanlarına yönelik olmayacağı yasal alanda faaliyet gösteren bazı kişi ve kuruluşların da kapsayacağı şeklinde yorumlanabilir.

Dolayısıyla bugün itibariyle havanın kurşun gibi ağır olduğu tartışılmaz. Fakat kurşun gibi ağır havaya rağmen barışa her zamankinden daha yakın olduğumuz yolunda bir tespit yapmak hiç de kolay olmayacaktır. Yine de son günlerde yaşadığımız gerilimin belli bir noktaya kadar tırmanıp bir süre sonra yeniden “normalleşme” yaşayacağımız kanısındayım. Bununla birlikte yeniden normal bir ortama dönene kadar Türkiye’yi hayli zor günlerin beklediği de kesin.

Bu gerilimi “geçici” görüyorum çünkü PKK’nın şiddeti ısrarla tırmandırmasının ardında esas olarak “iç” değil “dış” motivasyonların ve müdahalelerin bulunduğunu düşünüyorum. Unutmayalım, Kürt sorunu sadece bizim değil tüm bölgenin sorunu. Bu bağlamda şu soruyu sormak hiç de abes olmayacaktır: PJAK üzerinden İran’la çok ciddi bir çatışma içinde olan PKK neden ortada çok somut bir bahane bile yokken Türk devletiyle çatışmayı tırmandırma cüretini gösterir?

Yine abes kaçmayacak ikinci bir soru: PKK saldırılarının, tam da Ankara Suriye rejimine giderek tırmanan bir dozda tavır alırken şiddetlenmesi basit bir tesadüf müdür?

Komploculuk yapıyor değilim. Fakat PKK’nın Ortadoğu gibi karmaşık bir coğrafyada yaklaşık 30 yıldır, üstelik güçlenerek varkalmayı becermiş olmasının sırrının, bölgesel ve hatta küresel güç odaklarıyla geçici de olsa işbirliği yapması, ittifaklar kurması olduğunu biliyoruz. Bu sefer de benzeri bir durumla karşı karşıya olabiliriz.

bu sorunun çözümü için öncelikle PKK’nın olabildiğince “dış” etkilerden arındırılması gerektiğini söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.