Şampiy10
Magazin
Gündem

Herkes elini çabuk tutmalı

Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından oybirliğiyle iptal edilmesi akıllara Anayasa Mahkemesi’nin Demokratik Toplum Partisi’ni oybirliğiyle kapatmasını getirdi. Hedefte Kürt siyasi hareketinin kişi ve kurumları olduğunda yüksek yargı makamlarının neredeyse otomatiğe bağlanmış bu “oybirliği” refleksi, Kürt sorunu konusunda toplumda gözlediğimiz yumuşamanın, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “helalleşme” arayışının, devletin tüm kurumlarına sinmediğini bizlere gösteriyor.

YSK bu kararıyla, yeni bir seçimle yeni bir Türkiye özlemlerini daha ilk günden sabote etmiş oldu. YSK daha önce de BDP destekli çok sayıda bağımsız adayı veto etmiş ve ülke birdenbire karışmıştı. Bereket devletin en tepesi de dahil olmak üzere birbirinden farklı kesimlerin gösterdiği tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı. Daha bu deneyin izleri silinmemişken Dicle’nin adaylığını iptal etmenin doğurabileceği sonuçları YSK üyeleri görmemiş olabilir mi? Yoksa bile bile yangına körükle mi gidiyorlar? Bu soruları uzatabiliriz, şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Dün siyaset üzerindeki “yargı vesayeti”nden haklı olarak şikayet edenler, zamanla kazandıkları gücü Kürt siyasi hareketini sistem dışına itici bu tür uygulamaları geçersiz kılmak için kullanmalı ve ellerini çabuk tutmalılar. Aksi takdirde doğabilecek kaos kendi iktidarlarını da tehdit eder.

Tutuklu milletvekilleri

Tabii sorunlar Hatip Dicle ile bitmiyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu milletvekillerinin durumu da belirsizliğini koruyor. Savcıların ve onlara kayıtsız şartsız destek veren çevrelerin tahliye taleplerine itirazları şaşkınlık ve kaygı verici. “Tamam kaçma durumları olmaz ama delilleri karartabilirler” gibi basit bir gerekçeyle halkın seçtiği isimlerin hapishane ömürlerini uzatmak istiyorlar. KCK davalarının büyük ölçüde telefon ve ortam dinlemelerine dayanılarak kotarıldığı düşünülürse bu milletvekillerinin neyi karartabilecekleri de pek anlaşılamıyor.

Öte yandan KCK sanığı milletvekillerinin serbest bırakılmamasında ısrar edenlere şu soruyu sormak hakkımız: KCK operasyonlarını, Kürt hareketinde “şahinler”i tasfiye edip “ılımlılar”ın önüne açma gibi bir hedefi gözeterek önce hükümete, ardından kamuoyuna pazarladınız ama kısa süre içinde bu operasyonların Kürt hareketini tam tersine daha da sertleştirip kuvvetlendirdiği ortaya çıktı. Yanlışınızdan dönmemekte neden inat ediyor, seçim sonuçlarını neden bir “yumuşak dönüş” imkanı olarak görmüyorsunuz?

Nedim ve Ahmet’in durumu

Tutukluluğun bir cezaya dönüşmesi noktasında Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın durumlarını ele almamız kaçınılmaz. Arkadaşlarımız 110 günü aşkın bir süre tutuklu ve daha ortada iddianame yok. Dün Silivri Cezaevi’nde dostum ve meslektaşım Ahmet Şık’ı ziyaret ettim ve kendisini karamsar gördüm. Karamsarlığının bir nedeni adli sistemin ağır işlemesiyken diğeri bazı meslektaşlarının (ki içlerinde Ahmet ve Nedim’den dostane söz edenler de var) tutukluluklarını meşrulaştırmak için bin dereden su getirmeleriydi.

Gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret verici bir durumla karşı karşıyayız. Bazı gazeteciler Ahmet ve Nedim’in bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları için herhangi bir çaba göstermedikleri gibi, alakasız eski defterleri yalan yanlış açarak “iyi oldu” demeye getiriyorlar. Bazıları da, kamuoyuna Ahmet ve Nedim’i Ergenekoncu olarak sunamadıkları için onlara destek verenlerin samimiyetini sorgulamaya çalışıyorlar. Onlara göre birileri Ahmet ve Nedim’i kullanarak AKP hükümetini ve Fethullah Gülen hareketini köşeye sıkıştırmak istiyormuş. Sanmıyorum. Nedim ve Ahmet, onların yakınları ve dostlarının ezici bir çoğunluğu bağcı dövmek değil üzüm yemek peşinde. Yani biz Nedim ve Ahmet’in bir an önce aramıza dönüp mesleklerini yapmaya devam etmelerini istiyoruz. Kuşkusuz onların tutuklanmaları ve ardından geliştirilen tepkiler siyasi bazı sonuçlara yol açmıştır. Eğer bağcılar bu sonuçlardan rahatsızlık duyuyorlarsa yapacakları çok basittir: Bu haksızlığa son vermek ve arkadaşlarımıza özgürlüklerini iade etmek. Gerisi yalan!

Yazının devamı...

