Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK olmasaydı?

Hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulu yapıldı. DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un burada yaptığı uzun açılış konuşmasına daha önceki yazılarımızda değinmiştik. Tuğluk o konuşmada “Yaşanan kimi zihni ve kısmi yasal değişiklikleri AKP’nin iktidarı ve vizyonu ile açıklama yanılgısına kim se düşmemelidir” demiş ve şöyle devam etmişti: “Ret ve inkâr politikalarını Başbakan sonlandırmamış; varlığımızı ve kimliğimizi kabul etmek zorunda kalmıştır. Çünkü bu halk direndi ve ‘Kürt vardır’ dedirtmek için korkunç bedeller ödendi. Ne acılar çektiğimizi bir biz biliriz, bir de bize bu acıyı yaşatanlar. Doğru yerden bakmayı bilmek, bazı yanılgıları ortadan kaldırmak lazım. Kimsenin bize bahşettiği bir şey yok!”

Bu paragraftan da anlaşılacağı gibi AKP iktidarıyla Kürt siyasi hareketi arasında “Ben verdim”, “Hayır, ben kazandım” şeklinde özetlenebilecek bir çekişme var. “Peki kim haklı?” diye sorulacak olursa birbirinden farklı cevaplarla karşılaşıyoruz. Örneğin 31 yıl sonra ülkeye dönen Kürt siyasetçi Kemal Burkay, AKP iktidarının Kürt sorununun çözümü yolunda attığı adımları hayli önemsiyor ve bunları küçümseyen, açılım sürecinde hükümete destek vermek yerine köstek olan Öcalan liderliğindeki hareketi açık ve sert bir biçimde eleştiriyor.

Burada en kritik soru şudur? PKK ve onun silahlı eylemleri olmasaydı Kürt sorununda hangi aşamada olurduk? Devlet Kürt realitesini daha önce mi, yoksa daha sonra mı tanırdı? Sorunun çözümüne yönelik daha fazla mı adım atılırdı, yoksa, örneğin bir TRT 6’yı yıllarca bekliyor mu olurduk? Başından beri silahlı mücadeleye karşı çıkmış olan Burkay ve onun çizgisindekilerin bu soruya cevabı herhalde “PKK olmasaydı Kürt sorununda daha erken ve daha hızlı ilerlemeler kaydedilirdi” olacaktır.

Şahsen emin değilim. Galiba bu soruyu cevaplamada Tuğluk ile Burkay arasında bir yerde duruyorum. Daha önce de yazıp söylediğim gibi, beğenelim ya da beğenmeyelim, PKK’nın silahlı eylemleri, geri dönülemez bir şekilde Kürt sorununu Türkiye’nin gündemine sokmuştur. İlk başlardaki önemsemez tavırları bir yana bırakırsak, 1980 ortalarından itibaren tüm hükümetler bu sorunu çözmek için kolları sıvamış ama kısa sürede pes etmişlerdir.

Bu pes etmenin temel nedeni, söz konusu hükümetlerin Kürt sorununu “gönüllü” olarak değil de “zorunlu” olarak çözmeye kalkışmalarıydı. Yani ayakları hep geri geri gidiyor; çözümde ısrar etmiyorlar ve çözümsüzlüğü dayatan her gelişmeye kolayca teslim oluyorlardı.

AKP’nin farkı

Bu noktada AKP’nin daha farklı bir konumda olduğuna inanıyorum. Çünkü AKP’yi oluşturan kadroların önemli bir bölümünü bir gazeteci olarak yıllardır tanıyorum. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimlerin, ister “İslam kardeşliği” deyin ister başka bir şey, bu soruna geleneksel “ret, inkar ve asimilasyon” çerçevesinden bakmadıklarının ve bir an önce kalıcı bir şekilde çözülmesinden yana olduklarının tanığıyım. İşte bu nedenle Gül “Güzel şeyler olacak” dediğinde inandım ve umutlandım; hükümet Kürt açılımı ilan ettiğinde, gelebilecek tepkileri önemsemeyip, bir vatandaş olarak buna destek verdim, vermeye de devam ediyorum.

Hemen “Açılım mı kaldı ki!” diye itiraz edenler olacaktır. İşte “ben verdim”, “hayır, ben kazandım” kavgası bırakılır ve Türkiye’nin kazanması istenirse, açılım pekala kaldığı yerden devam eder.

Ama her şeyden önce PKK’nın şu silahların artık hiçbir işe yaramadığını kabullenip bırakması gerekiyor. Çünkü silahlı mücadele artık çözümü değil sorunu derinleştiriyor.

Yazının devamı...

Burkay’ın sırtındaki ağır yük

1991 genel seçimlerinden “şeffaf devlet” vadeden Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi (DYP) birinci parti çıkmış ve Erdal İnönü liderliğindeki Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Demirel-İnönü ikilisi ilk fırsatta Güneydoğu’ya gidip “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını açıkladıklarında umutlar iyice artmıştı. Fakat bu vaatin ilk ciddi sınaması olan 1992 Newroz/Nevruz kutlamalarında bütün hayaller yıkıldı ve ülke görülmedik ölçüde bir çatışma ortamında yıllarca savruldu.

O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve Diyarbakır’daki kutlamaları izlemekle görevlendirilmiştim.



Diyarbakır’da bir tatsızlık yaşanmamıştı ancak Cizre’de çıkan olaylarda foto muhabiri arkadaşımız İzzet Kezer’in de aralarında olduğu çok kişi hayatını kaybetmişti. Ertesi gün Nusaybin karıştı. Olayları yerinde izlemek isteyen ben dahil bir grup gazeteci ilçe girişinde polis tarafından engellendik. O gün izlenimlerimin başlığını “Şeffaf devlet Nusaybin’de durdu” başlığıyla kaleme almıştım. O acı Nusaybin yolculuğundan geriye kalan en çarpıcı anılardan biri, gidiş ve dönüşte arabada sadece Sezen Aksu dinlemiş olmamızdı, özellikle Kürt şair/siyasetçi Kemal Burkay’ın şiirinden hareketle ortaya çıkan “Bir kedim bile yok” adlı şarkıyı.