Af tartışması daha fazla ertelenemez

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün dile getirdiği “devlete karşı işlenen suçlara af” ihtimalinin yoğun bir tartışmaya yol açmış olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu tartışmanın, geçmiştekiler gibi “kanlı” geçmemesi ve geçeceğe de benzememesidir. Neden böyle olduğu konusuna geçmeden önce “Ergün’ün afla ne ilgisi var?” sorusuna cevap vermeye çalışalım. Başarılı bir grup başkanvekilliğinin ardından Sadullah Ergin’le birlikte Erdoğan tarafından kabineye alınan Ergün’ün adı ilk olarak İçişleri Bakanlığı için geçmişti. Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden olan Ergün’ün yeni kurulacak kabinede bu bakanlığa veya siyasi yönü öne çıkan bir başka göreve getirilmesi hiç de sürpriz olmaz. Hatta onu bundan böyle açılımın en kilit isimlerinden biri olarak da görebiliriz.
Kuşkusuz Ergün’ün sözleri akla ilk olarak PKK’yı getiriyor. Eskiden olsa “PKK’ya af” çağrışımı bile kıyamet koparırdı. Bu kez nispeten sakin bir tartışma yaşıyor olmamızı herhalde, kimilerince “tamamen başarısız” bulunan, hatta sorunu daha da çözümsüz kıldığı iddia edilen Kürt açılımına borçlu olmalıyız. Açılımın, bütün eksiklerine rağmen bu ülkede pek çok şeyi köklü bir şekilde değiştirmiş olduğunu 12 Eylül referandumu sırasında da görmüştük.
Hatırlanacaktır, rerandum öncesi devletin Öcalan’la düzenli bir şekilde götüştüğü ortaya çıkmış, MHP ve bir ölçüde CHP bunu kampanyada kullanmış ama başarılı olamamışlardı.

Toplumun ulaştığı olgunluk

Kim ne derse desin Türkiye toplumu Kürt sorunu konusunda belli bir olgunluğa gelmiş durumda ve çözümün imkanları her geçen gün artıyor. Bu açıdan bakıldığında genel affı gündeme getirmek kadar doğal bir şey olamaz. Hatta bunda geç kaldığımız bile söylenebilir. Çünkü her ne kadar bazıları ısrarla ayırmaya çalışsalar da PKK ve Kürt sorunları iç içe geçmiş durumdadır ve PKK’nın silahsızlandırılması olmadan Kürt sorununu çözmek mümkün olamaz. Öte yandan PKK’nın, rızası olmadan silahsızlandırılması da yılların deneyiminin gösterdiği gibi mümkün gözükmüyor. Sonuçta eğer PKK’nın silah bırakması isteniyorsa affı gündeme getirmek kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenle Ergün’e kızmak yerine, bu konuyu gereksiz bir şekilde daha fazla uzatmamamıza yareımcı olduğu için teşekkür etmeliyiz.

Hiç kuşkusuz PKK’lılara af konusu hiç de kolay bir şey değildir, olmayacaktır. Ama demokrasi içinde, başka ülkelerin deneyimlerinden de yararlanarak bu çetrefil konuda işe yarar ve hayata geçirilebilir bir formül geliştirmek elimizdedir.

Bu konuyu ilerde yeniden tartışmak üzere burada noktalarken şu soruyu sormak istiyorum: Ergün “devlete karşı işlenen suçlar” derken Ergenekon, Balyoz gibi davaları da kastetti mi? İşte bu sorunun cevabı af tartışmasını beklenmedik şekilde etkileyebilir ve işleri belki de daha da kolaylaştırabilir.

Yazının devamı...

MHP’yi nasıl bir gelecek bekliyor?

Seçim öncesinin en çok konuşulan partilerinden olan MHP birdenbire gündemden düşmüşe benziyor. Eğer bazılarının sandığı ve/veya umduğu gibi yüzde 10 barajının altında kalmış olsaydı hiç kuşkusuz durum tam tersi olacak, CHP’den çok MHP konuşuluyor olacaktı.

MHP eğer seçimlerden beklenmedik bir başarıyla çıkmış olsaydı da gündemin üst sıralarında yer alabilirdi. Fakat barajı pek de zorlanmadan geçmesi MHP’yi tek başına başarılı, dolayısıyla cazip bir parti yapmıyor. Çünkü MHP barajı geçti ama milletvekili sayısı epey azaldı, daha önemlisi ülke geneline baktığımız zaman bu parti hiçbir bölgede ileriye yönelik umutlu olmasına imkan sağlayabilecek bir patlama veya sıçrama yapamadı.

Sonuçta MHP 12 Haziran seçimlerinden epey yaralı çıkmıştır ve bu yaralarını sarabileceği, tekrar ayağa kalkıp iktidara yürüyebileceğine dair herhangi bir işaret de gözükmüyor, en azından şimdilik. Örneğin kaset skandalları nedeniyle üst yönetimini yenileyen MHP’de “yeni isim” olarak sadece Ruhsar Demirel (ki esas olarak kadın olduğu için) ve Tuğrul Türkeş (Başbuğ Türkeş’in oğlu olduğu ve yakın zamana kadar Bahçeli’nin rakibi olarak bilindiği için) dikkat çekiyor. Onların dışında, kamuoyunca bilinen isimlerle bir vitrin düzenlemesi yapılabilmiş değil. Kasetler nedeniyle tasfiye olan isimlerin hemen hepsinin Bahçeli’nin güvendiği isimler oldukları ve kritik görevleri üstlendikleri hatırlanacak olursa, MHP’nin yönetimdeki boşlukları doldurması pekala zaman alabilir.

Bu arada her ne kadar kamuoyu CHP içi çekişmelere odaklanmış olsa da MHP’de de kılıçlar çekilebilir. Bahçeli’nin eski rakiplerinden Tuğrul Türkeş yeni görevlendirme nedeniyle tutuk davranabilir ama Trabzon’dan milletvekili seçilen Koray Aydın’ın yeniden liderliğe oynaması; hatta onların dışında başka isimlerin de kendilerini ortaya atmaları şaşırtıcı olmaz.

BDP ile ilişkiler

MHP, önümüzdeki dönemde geliştireceği strateji ve taktiklerle içinde bulunduğu krizden tabii ki sıyrılabilir. Bu bağlamda akla ilk olarak yeni anayasa yapım süreci geliyor. MHP’nin bu konudaki tutumu belli: Kırmızı çizgilere dokunulmaması kaydıyla yeni, daha sivil ve daha demokratik bir anayasaya kapılarını açık tutuyorlar. Ama o kırmızı çizgilere dokunmadan nasıl daha sivil, demokratik ve özgürlükçü anayasa yapılabileceği sorusu ortada duruyor. Hiç kuşkusuz işin kilidi Kürt sorunudur ve MHP’nin bu sorunun barışçı yollarla, kalıcı bir çözümü için başlatılacak girişimlerin içinde yer almayacağı, hatta bunları engellemek için elinden geleni yapacağı ortadadır.
2007 seçimleri sonrası TBMM’nin ilk gününde Ahmet Türk’ün elini sıkarak herkesi rahatlatan Bahçeli’nin bu sefer farklı davranacağı anlaşılıyor. Ama bir başka farkın da altını çizmek şart: 4 yıl önce DTP zar zor grup kurabilirken MHP neredeyse dört katı milletvekiline sahipti. Bugünse aradaki fark epey kapanmış durumda.
MHP’nin, dolayısıyla bir şekilde tüm Türkiye’nin kaderinde, Meclis’te güçleri neredeyse eşitlenmiş bu iki partinin ilişkilerinin belirleyici, en azından etkileyici olacağını vurgulamalıyız.

Bugünden görüldüğü kadarıyla Meclis’i, dolayısıyla tüm Türkiye’yi hayli zorlu ve çetin günler bekliyor.

Yazının devamı...

Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde

Dün öğle vakti, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in arkadaşları olarak Galatasaray Lisesi’nin önünde toplandık ve Taksim Meydanı’na kadar yürüdük. Arkadaşlarımızın tutukluluk sürelerinin 100 günü aşmış olmasını “Adaletin kara yüzü” olarak sloganlaştırdık. Ama tabii başından beri en temel şiarımız, Ahmet’in gözaltına alındığında söylediği “Dokunan yanar arkadaşlar” sözünden hareketle
geliştirdiğimiz “Yansak da dokunacağız”dı.

Ahmet ve Nedim’in arkadaşları olarak yansak da dokunmaya kararlıyız kararlı olmasına ama “dokunma” fiilini hayata geçirmemizi sağlayacak olan gazeteciliğimiz çok ciddi bir tehdit altında. Bir dostumun deyişiyle “Eskiden işimizden olur muyuz diye endişelenirken şimdi mesleğimizi kaybetmekten korkuyoruz.”

Nitekim dün Galatasaray’da bir araya gelen meslektaşların aralarındaki sohbetler dönüp dolaşıp “Kim atılmış? Kim atılmak üzere? Kim tatile çıkarılmış? Kimin programı kaldırılmış? Hangi yazarın yazısına müdahale edilmiş? Peki onun cevabı ne olmuş?” gibi bir dizi tatsız soruya kilitleniyordu. Bu soruların hiçbiri boşuna sorulmuyor, çünkü Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu gerçekten vahim ve işler her geçen gün daha da beter bir hal alıyor.
Bu kötüye gidişi durdurabilmek mümkün mü? Hiç ama hiç sanmıyorum. Çünkü bazılarının ileri sürdüğü gibi bu yaşananların tek sorumlusu hükümet ve Başbakan Erdoğan değildir. Kaldı ki basın özgürlüğü sorunu AKP iktidarıyla başlamış da değildir. Sorunun temelinde medyadaki sermaye yapısı olduğunu düşünüyorum. Medya sahiplerinin başka alanlarda da yatırımları bulunması ve bu bağlamda devletle çok sıkı ekonomik ilişki içinde bulunmaları medya ile iktidar arasındaki mesafenin kısalmasına ve basın özgürlüğünün alanının daralmasına yol açıyor.

AKP ile değişen

Yakın zamana kadar medyaya yatırım yapmak sermayedarlar için hayli cazipti. Gazetelerden, televizyon kanallarından belki zarar ediyorlardı ama bunların kendilerine sağladığı güçle siyasi iktidar üzerinde baskı uygulayabiliyor, bu sayede kaybettiklerinden çok daha fazlasını başka alanlardan kazanabiliyorlardı. Ama AKP iktidarıyla birlikte, özellikle Doğan Grubu’na yönelik vergi cezasının ardından medya patronluğu ateşten bir gömlek haline geldi. Bundan böyle medyanın siyasi iktidar üzerindeki tahakkümünün yerini siyasi iktidarın medya üzerindeki tahakkümünün aldığını söylemek mümkün.