Aradan neredeyse 20 yıl geçti ve Burkay, 31 yıl sonra ülkesine döndü. Her ikisi de çok uzun zaman dilimleri. Fakat benim gibi 1992 Newrozunu yerinde yaşamış ve Kürt sorununun çözümü konusunda mutlak bir umutsuzluğa kapılmış kişiler adına “buna da şükür” diyelim. Bu arada Burkay’ın dönüşünün Türkiye’de “askeri vesayetin sonlandığı” günün hemen ertesine denk gelmiş olması hiç kuşkusuz mutlu bir tesadüftür.

Haksızlıklar

Burkay’ın 31 yıl sonra dönmüş olması çok sevindirici bir gelişme. Bu dönüşün, moda deyimle ülkedeki “iklim değişikliği” sayesinde gerçekleştiği kesindir. Ama eğer bu dönüş nedeniyle bir kişi tebrik edilecekse o da hiç tartışmasız Burkay’ın kendisidir. Çünkü eğer ortada bir “iklim değişikliği” söz konusuysa, bunda Burkay gibi, şiddetle arasına hep mesafe koyan, Kürt sorununun barışçıl çözümü için fedakârlıktan çekinmeyen Kürt aydınlarının payı hayli yüksektir.

Burkay’ın, hükümetin başlatmış olduğu, adı sonradan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ne dönüşen “Kürt açılım”na destek verdiğini, hatta dönüşünü bu bağlamda izah ettiğini biliyoruz. Fakat onun gelişinin arifesi ve sonrasında yazılıp çizilenlere baktığımda, yer yer kendisine haksızlık edildiğini gözlüyorum.

Haksızlıkların en önemlisi Burkay’ı sadece bir “edebiyatçı” olarak göstermeye çalışmaktır. Halbuki o çok erken yaşta Kürtlerin hakları için mücadele etmeye başlamış solcu bir siyasetçidir. Bunun ötesinde, her ne kadar süreç içinde başlangıçtaki gücünü kaybetmiş olsa da, Türkiye’nin varlığını hâlâ sürdüren en eski Kürt siyasi hareketinin lideridir.

İkinci olarak Burkay’ın Öcalan liderliğindeki hareketle ilişkisi konusunda yapılan bazı haksızlıklara değinmek istiyorum. Öncelikle Kürt hareketi içinde rakip kişi ve görüşlere tahammülü olmayan PKK çizgisindeki hareketin, bu dönüşten memnun olmadığını vurgulayalım. Örneğin Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulu geçtiğimiz hafta sonu BDP Diyarbakır il merkezinde yapıldı. Parti binasının salonundaki televizyonda Mezopotamya TV’nin (MMC) müzik yayınlarını izleme şansım oldu. Tıpkı diğer müzik kanalları gibi MMC de kliplerin altından izleyicilerin SMS’le yolladıkları mesajları geçiyor. Bunlardan birinde bir izleyici açık açık “İşbirlikçi Kemal Burkay’ı kınıyorum” diyordu. PKK’ya yakın çizgide yayın yapan medya kuruluşlarının Burkay’ı basit bir “AKP destekçisi” olarak gösterme gayretleri son derece rahatsız edici. Ona yönelik gel DTK içinde çalış” çağrıları da gülünç.

Öte yandan Burkay’a “PKK ile savaş” gibi bir misyon yüklemeye çalışanlar da var. Benim bildiğim kadarıyla Burkay, Öcalan çizgisine karşı hep ideolojik ve siyasi mücadele içinde olmuş, PKK’nın şiddet eylemlerine hep karşı çıkmış, onları sürekli olarak silahsız mücadele platformuna davet etmiş ama onlarla savaşmaktan da uzak durmuştur.

Hükümetin Burkay’ın kişiliğine, deneyimlerine ve görüşlerine ihtiyaç duyması son derece anlaşılır bir şey. Ama ondan yararlanmak istiyorlarsa öncelikle Kürt açılımını bıraktıkları yerden devam ettirmeleri gerekiyor.

Yazının devamı...

Diyarbakır’dan Kürt siyasi hareketine bakış -2

Kürtler kaybettirse kim kazanır?

Önceki gün Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) genel kurulunun açılışında yaptığı konuşmada DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un şu sözleri başlığa çıkartıldı: “Kürtler şu saatten sonra kaybetmez ama kaybettirecek güç ve konuma sahiptir.”

Son derece çarpıcı, Tuğluk her ne kadar “kastım bu değil” dese de üstü örtülü tehdit içeren ve kanımca doğru bir cümle. Ama bu cümle eksik. Evet, “Kürtler şu saatten sonra kaybetmez”, yine evet “Kürtler kaybettirecek güç ve konuma sahiptir” ama kaybetmeyecek ve hatta kaybettirebilecek olmaları Kürtlerin illa kazanabilecekleri anlamına gelir mi?

Hatırlayanlar olacaktır, 12 Haziran seçimlerinin hemen ardından kaleme aldığım “Yakın tehlike” başlıklı bir yazıda, ülkemizde yaşanan kıran kırana iktidar mücadelesinin mağluplarının, ellerindeki tüm silahları teker teker yitirmenin telaş ve öfkesiyle, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla Kürt siyasi hareketine ellerinden gelen desteği vermeye hazır göründükleri uyarısında bulunmuştum.