Yıllarca büyük medyanın her türlü saldırısına maruz kalmış ve onun bütün engellemelerine rağmen iktidara gelmiş bir kadronun bir süredir rövanş almakta olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz hükümetin basın özgürlüğünü daha da daraltan uygulamalarını olumlamak mümkün değildir ancak ellerindeki medya iktidarını yıllar boyunca sadece kendi kişisel çıkarları için kullanan, Türkiye’nin bir “tabular cehennemi” olmasından sonsuz mutluluk duyan bazı kişilerin, iktidarlarını kaybettikleri için utangaç (ilginçtir, bazıları son derece küstahça yapıyor bunu) bir şekilde “demokrat” ve “özgürlükçü” pozisyonlara yöneliyor olmalarına aldanmamak lazım.

İlişki gazetecileri

Peki ne yapmalı? Bunca yıllık deneyimim bana iki tür gazeteci olduğunu gösterdi: Bir yanda sadece haberini yapan, görüntüsünü çeken, sayfasını çizen, başlığını atan, özgürce yorumunu yazan harbi gazeteciler var; diğer yanda kurduğu ilişkilerle medyada yol alanlar. İkinci gruptakiler için söylenecek fazla bir şey yok. Onların ömrü ilişki kurdukları iktidar sahiplerinin ömrüyle doğrudan orantılıdır. Bakınız “derin devlet”in eteklerinde “büyük gazeteci” geçinen kibir abidelerinin günümüzdeki durumu. Tabii içlerinde azımsanmayacak sayıda “her devrin insanı” da vardır. Bir bakarsınız “zamanın ruhu” kavramını keşfetmiş ve düne kadar küfrettikleri, başına çorap örmek istediklerinin saflarına geçmişlerdir. Asker ya da sivil fark etmez, onlar için önemli olan bir vesayetin altına sığınmaktır.

Gelelim harbi gazetecilere. Evet mesleğimiz tarihe karışmak üzere, ama yılmak yok yola devam. Diklenmeden dik duralım, sonuna kadar onurumuzu koruyalım ve birbirimize sahip çıkalım.

Yazının devamı...

'Yeni CHP'den hâlâ umut var mı?

Seçimin galipleri arasında yer almamasına rağmen acaba CHP üzerine neden bu kadar çok konuşuluyor? Bu sorunun cevabını ararken hiç kuşkusuz bakışlar ilk olarak Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasıyla parti içi iktidarlarını kaybeden, hatta büyük kısmı aday bile gösterilmeyen “küskünler”e yöneliyor. Aslında, başta Deniz Baykal olmak üzere, “eski CHP” kurmaylarının, seçim sonuçlarını olumsuz anlamda abartıp “yeni CHP”yi hedef tahtasına oturtmalarında yadırganacak bir şey yok. Tam tersine, “Kemal Bey daha yolun başında, kendisine bir fırsat daha verelim” demiş olsalardı şaşırtıcı olurdu.

Küskünler cenahından gelen eleştiri ve suçlamaların içinde CHP’nin krizini aşmada yardımcı olacak hiç ama hiçbir unsura raslamadığımızı söylersek abartmış mı oluruz? “Partiyi Aleviler ve Kürtler ele geçirdi” türünden hayli ayrımcı ve gerçekle pek ilgisi olmayan saldırılar, en fazla, bunların sahiplerinin solla hiç alakaları olmadığını gösterir, o kadar. Veya CHP’nin geçmişe kıyasla daha sakin bir seçim kampanyası yürütüp “katı ideolojik” alanlara saplanıp kalmamasını “parti ilkelerinden sapma” olarak görüp göstermenin de pek anlamlı olduğu söylenemez.

Umutlar erken tükeniyor

Şaşırtıcı olan, “yeni CHP” arayışını olumlu anlamda önemsemiş olan parti içi ve dışı kişi ve odakların hatırı sayılır bir bölümünün de seçim sonuçlarıyla ciddi bir hayal kırıklığına uğrayıp umutlarını yitirmiş görünmeleridir. Onların bu tavırlarının sebeplerinden biri, Kılıçdaroğlu ve ekibinin, eskilerin saldırı ve manevralarına karşı koyamayacağını düşünmeleri olsa gerek. Diğer bir deyişle CHP’nin yenileşme sevdasının daha yolun başında sona ereceği yolunda neredeyse bir görüşbirliği oluşmak üzere.

Şahsen burada ciddi bir abartı olduğu kanısındayım. Öncelikle, Kılıçdaroğlu ve ekibinin kolay pes edeceğini sanmıyorum, örneğin CHP bir şekilde yine bir kurultaya gidecek olursa, bundan Kılıçdaroğlu’nun kârlı çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Buradan hareketle, yeni bir kurultayın, eskilerin iktidarlarını tümden kaybetmesine, yenilerin de durumlarını iyice güçlendirmesine yol açabileceğini ileri sürebiliriz. CHP Lideri, yeni bir kurultayla, alelacele oluşturmuş olduğu ekibinde bazı değişikliklere, yenilenmelere de gidebilir.