Çünkü AKP’nin yükselişinin ve iktidarını adım adım pekiştirmesinin önündeki yegane engel artık Kürt sorunu ve buna bağlı olarak Kürt siyasi hareketidir. Dolayısıyla AKP’den rahatsız olan iç ve dış odakların yatırım yapabilecekleri tek konu “Kürt sorununun derinleşerek sürmesi”, tek aktör de Kürt siyasi hareketidir.

Bu bağlamda, sözünü ettiğimiz odakların herhalde en büyük hayalleri Kürtlerin mevcut siyasi iktidarı alabildiğince hırpalamaları, hatta onun havlu atmasına sebep olmalarıdır. Açıkçası, Kürt siyasi hareketi bu gücün hiç de uzağında değil. Yani PKK eylemsizlik çizgisini alenen terk eder, başta Güneydoğu ve büyükşehirler olmak üzere her yerde silahlı eylemlere ve kör terör saldırılarına yönelirse, yasal Kürt hareketi de bu şiddet ortamına paralel olarak sivil itaatsizlik kampanyasını bıraktığı yerden sürdürürse Türkiye çok kötü noktalara sürüklenebilir.

Böylesi bir felaket senaryosundan en çok siyasi iktidarın zarar göreceği kesindir. Kürtler de çok derin yaralar alırlar ama Tuğluk’un da söylemiş olduğu gibi, kaybetmeyebilirler. Fakat kazanmayacakları da aşikârdır. Böylesi bir gelişmeden kazançlı çıkacak olanlar, sözünü ettiğimiz iç ve dış odsklardır ki onların esasında Kürtlerden hiç de hazetmedikleri malumdur.

Mecburen baş başa

Bu felaket senaryosunun önüne geçmek mümkün, hatta son derece kolay fakat ortada çok ciddi bir engel var: Sorunun iki ana aktörü, yani AKP ile Kürt siyasi hareketi birbirine güvenmiyor. Karşılıklı güvensizliğe ek olarak, her iki kanadın da bir tür “özgüven patlaması” yaşaması işleri iyice zorlaştırıyor. Çünkü önlerine çıkarılan onca engele rağmen alıp başlarını giden, diğer bir deyişle birileri vurdukça büyüyen iki siyasi hareket söz konusu.

DTK Genel Kurulu vesilesiyle bulunduğum Diyarbakır’da Kürt hareketinin çok sayıda aktörüyle görüşme imkanı buldum ve bunların çoğunun AKP’ye çok mesafeli, eleştirel, hatta öfkeli olduklarını bir kez daha gördüm. Bu arada haksızlık etmeyelim, “açılım sürecini iyi taşıyamadık, CHP ve MHP’den bile sert çıkıp AKP’ye haksızlık ettik” diyenler de oldu.

Ancak bütün bu uçuruma rağmen hemen hepsi Kürt sorununun bir an önce çözülmesini arzuluyor ve bu konuda tek muhataplarının AKP olduğunu kabul ediyorlar. Yani pek istemeseler de bu sorunu AKP ile çözmek zorunda olduklarının bilincindeler fakat bunun nasıl gerçekleşebileceğini pek kestiremiyor ve belki bunun da etkisiyle sorumluluğu tümüyle Öcalan’a yüklüyorlar. (Kürt siyasi hareketinin yasal kollarını muhatap almaya pek istekli olmayan devletin belli bir süredir Öcalan’la sistematik olarak görüşüyor olması ilk bakışta garip, ama hareketin gerek yasal, gerekse yasadışı kollarının Öcalan’ın çizgisine harfiyen uydukları düşünüldüğünde özünde anlaşılır bir şeydir.)

Dolayısıyla “ne yapmalı?” diye sorduğunuzda aldığınız cevap, genellikle “Öcalan’ın koşulları iyileştirilmeli” oluyor. Yani PKK Lideri’nin, sonu “ev hapsi” ile bitecek şekilde İmralı’dan çıkarılması kastediliyor. Hükümet bu talebe sıcak bakar mı? Baksa bile genel kamuoyu böylesi bir gelişmeyi benimseyebilir mi?

Ortamı hazırlamak

Düğümün ancak Öcalan’la görüşmeler üzerinden çözülebileceğine, bunun için de onun bazı kişisel taleplerinin yerine getirilmesi gerektiğine inansak bile Türkiye’nin bu duruma hazırlanması gerekir ki gerek hükümet, gerekse Kürt hareketi tarafından son günlerde yapılan açıklamalar ve atılan adımlar ortamı yumuşatmak yerine daha da gerginleştiriyor.

Bu noktada yasal siyasi hareketin önde gelen bazı isimleriyle konuştuğumda, kendilerinin her türlü diyalog ve temasa açık olmalarına rağmen hükümeten pozitif mesaj ve sinyaller alamamaktan şikayetçi olduklarını gördüm. Emin olun benzer şikayetler hükümet çevrelerinden de geliyor, onlar da açılımı kaldığı yerden sürdürmek istediklerini ama Kürt hareketinin ellerini güçlendirmek bir yana, kendilerini zor durumda bıraktığını söylüyorlar.

Galiba bu karşılıklı güvensizliğin aşılması için öncelikle TBMM’nin açılışını beklememiz gerekecek. BDP’liler 1 Ekim’de olmasa bile, çok fazla uzatmadan Meclis çalışmalarınadahil olacağa ve yeni anayasa sürecine aktif bir şekilde katılacağa benziyorlar. Fakat 1Ekim’e kadar tam iki ay var ve bu süre zarfında, yazı boyunca sözünü ettiğimiz iç ve dış odaklar tarafları birbirlerine kırdırmak için ellerinden geleni yapabilirler.

Yazının devamı...