İki kritik konu

Ancak CHP’nin kaderini parti içi iktidar mücadelelerinden ziyade ülkenin ana sorunları karşısındaki tutum ve politikalarının belirleyeceği muhakkaktır. Bu bağlamda içiçe geçmiş iki temel konu karşımıza çıkıyor: yeni anayasa ve Kürt sorunu. Eğer Kılıçdaroğlu, kampanya sürecinde vaat ettiği gibi, “toplumsal uzlaşma”yı temel alan yeni bir anayasanın yazım sürecine hiç önyargısız ve aktif bir şekilde katılırsa; aynı şekilde Kürt sorununun çözümü için bedel ödemeye bile hazır olduklarını samimi bir şekilde kanıtlarsa hem Türkiye’nin, hem CHP’nin önü açılır. Kuşkusuz bu noktada CHP’yi en çok “AKP’nin kuyruğuna takıldığı” şeklindeki itiraz ve suçlamalar endişelendirecektir. Bu endişeleri gidermenin yolu da kanımca tektir: Her iki konuda da AKP’den daha ileri, daha özgürlükçü, daha değişimci, daha sivil pozisyonlar almak ve bir anlamda iktidar partisiyle rolleri değiştirmek. Zor olduğunu biliyorum ama imkansız değil. Hele “eski” CHP’nin “helalleşme” yerine “hesaplaşma” peşinde oldukları düşünülecek olursa.

Yazının devamı...

Yakın tehlike

AKP Lideri Erdoğan’ın kampanya boyunca neden BDP’ye aşırı yüklenmiş olduğunun seçim sonuçlarıyla birlikte ortaya çıktığı kanısındayım. Erdoğan, yaptırdığı anketlerden hareketle Meclis’e girecek BDP destekli bağımsız milletvekili sayısının 30’u aşacağını, diğer bir deyişle 12 Haziran’daki en dişli rakibin BDP olacağını öğrenmiş ve bunu engellemeye çalışmış olmalı. Eğer böyleyse pek başarılı olabildiği söylenemez zira BDP’liler neredeyse kendi tahminlerinin üst sınırına yaklaşıp toplam 36 milletvekili kazandılar.

Sonuçların belli olmasının hemen ardından kaleme aldığımız dünkü yazımızda, BDP’nin milletvekili sayısını nerdeyse MHP’nin kaybettiği kadar artırmış olmasının siyasete, özellikle de Kürt sorununa muhtemel etkilerini; yeni durumun sunduğu fırsatlar ve yarattığı riskleri hızlı bir şekilde ele almıştık. Bugün bu risklerden birini mercek altına almak istiyorum. O da AKP’nin tek ciddi rakibinin BDP, daha doğru deyişiyle Kürt siyasi hareketi olduğunun net bir şekilde anlaşılmasıdır. Refah Partisi’nin yükseliş yıllarında karşısına önce merkez sağ ittifakı (ANAP-DYP) çıkarılmak istenmiş, bu yürümeyince merkez sol ile merkez sağ ittifakına bel bağlanmış ve nihayet DSP-MHP-ANAP gibi üç benzemez bir partinin koalisyonu bir faciayla sonuçlanınca yerini tek başına AKP iktidarına bırakmıştı.

AKP’nin merkez sağ diye bilinen partileri kısa sürede eritmesi üzerine, onun yükselişini durdurmak için CHP ile MHP’nin biraraya getirilmesi yolunda nice girişim tasarlandı ama hayata geçirilemedi. Bu arada yine AKP’yi elimine etmek için tezgahlandığı ileri sürülen askeri darbelerin ve 27 Nisan gibi e-muhtıraların da sonuçsuz kaldığını biliyoruz. 12 Haziran seçimleri bize, bir türlü gerçekleşmeyen CHP-MHP koalisyonunun aritmetik olarak bile mümkün olmadığını gösterdiğine göre geriye bir tek sandıkta beklenmedik bir patlama yaratan BDP kalıyor.

Ucuzluğa kaçmadan

Aslında bu durum normal şartlarda bir “risk” değil de bir “fırsat” olarak görülebilir, görülmeli. Fakat bazı iç ve dış odakların Kürt siyasi hareketinin, AKP iktidarını destabilize edebilecek en azından şu an için- yegane güç olduğu gerçeğinden hareketle buna yatırım yapması halinde durum değişiyor. Hele Kürt hareketi içinden bazı kişi ve çevrelerin bu tür bir hesaba ses çıkarmaması, hatta söz konusu “yatırımcılar”la işbirliğine gitmesi halinde ortaya “risk”ten öte bir “tehlike” durumu çıkar.

Kastamonu saldırısının ardından 5 Mayıs’ta kaleme aldığım “PKK-Ergenekon ilişkisi” başlıklı yazıda “PKK’yı, buradan hareketle Kürt siyasi hareketini ve nihayet ülkemizdeki Kürt milliyetçiliği olgusunu daha iyi anlayabilmek için PKK’nın gündemi beli rlediği her olayın ardında bir ‘Ergenekon parmağı’ arama ucuzluğundan uzak durmak ve bu tavırla mücadele etmek şart. ‘Ucuzluk’ diyorum çünkü bu tür analizleri yapmak çok ama çok kolay ve doğal olarak hiçbir kullanım değeri de yok” diye yazmış biri olarak benzer bir ucuzluğa gidecek değilim.