Diyarbakır'dan Kürt siyasi hareketine bakış 1

BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’ndaki Vedat Aydın Konferans Salonu’ndayız. Bundan iki hafta önce aynı yerde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, “demokratik özerklik”i ilan etmişti. Bu kez kürsüde yine Tuğluk var. Oldukça uzun bir konuşma yapıyor. Kimilerine göre “sert”, kimilerine göre “yumuşak” bir konuşma bu. Ben de, yer yer sert mesajlar içermekle birlikte, özünde Kürt sorununun çözümü konusunda uzlaşmayı öne çıkaran önemli bir konuşma olduğu kanısındayım.

Tuğluk konuşmasında “çözümsüzlük”ün bir alternatif olmaktan çıktığını söyledi ki katılıyorum. Zira önceki gün Ankara’da yaşananlardan sonra Kürt sorununun çözümü önündeki en büyük engellerden, kimi durumda da bahanelerden biri kalkmış durumda. Şöyle ki, AKP’liler ne zaman bir zorluk veya açmazla karşılaşsalar “Biz istiyoruz ama asker engel oluyor” derdi. Buna karşılık Kürt siyasi hareketinin yasal ve/veya yasadışı temsilcilerine “Neden çözüm için AKP ile çalışmıyorsunuz?” veya “Neden açılıma destek vermiyorsunuz?” diye sorulduğunda hemen “AKP tek başına devleti temsil etmiyor ki!” cevabını alır, açık veya örtük bir şekilde askerle temas kurma yollarının zorlandığını görürdünüz.

Artık her iki taraf da çözümsüzlüğün sorumluluğunu askere yükleme lüksüne sahip değil. Çünkü önceki gün yaşananlarla birlikte başta Kürt sorunu olmak üzere her siyasi konudaki “askeri vesayet”in nihayet (ve ne mutlu) sonlanmış olduğu ortadadır. Yani Kürt hareketinin karşısında yekpare bir devletin olduğunu ileri sürebiliriz. Ne var ki devletin (diğer bir deyişle AKP hükümetinin) karşısında yekpare bir Kürt siyasi hareketi var mı, tartışılır.

Çokluk ve çoğulluk

Kürt siyasi hareketi denince akla hemen Öcalan, ardından PKK, sonra da KCK, DTK, BDP gibi yapılanmalar gelir. Bütün bu kurumsal çokluğa rağmen bu hareketin son derece disiplinli bir şekilde, birlik ve beraberlik içinde hareket ettiği düşünülür. Fakat DTK Genel Kurulu için ülkenin dört bir yanından gelip Diyarbakır’da toplanan 850 delegenin (ki kadınların oranı hayli yüksek) belli ölçülerde bir “çoğulluk” oluşturduğunu da gözledim.

Her şeyden önce kafalar son derece karışık. Örneğin “demokratik özerklik” ilanını ele alalım. Bu ilanın Silvan saldırısıyla nerdeyse aynı ana denk gelmesinin şokunu henüz atlatamamış olan Kürt siyasetçilerden kimisi “durmak yok, yola devam” havasındayken, hatırı sayılır bir bölümü de “işi fazla abartmayalım” düşüncesinde.

Ama en büyük ayrılık konusunun AKP’ye bakışta ortaya çıktığını görüyorum. Tuğluk konuşmasında AKP’den bir “muamma” olarak söz etti. Şu sözler onun:

“Açık söylüyoruz: AKP demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünde bizler için halen olağan şüphelidir! Güven vermiyor, samimi görünmüyor, tutarlı davranmıyor...”
Bununla birlikte, söz konusu konuşmanın en çarpıcı yönü, Tuğluk’un şahsında Kürt siyasi hareketinin artık doğrudan ve sadece AKP’yi muhatap almasıdır.

Şimdilik şöyle toparlayalım: Kürt siyasi hareketinin önde gelen aktörlerinin çoğunda belirgin bir AKP alerjisi gözlenirdi. Bu nedenle Kürt sorununun çözümünü AKP yerine TSK, CHP, hatta bazı dış odaklarla birlikte düşünme arayışı hep baskın olmuştu. Ama gerek 12 Haziran genel seçim sonuçları, gerekse 29 Temmuz’da yaşananlar Kürt siyasi hareketinin AKP ile baş başa kalmış olduğunu net bir şekilde ortaya çıkardı.

Peki Kürt hareketi, kabullenmeyi hep ertelediği bu gerçeği sindirip ona uygun politikalar üretebilecek mi? Bu konuyu yarın tartışalım.

Yazının devamı...

Silvan’dan sonra: Ne yapmalı?



Silvan saldırısının ardından yaşanan en çarpıcı gelişme, çatışmanın iki uç tarafında yer alan başrol oyuncuları ve onları destekleyenlerin, son yıllarda yaşanan diyalog ve yakınlaşma süreçlerine aykırı bir şekilde yeniden eski pozisyonlarına doğru yönelmeleri oldu.

Özellikle hükümetin “Kürt açılımı”nı ilan etmesiyle başlayan iyimser havaya bağlı olarak yaşanan, kimileri küçük birer devrim çapındaki bir yığın gelişme heder olma tehlikesiyle karşı karşıya. Öyle ki, düne kadar önlerine “çözüm”ü koyanlar, bir süredir, özellikle de Silvan’dan sonra “sorun”la iştigal ediyorlar.