Fakat aynı yazıda “dünyanın hiçbir yerinde, PKK gibi geniş bir kitle tabanına yaslanan ve onlarca yıl varlığını etkili bir şekilde sürdüren bir örgüt, onun bu tür odaklarla ilişkisi ya da ilişkisizliğiyle anlaşılamaz ve anlatılamaz” şerhini düşmekle birlikte şu cümleyi de kurmuştum: “Ortadoğu gibi bir coğrafyada yıllarca varkalmayı bilmiş bir silahlı örgütün, gerek kendi ülkesindeki, gerekse yabancı birtakım güç odaklarından bütünüyle bağımsız olması kesinlikle mümkün değildir. Yine aynı şekilde, bu odakların dönem dönem böyle bir örgütü kendi çıkarları için kullanıyor olmaları da şaşırtıcı değildir.”

Karanlık odaklar

Başlığa da çıkardığım gibi, bir “yakın tehlike” ihtimalinin altını çizmek istiyorum. Türkiye’de kıran kırana bir iktidar mücadelesi yaşanıyor ve her ne kadar “ülkenin bölünmez bütünlüğü”nü kendilerine şiar edinmiş olsalar da ellerindeki tüm silahları teker teker yitirmenin telaş ve öfkesiyle, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla Kürt siyasi hareketine ellerinden gelen desteği vermeye hazır kişilerin varlığı hayli ürkütücü.

Normalde bu tehlikenin önünü almak çok da zor olmayabilirdi. AKP hükümeti, Kürt sorununun çözümü için Kürt siyasi hareketini muhatap alsa, bu sürece CHP başta olmak üzere muhalefeti ve sivil toplum kuruluşlarını katmak için elinden geleni yapsa komplo sevdalıları pekala avuçlarını yalardı. Ne var ki AKP içinde böylesi bir yaklaşım yerine Kürt siyasi hareketini zaten bu tür odakların “taşeronu” olarak görmek eğilimi daha baskın. Hal böyle olunca tıpkı son kampanyada Erdoğan’ın yaptığı gibi Kürt siyasi hareketine son derece sert eleştiriler yöneltilip aradaki tüm köprüler teker teker yıkılıyor ve söz konusu hareket içinde AKP alerjisi, hatta düşmanlığı giderek yayılıyor.

Şimdi soru şu: Başbakan Erdoğan, son balkon konuşmasında vaat ettiği gibi, kampanya döneminin kavgalarını geride bırakıp Kürt hareketiyle de beyaz bir sayfa mı açacak, yoksa bu hareketi, isabetli bir şekilde “karanlık” diye tanımladığı odaklara doğru itmeye devam mı edecek?

Yazının devamı...

Hoca’nın rüyasını talebesi gerçekleştirdi

Necmettin Erbakan 1990’ların ortasında “Yoldan iki kişiyi çevirin; biri Milli Görüşçüdür, diğeri de olmayı bekliyordur” dediğinde ülkenin çoğu gülüp geçiyordu. Yaklaşık 15 yıl sonra onun bir “rüya”, hatta “ütopya” olarak görülen bu sözleri, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki talebeleri tarafından hayata geçirildi. Tabii burada Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardık” sözlerini unutmamak lazım. Ama unutmamamız gereken bir başka husus da Milli Görüş’ten doğan diğer iki partinin toplam oylarının ancak yüzde 2’yi bulması, yani gönülleri Milli Görüş’te olan seçmenin ezici bir çoğunluğunun bu gömlek çıkartmayı çok da fazla önemsemeyip AKP’ye yönelmiş olmasıdır.

AKP’nin bu muazzam başarısının birçok nedeni var. AKP’nin 2007’deki yüzde 46.6 oyunun ana gerekçesi olarak 27 Nisan e-muhtırasının yol açtığı mağduriyet gösterilmişti ki hiç de yanlış bir tespit değildi. Fakat 4 yıl sonra, ortada herhangi bir mağduriyet yokken, hatta “mağdurlar mağrur oldu” iddiaları öne çıkarken yaşanan bu oy patlaması öncelikle her iki seçmenden birinin AKP iktidarından memnun olduğunu gösteriyor. İktidar partisinin Karadeniz ve İç Anadolu’daki hakimiyetini iyice pekiştirmesi ve buralarda MHP’yi marjinalize etmesi çok önemlidir. Yine AKP’nin sahil şeridinde, 12 Eylül referandumunda yaşamış olduğu hayal kırıklığından belli ölçülerde sıyrılmış olması, örneğin İzmir’de oylarını bariz bir şekilde artırması çok dikkat çekicidir. Sonuç olarak AKP’nin süregiden başarısını izah etmek için üretilen, “göbeğini kaşıyan adam”, “makarna, altın dağıtarak alınan oylar” gibi hiçbir inandırıcılığı olmayan iddialar artık mutlak bir şekilde tarihin çöplüğüne atılmıştır.

AKP’nin başarısının nedenlerini ilerleyen günlerde daha detaylı bir şekilde tartışırız ama bugünlük son olarak Erdoğan faktörünün altını çizmekle yetinelim. AKP’nin yüzde 50’yi yakalamasında birinci derecede belirleyici faktörün Erdoğan olduğuna inanıyorum. Bu sonuç onun “halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı” olma arzusunu (ki ben böyle düşünüyorum) iyice kamçılamış olmalı.