Hükümet çevrelerinin bugün geldiği noktayı en iyi şu satırlar özetliyor: “Demokratikleşme arttıkça Kürt sorunu azaldı, terör boyutu hızla belirmeye ve büyümeye başladı. Bugün siyasal skalaya vurulduğunda görülecek olan budur: Önemli bir kısmı çözülmüş ve küçülen bir Kürt sorununa karşı gün geçtikçe büyüyen bir terör sorunu.” (Mustafa Karaalioğlu, Star, 17 Temmuz 2011)

Evet açılımı kaldığı yerden yeniden sürdürmesini beklediğimiz hükümetin bundan böyle öncelikli gündem maddesi, tıpkı kendisinden önceki hükümetlerin olduğu gibi, “terörle mücadele” olacağa benziyor. Önceki dönemlerden farklı olarak askerin yerine polisin alması hedefleniyor.

Asker-polis dengesi

Daha önce de yazmış olduğumuz gibi, aslında geç bile kalmış bir karar. Fakat bu geçişin hayli zaman alacağı ve sancılı olacağı kesindir. Avantajları kadar olmasa da dezavantajları olacağı da muhakkaktır. Bu arada PKK ile mücadelenin polise devri TSK’nın varolan konumunu iyice kaybetmesine ve doğal olarak küçülmesine yol açacaktır. Ordunun küçülüp polisin büyümesinin Türkiye’ye etkilerinin neler olacağını tartışmayı şimdilik erteleyerek hayati bir soru soralım: Bu mücadelenin patronu kim olacak?

Seçimlerden önce İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na, özellikle istihbarat alanında koordinasyon görevi verilmişti, fakat bu kurum hiçbir zaman tam olarak ortaya çıkamadı, başındaki Muammer Güler’in milletvekili seçilmesiyle iyice unutuldu. Müsteşarlık yeni dönemde Başbakanlık’a transfer edildi. Terörle mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a bağlandı, ama şu ana kadar heyecanlanıp umutlanmamıza neden olabilecek herhangi bir kıpırtı göremedik.

Aslında soruna “güvenlik” perspektifinden bakıldığı müddetçe çözüm için umutlanmak pek mümkün değil. Eğer söz konusu müsteşarlık, “güvenlikçi” değil de “sivil” bir perspektiften olaylara bakabilse, yıllarca devletin değişik kurumlarında “terörle mücadele” konsepti altında görev yapmış, eski kafalı isimlerden arınıp genç, yenilikçi, temel hak ve özgürlüklerle demokrasiye önem veren kadrolarla donatılırsa belki bir şeyler değişebilir.

Kürt hareketinin sorumluluğu

Kuşkusuz yaşanan kötülüklerin faturasını tamamen devlete kesmek haksızlık olacaktır. PKK ve hatta BDP, Öcalan’ın yolladığı “Görüşüyoruz, anlaşmaya çok yakınız” mesajlarına rağmen bir süredir, “Hükümet bizi oyalıyor, el altından tasfiye planları yapıyor” diye düşünüyordu. BDP’nin TBMM’yi boykotu, artık BDP ile iyice iç içe geçmiş olan DTK’nın tek yanlı “demokratik özerklik” ilanı gibi tavırlar, Kürt siyasi hareketinin yasal kolunun, umulanın tersine, gerilimi azaltıcı değil artırıcı bir role soyunduğunu gösteriyor.

PKK’ya gelince, örgüt ilan ettiği “çatışmasızlık” kararına rağmen silahlı saldırılarına son vermedi. Bunları operasyonların sürmesiyle meşrulaştırmaya çalıştı ki Yüksekova’da sokak ortasında askerlerin şehit edilmesi, yol kesip asker ve devlet memurlarının kaçırılması gibi eylemlerin operasyonlar nedeniyle olmadığı, tam tersine yeni operasyonları teşvik ettiği ortadadır. Nitekim Silvan’daki saldırı, kaçırılan görevlileri kurtarmak isteyen askeri birliğe düzenlendi.

Öcalan’a gelince; PKK lideri, BDP’ye karşı acımasız davranırken PKK’ya genellikle anlayışla yaklaşıyor. Çünkü son Silvan örneğinde olduğu gibi, zarar veren silahlı eylemlerin kendi elini güçlendirdiğini düşünüyor. Öcalan’ın PKK’nın silah bırakmasını tek başına sağlayabilecek yegane kişi olduğu doğru olabilir, ancak onun bu durumu bir tür şantaj aracı olarak kullanmasının son derece rahatsızlık verici olduğu da ortadadır. Dolayısıyla Öcalan eğer samimi olarak silahlı mücadelenin sona ermesini istiyorsa, bunu kendisi için bir “silah” olarak kullanmaktan vazgeçmesi gerekir.

Görev sivil toplumda

Sonuç olarak son derece karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Çok sayıda ve çıkarları birbirlerinden çok farklı aktör söz konusu. Tabii Kürt sorununun “bölgesel” bir sorun olması nedeniyle diğer ülkeler ve bölgede çıkarı olan güçleri de hesaba katmak şart. Eğer çözüm istiyorsak, yabancıları olabildiğince işin içine karıştırmadan yerli aktörlerin herbirine kendi sorumluluklarını hatırlatmalıyız. Bu sorumlulukların kesiştiği ve ayrıştığı noktalar var. Dolayısıyla öncelikle bu aktörler arasında bir koordinasyon sağlanması gerekiyor. İşte tam da bu noktada sivil toplumun devreye girmesi şart. “Sivil toplum” derken sadece Güneydoğu’dakileri kastetmiyorum. Zira bölgedeki bazı STK’ları PKK’ya karşı “dalgakıran” gibi kullanma stratejilerinin anlamsızlığı, yarardan çok zarar verdiği çoktan ortaya çıktı.

Aksi takdirde İstanbul Zeytinburnu’nda yaşananlar ülke çapına yayılabilir ve kimsenin denetleyemeyeceği felaket bir sürece sürüklenebiliriz.

Yazının devamı...