İkinci galip

Bu seçimin AKP’den sonraki en büyük galibi BDP’dir. En iyimser yorumlarda bile 30 milletvekilliğini zorlaması beklenen bağımsızların 35 ya da 36 milletvekili çıkartmış olmasını olabildiğince sağlıklı bir şekilde değerlendirmek gerekir. İlginç olan BDP’nin 2007’ye göre, hemen hemen MHP’nin kaybettiği sayıda milletvekili kazanmış olmasıdır. Yani Türk miliyetçiliğinin ana odağında net bir gerileme yaşanırken Kürt siyasi hareketi öngörülenin çok üzerinde bir başarı elde etti. Eğer AKP bu olağanüstü çarpıcı yeni durumu iyi yönetebilirse Kürt sorununun çözümü noktasında son derece ileri ve yapıcı adımlar atılabilir. Yanlış yapması durumundaysa çok kritik yeni eşiklerle karşılaşabiliriz.

Bu noktada AKP kadar, hatta yer yer ondan daha fazla BDP’ye rol düşüyor. Daha önce de yazdığımız gibi BDP Meclis’te “çok iddialı ve güçlü” bir grup kuracak. Bu grup normal şartlarda çözümü kolaylaştırır fakat Başbakan Erdoğan kampanya dönemindeki dilini kullanmayı sürdürürse aynı grup işleri çok daha zorlaştırabilir.

CHP’nin karışık durumu

Tam da bu noktada CHP kilit parti olarak sivriliyor. Eğer CHP, Kürt açılımı dönemindeki gibi safını MHP’nin yanında tutar ve çözümün değil de sorunun parçası olmayı tercih ederse, diğer bir deyişle iktidar partisini BDP ile başbaşa bırakırsa işler daha da karışacaktır. Bunun tersine, Kılıçdaroğlu kampanyada vaat ettiği gibi çözüm için bedel ödemeye bile razı bir pozisyon alırsa MHP iyice yalnızlaşır ve işler kolaylaşır. Fakat Kılıçdaroğlu’nun elinin çok da kuvvetli olmayacağı açık. Her ne kadar oylarını 2007’ye kıyasla 5 puan artırmış olsa da AKP’nin yüzde 50 oyu karşısında bu ilerleme hiç de tatminkâr değil. 13 Haziran sabahından itibaren CHP içinde başlayacak olan yeni iktidar savaşlarının ana temalarından birinin de Kılıçdaroğlu’nun başlatmış olduğu açılımlar, örneğin Kürt sorunu konusundaki pozisyon değişikliği olacağı kesindir.

MHP’nin belirsiz geleceği

Aslına bakılacak olursa bu seçimden her partinin bir şekilde “başarılı” çıktığı söylenebilir. AKP ve BDP’nin başarıları çok bariz, CHP de oylarını 5 puan artırmış olmakla teselli bulabilir, MHP’ye gelince yüzde 10 barajını aşmış olması bile tek başına başarı olarak algılanabilir; hele bu konunun seçim döneminin en önde gelen tartışma konularından biri olduğu düşünülürse.

Fakat MHP’nin oyunun azalmış, milletvekili sayısının net bir şekilde düşmüş olması, zaten kaset skandallarıyla sarsılmış olan Devlet Bahçeli’yi iyice sarsacaktır. Kampanya boyunca MHP Lideri’nin partisindeki gerilemeyi durdurabilecek politika ve stratejiler geliştiremediğini görmüştük. Hatta bu partiyi baraj altına çekmek için tezgahlanmış olduğu açık olan kaset komplolarının bu parti için bir tür doping etkisi yaratmış olduğunu bile ileri sürebiliriz. Sonuç olarak 12 Haziran’ın MHP’ye hiç ama hiç yaramadığını, bu partinin kendisini toparlamasının hayli güç olacağını söyleyebiliriz.

Toparlarsak ana gündem maddesinin Kürt sorunu olduğu yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönem çok çetin geçecek. 12 Haziran seçimleri, Kürt sorununun çözümü için sayısız fırsatlar sunuyor, ama eski ve yeni riskleri de yabana atmamalı.

Bu anlamda Başbakan Erdoğan bu seferki “balkon konuşması”nda da umut verdi. Temennimiz onun yeni bir anayasa için uzlaşmayı sonuna kadar zorlama sözünü, muhtemel her türlü engelleme ve zorluğa rağmen yerine getirmesidir.

Yazının devamı...

Ağrı’dan AKP’ye, Erdoğan’a ve Kürt sorununa bakış

Ağrı’da, seçim kampanyasının son mitinginde Başbakan Erdoğan’ı dinliyorum. Birazdan kendisi kampanyanın son canlı yayınında, NTV’nin sorularını yanıtlayacak. 2004 yerel, 2007 genel, 2009 yerel seçimleri öncesinde ve son olarak 12 Eylül referandumu kapsamında NTV’de Erdoğan’a soru soran gazeteciler arasındaydım ve bunların hemen hepsinin ardından iki uçtan izleyicilerden, yani Erdoğan’ı seven ve sevmeyenlerden aynı anda, ama ayrı ayrı olumsuz tepkiler aldım. Sanırım bu sefer de öyle olacak çünkü Türkiye’de gazeteciliğe ve gazetecilere atfedilen anlamda çok vahim kaymalar yaşanıyor. Alabildiğine kutuplaşan ülkemizde bütün uçlar, gazeteciler ve medya kuruluşlarının taraf tutmasını dayatıyorlar. “Tarafsızlık” belli bir süredir “ayıp“, hatta “suç” gibi algılanıyor ve gösteriliyor.