PKK hakkında doğru bilinen yanlışlar 6

“Silvan saldırısı, 1993’teki Bingöl saldırısına benziyor”

Başbakan Erdoğan değişik vesilelerle Silvan saldırısının sıradan olmadığına vurgu yaptı. 13 askerin şehit olmasıyla sonuçlanan bir saldırının “sıradışı” olduğu muhakkaktır ama Silvan olayını, 1993’te 33 erin şehit edildiği Bingöl saldırısına veya yakın dönemdeki Dağlıca ya da Aktütün gibi karakol baskınlarına benzetip, bu saldırıyla birlikte Kürt sorununda yeni bir dönüm noktasına girildiğini ilan etmek, nihayet, bu tespite bağlı olarak köklü strateji değişikliklerine gitmek (ya da gitmeye çalışmak) bana doğru gibi gözükmüyor.

Evet Silvan’da yaşananlar insani açıdan son derece önemi ve hüzün vericidir. Fakat şu ya da bu nedenle Silvan saldırısının stratejik önemini abartmak yeni kayıplarının önünü almaya yardımcı olmayacağı gibi kayıplarımızın ve buna bağlı olarak acılarımızın daha da artmasına neden olabilecektir.

Bingöl, Dağlıca ve diğerleri

PKK’nın tarihine baktığımızda bazı saldırılar gerçekten birer “dönüm noktası” işlevi görmüştür. Başlığa çıkardığımız Bingöl saldırısı bu konuda en çarpıcı örnektir. 1993’te silahsız 33 erin katledilmesi PKK’nın ikna yoluyla silahsızlandırılabileceği yolundaki tüm beklentileri yerle bir etmiş ve hemen ardından ülke çok kanlı bir çatışma ortamına sürüklenmişti.

Yakın dönemden bir örnek olarak 2007 Ekim ayı sonlarına doğru gerçekleşen Dağlıca baskınını verebiliriz. PKK’nın bu saldırıyı, TSK’nın Kuzey Irak’a bir kara harekatı düzenlemesi, hatta Ankara’nın Irak’taki Kürt yönetimine bir tür savaş açması için tezgahlamış olduğu yönünde ciddi işaretler var. Fakat hükümet, bütün eleştirilere rağmen kara operasyonunu geciktirdi; ertesi yıl Şubat ayında yapılan harekatın hem alanı, hem süresi kısa tutuldu. Diğer bir deyişle PKK’nın hesapları tutmadı. PKK’nın tam bir yıl sonra gerçekleştirdiği Aktütün baskınıyla da benzer bir hesap yaptığı, ama Dağlıca’da olduğu gibi o sefer de hayalkırıklığına uğradığı söylenebilir.

7 Aralık 2009’da Tokat Reşadiye’de, 31 Mayıs 2010’da İskenderun’da ve nihayet genel seçimlerin hemen öncesinde Kastamonu’da düzenlenen saldırılar da PKK’nın şiddet eylemlerini ülkenin batısına taşıma stratejisinin birer örneği oldukları için geniş yankı buldu. Ancak bunların hiçbiri tek başına “dönüm noktası” olarak tanımlanmayı hak etmiyordu.

Üç faktör

Silvan’da, yukarda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi, olayların gidişini köklü bir şekilde değiştirmek amacıyla önceden planlanmış, uzun süre üzerinde çalışılmış bir saldırının yaşandığını düşünmüyorum. İster çok planlı, ister tamamen kendiliğinden gelişmiş olsun 13 askerin şehit olduğu bir saldırının ülke genelinde şok etkisi yaratması son derece doğaldır. Fakat Silvan saldırının stratejik değerinin üç faktör nedeniyle birkaç kat artmış olduğu kanısındayım. Bunlar:

1) Seçimlerden AKP ve BDP’nin zaferle çıkmış olmasından rahatsız olan çevreler, henüz dinmemiş olan öfkelerini bu saldırı üzerinden akıtmaya çalıştılar;

2) Habur olayıyla birlikte açılımı askıya almış olan ve o tarihten itibaren kendine yeni bir yol haritası çizememiş olan hükümet Dağlıca, Aktütün gibi stratejik olarak daha vahim olan saldırıların ardından göstermiş olduğu soğukkanlılığı bu sefer tam olarak sergileyemedi;

3) Öcalan’ın saldırıdan birkaç gün önce “devletle anlaştık, barış konseyi kuracağız” gibi iddialı bir çıkış yapmasıyla umuda kapılmış olan barış yanlıları bu saldırıyla tek kelimeyle gafil avlandı. Nitekim birkaç gün öncesine kadar en iyimser yorumları yapan birçok isim birden alabildiğine kötümser oldu ve sert pozisyonlar alabildi. Hakkında doğru bilinen yanlışlar” konusunu böylece noktalıyoruz. Yarın “ne yapmalı?” sorusu etrafında görüşlerimizi dile getirmek istiyoruz.

Yazının devamı...

PKK hakkında doğru bilinen yanlışlar 5

“Derin PKK, Ergenekon’la işbirliği içinde”

Silvan saldırısının ardından bir kez daha PKK’nın, en azından içinden bazı unsurların, örneğin yönetici kadrodan bazı isimlerin eskiden “derin devlet” dediğimiz; bir süredir Ergenekon diye tanımlanan bazı odaklarla ilişkisi tartışılıyor. “Tartışılıyor” dememe aldanmayın, PKK’nın Ergenekon’la yoğun ilişki içinde olduğu iddiaları o kadar egemen ki farklı bir şey söylemek isteyenler ürküyor ve sessizliği tercih ediyor.