AKP ve özellikle Erdoğan söz konusu olduğunda rakipleri sizden, kendi destekledikleri parti liderlerinin yapamadığını yapmanızı, onu sıkıştırmanızı, zor durumda bırakmanızı ve bu şekilde seçimlerin kaderinde, tabii AKP aleyhine etkili olmanızı bekliyor. AKP yanlılarının beklentisiyse Erdoğan’ı övmeniz, onun favori konularını “sorarak” kendisine gollük paslar atmanız. Yaklaşık bir saat sonra yayına gireceğim, Erdoğan’a neler soracağımı, kendisinden hangi cevapları alacağımı bilmiyorum ama bir kez daha iki kutubun birden öfkesini toplayacağıma eminim. Ne yapalım, işimiz bu!

Değişen roller

Bu seçim kampanyasının bence en ilgi çekici yönü CHP ve hatta MHP’nin, önceki kampanyaların aksine “laiklik”, “terör” gibi sert konuları geri plana itip ekonomik sorunları ve bunların çözümü için somut projelerini öne çıkartmaları; iktidar partisinin ve tabii ki özellikle Erdoğan’ın, kendi projelerine ek olarak ideolojik ve siyasi konuları gündemde tutmaya, buralardan hareketle polemikler yaratmaya çalışmasıydı. Yani rollerin değişmiş olmasından söz ediyorum. Öyle ki geçmişte Bahçeli ve hatta Baykal iktidar partisini, genel olarak Kürt siyasi hareketiyle, özel olarak PKK ve Öcalan’la işbirliği yapmakla suçlarken bugün tıpatıp aynı suçlamanın Erdoğan tarafından CHP, hatta MHP’ye yöneltildiğini görüyoruz. Hatırlayalım, Bahçeli 2009 yerel seçimleri öncesi Erzurum’da kürsüden Öcalan’ı asmak için ip fırlattığında büyük infiale neden olmuştu; bu kampanya dönemindeyse Öcalan’a idam konusunu sürekli olarak Başbakan ısıtıyor. Onun “Biz iktidarda olsaydık Öcalan’ı asardık” sözlerinin kolay kolay unutulmayacağını ve Kürt sorununun çözüm sürecinde sık sık karşımıza çıkacağını sanıyorum.

Başbakan caydı mı?

Bununla birlikte AKP liderinin Kürt sorununu çözme fikrinden caydığı iddialarına katılmıyorum. Evet Erdoğan gerek mitinglerde, gerek TV mülakatlarında Kürt siyasi hareketinin yasal, yarı-yasal ve yasadışı tüm aktörlerine, hatta bu harekete değil sempatik, empatik bakan aydınlara yönelik çok sert ve uzlaşmacı olmayan bir üslupla sesleniyor, daha açık söyleyecek olursak, onlarla kavga ediyor. Ne var ki bugün kavga ettiği kişi ve kurumları sürece bir şekilde dahil etmeden bu sorunun çözülemeyeceğini; bu sorun çözülmeden Türkiye’nin gerçek anlamda düze çıkamayacağını da çok iyi biliyor. Eğer bilmiyor olsaydı iktidarı çoktan kaybetmiş olurdu.
Hiç kuşkusuz bu kadar sert geçen bir kampanyanın ardından Kürt açılımının kaldığı yerden devam etmesi epey zor olacaktır; hele BDP’nin son derece iddialı ve güçlü bir grupla TBMM’de yer alacağı düşünülürse. Fakat öte yandan, Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin “özgürlükçü demokrasi” perspektifini esas almaya başlamasının ve Kürt sorununun çözümü için “her türlü bedeli ödemeye hazır” olduğunu ilan etmesinin, işleri umulmadık ölçüde kolaylaştırması da ihtimal dahilindedir.

Başbakan Erdoğan’ın kampanyanın ilk günlerinde dile getirdiği “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” yaklaşımını, muhtemelen gelen tepkileri de göz önüne alarak büyük ölçüde değiştirdiğini görüyoruz. Örneğin dün Ağrı’da, tıpkı daha önce Van’da, Diyarbakır’da ve diğer bölge illerinde yaptığı gibi BDP’yi çok sert bir şekilde eleştirmeyi sürdürmekle birlikte Kürtlerin kimlik temelli talepleri üzerine hep pozitif mesajlar verdi.
Sonuç olarak, yapacağı “balkon konuşması”nda doğrudan Kürt sorununa ne ölçüde ve nasıl değinir bilemem ama 12 Haziran’dan sonra, en kısa zamanda Erdoğan’ın açılımı tekrar gündeme taşımasına muhakkak gözüyle bakabiliriz.


12 Haziran seçimlerinin Türkiye için hayırlara vesile olmasını, temel hak ve özgürlüklerin gelişmesine, demokrasinin ilerlemesine ve Kürt sorununun kalıcı ve barışçı çözümüne katkıda bulunmasını diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.