Giriş paragrafını 6 Mayıs 2011’de yayınlanan “PKK-Ergenekon ilişkisi” başlıklı yazımdan aldım. Sadece “Kastamonu”nun yerine “Silvan saldırısı” yazdım ve bu paragrafın anlamından hiçbir şey kaybetmediğini gördüm. Hatta “PKK-Ergenekon ilişkisi” iddialarının Silvan saldırısının ardından daha yoğun bir şekilde gündeme getiriliyor. Bunun birinci nedeni Silvan’da 13 şehidin verilmiş olmasıdır. İkinci olarak saldırının zamanlaması, yani AKP’nin yüzde 50’lik seçim zaferinin hemen ardından ve Öcalan’ın “devletle barış konseyi kurulması için anlaştım” demesinin nerdeyse ertesi günü gerçekleşmiş olması kuşkuları artırıyordu.

PKK’nın gündemi belirlediği her olayın peşinden Ergenekon saptamaları yapmayı neden “ucuz” bulduğumu sözünü ettiğim yazıda açıklamaya çalışmıştım. Arzu edenler şu linkten o yazıya ulaşabilirler: http://haber.gazetevatan.com/pkkergenekon-iliskisi/375773/4/Haber

Sorular

Silvan olayına dönecek olursak, saldırının ilk günlerinde “derin PKK” analizleri iyice baskındı. Fakat son birkaç günde Cengiz Çandar (Radikal), Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet) ve Yalçın Akdoğan (Yeni Şafak’ta Yasin Doğan müstearıyla) bu tür değerlendirmelerin yanlış, anlamsız veya lüzumsuz olduğu yolunda yazılar kaleme aldılar.

Tekrara düşmemek için bir-iki farklı olguya değinmek ve bunları birer soruyla tartışma gündemine taşımak istiyorum:

1) Madem PKK içinde “derin” yapılar çok güçlü, neden Silvan gibi bir saldırıyı seçimlerden sonra değil de önce tezgahlayıp AKP’yi daha zor bir duruma sürüklemeyi tercih etmediler?

2) Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan, Mustafa Karasu gibi üst düzey yöneticiler arasında yıllardır iddia edildiği gibi çok derin görüş ayrılıkları varsa ve yine iddia edildiği gibi bunlardan herbiri, farklı bir iç ve/veya dış odağın güdümündeyseler PKK nasıl oluyor da birlik ve beraberlik içinde yoluna devam edebiliyor?

3) Türk medyasına sadece Karayılan konuşup nispeten “ılımlı” mesajlar verirken Bayık ve diğerlerinin Kürt medyasında “daha sert” konuşmaları PKK içinde görüş ayrılıklarına mı, yoksa incelikli bir stratejiye mi işaret etmektedir?

Tek PKK varmış gibi

Evet PKK’nın tarihi örgüt içi iktidar savaşları, çatışmalar ve kanlı tasfiyelerle geçmiştir, örneğin son olarak Türkiye’de Hikmet Fidan, Kuzey Irak’ta Kani Yılmaz farklı örgütlenmelere gittikleri için öldürülmüşlerdir, fakat Öcalan’ın yakalanmasının ardından, Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Kani Yılmaz, Hıdır Yalçın gibi ağır isimlerin dahil olduğu PWD kopuşu haricinde PKK, tarihinin en sakin dönemlerinden birini yaşıyor. PKK üst düzey isimlerinden bazıları birtakım derin odaklarla içli dışlı olup onların bazı taleplerini yerine getiriyor olsa bile örgüt bunların doğurabileceği tahribatı en alt düzeye indirebiliyor.

Dolayısıyla oturduğumuz yerden, “zaten tek PKK yok” türü basit analizlerle örgütün iç kavgalar yoluyla kendi kendisini tüketmesini beklemek yerine tek bir PKK varmış gibi düşünüp ona göre hareket etmek daha akılcı olacaktır.



Post-Ergenekon akılları

Sadece PKK’nın eylemlerini değil, hükümeti bir şekilde rahatsız eden her türlü toplumsal hareketliliüi bir şekilde Ergenekon’la ilişkilendirme saplantısının demokrat kimlikleriyle tanıdığımız ve sevdiğimiz bazı aydınlarda da görünmesi iyice rahatsız edici boyutlara vardı. Öyle ki değil eylemler, niyetler de sorgulanır oldu. Bu noktada en çarpıcı örnek, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarını meşrulaştırmak için “post-Ergenekon süreci” diye bir kavramsalaştırmaya giden Etyen Mahçupyan’dır.

Mahçupyan dün Zaman’daki köşesinde solcuları Beşiktaş’ın Çarşı grubundan öğrenmeye davet etti. Şener-Şık olayını şaşırtıcı bir şekilde şike soruşturmasıyla, özellikle onun Beşiktaş ayağıyla aynı kefeye koyan Mahçupyan, Çarşı bildirisindeki “Diyoruz ki, arının... Temizlenin... Masumiyetinizi sadece yargıya değil bizlere de kanıtlayın. Sizi kucaklayalım. Coşkuyla gücünüze güç katalım. Ama siz de arınıncaya, temizleninceye ve masumiyetinizi kanıtlayıncaya kadar Beşiktaş’la aranıza mesafe koyun. Beşiktaş’a yapılacak en büyük iyilik budur” cümlelerini, bizlerin, yani Nedim ve Ahmet’in arkadaşlarının, onlar için kurmamızı bekliyor.

Ben iki olay arasında hiç ama hiçbir benzerlik görmüyorum. Basılsın ya da basılmasın, yazdıkları kitaplar nedeniyle tutuklanan arkadaşlarının özgürlüklerini savunan gazetecileri futbol takımı taraftarlarıyla eş tutmak hangi akla ve vicdana sığar?

Neyse, eğer Mahçupyan da uygun görürse bir hakem tutalım ve onu görüşüne itibar edelim. Benim hakem önerim Rıdvan Akar olacak. Mahçupyan’ın, öve öve bitiremediği o Çarşı bildirisini bizzat kaleme almış olan Rıdvan’a, sanırım, herhangi bir itirazı olmayacaktır.

Tabii bu arada Rıdvan’ın, Mahçupyan’ın her fırsatta hakaret ettiği solculardan biri olması ve hatta Ahmet ile Nedim’le dayanışmak için yaptığımız son gösteride basın açıklamasını okumuş olması gibi ilginç bir durumla karşı karşıyayız.

Yazının devamı...

PKK hakkında doğru bilinen yanlışlar 4

“Komutanlar içerde olduğu için asker zaaf gösteriyor”

11 Eylül 2001 günündeki terör saldırılarının ardından dönemin ABD Başkanı George Bush, bunu kendilerine karşı bir savaş ilanı olarak görmüş ve kendi stratejilerini de “teröre karşı savaş” olarak ilan etmişti. Kuruluşu daha eskiye dayanmasına rağmen PKK ilk ciddi çıkışını 15 Ağustos 1984 günü Eruh ve Şemdinli ilçe merkezlerini basarak yaptı. Devlet ilk andan itibaren PKK’yı “terör örgütü”, eylemlerini de “terörizm” olarak tanımladı, fakat buna karşı hiçbir zaman “savaş” ilan etmedi; bütün stratejiler “terörle mücadele” konsepti etrafında şekillendirildi.

Devlet savaş ilan etmedi etmemesine ama PKK’ya karşı mücadelenin yükü esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yüklendi. Neredeyse 30 yıldır süren bu mücadelenin bir türlü sonuçlanamamasının galiba ilk nedenlerinden biri “savaşmak” için varolan bir kuruma “terörle mücadele” gibi daha karmaşık bir rolün uygun görülmesidir.

Buradan hareketle, PKK hakkında doğru bilinen yanlışlara yeni bir ekleme yapabiliriz. O da uzun bir süredir TSK’nın üst düzey komutanları tarafından dile getirilen “biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” önermesidir. Bu yaklaşım doğru görünmekle birlikte yanlıştır, çünkü “terörle mücadele” denildiğinde sadece askeri değil her türlü sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal faaliyet de kastedilmektedir. Şöyle ki yanlış daha işin başında yapılmış, PKK’nın etkili olarak ilk ortaya çıktığı dönemlerde zaten ülkenin yönetiminde birinci derecede rol oynayan TSK, “biz bu işi hallederiz” diye normalde sivillerin denetiminde olması gereken bir alanı bütünüyle kaplamıştır. TSK’nın sivil iktidarı bu mücadeleye katmaya yanaşması ancak PKK’nın “bir avuç çapulcu”dan ibaret olmadığı ve kolay kolay tasfiye edilemeyeceği anlaşıldıktan sonradır ki o da çok kısıtlı ve denetimli bir şekilde olmuştur.

Sorumlu kim?

Zaman geçti, şehitler başta olmak üzere ülkenin kayıpları arttı ve bütün bunlara rağmen PKK daha da güçlenerek varlığını sürdürdü. Bu aşamdan sonra askerin, başarısızlığın sorumlusu olarak, zaten kendisine çok dar bir alan bırakmış olduğu sivilleri göstermeye başladığını görüyoruz. Her şeyden önce TSK’nın askeri alanda ne derece başarılı olduğu da tam olarak net değilidir. Çünkü medyanın, sivil toplum kuruluşlarının, yürütmenin, yasamanın ve hatta yargının, PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi denetleme, eleştirme ve soruşturma hakları genel olarak gasp edilmiş olduğu için neyin nasıl cereyan ettiğini bu ülkenin vatandaşları uzun bir süre öğrenememişlerdir. Hâlâ birçok önemli olay karanlıktadır. En basitinden TSK yıllardır JİTEM’in varlığını bile inkar edebilmiştir.

Öte yandan seçimle işbaşına gelmiş siyasetçilerin Kürt sorununu çözme yolundaki en mütevazı adımlarını bile toptancı bir şekilde “bölücülük” olarak damgalamaktan çekinmeyen komutanların “Biz üstümüze düşen vazifeyi başarıyla yerine getirdik, ama siyasetçiler gereken sosyo-ekonomik adımları atmadılar” demelerinin inandırıcı hiçbir tarafı yoktur. Sonuç olarak, eğer ortada bir başarısızlık varsa bunun birinci derecede sorumluları arasında TSK’nın komuta kademeleri yer almalıdır.

Askeri vesayetten arınma süreci

Buradan hareketle, Silvan saldırısının ardından bazı çevrelerce dile getirilen “Komutanlar içerde olduğu için asker zaaf gösteriyor” önermesinin de tepeden tırnağa yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Her şey bir yana, bizler, komutanların içerde olmadıkları, hatta bu ülkenin vatandaşlarını sudan sebeplerle cezaevlerine tıktıkları, onların “tak” diye emrettiklerini başbakanların “şak” diye yaptıkları dönemleri de yaşadık ve PKK’nın bittiğini; Silvan’daki gibi sarsıcı saldırılar düzenleme imkanından mahrum kaldığını görmedik.

Galiba meselenin bam teli şu: Türkiye’de askerin sivil siyaseti vesayet altına almasının en temel gerekçesi “bölücülük” olmuştur. Bu tehdidin mutlak bir şekilde ortadan kalkması askerin iktidarını ciddi bir şekilde kısıtlayacaktır.

Nitekim “bölücülük” tehditinin eski gücünü kaybetmesine paralel olarak, ülkemiz adım adım, askeri vesayetten arınma sürecini yaşıyor. Bu gidişatı tersine çevirebilecek yegane aktörün PKK olduğu da aşikârdır.

Bu ihtimali tartışmayı yarına erteleyelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.