Şampiy10
Magazin
Gündem

CHP mitingi AKP’ye doping etkisi yapmış

Söz verdiğimiz gibi İstanbul Kazlıçeşme’de önceki gün CHP, dün de AKP’nin düzenlediği mitingleri kıyaslamaya kuşkusuz önce partilerin topladığı kalabalıkla başlamamız gerekir. Her miting sırasında kaç kişinin toplandığı yolunda spekülasyonlar yapılır ve birbiriyle alakasız sayılar havada uçuşur. Şahsen çok seçim mitingi izlemiş olmama rağmen sayı tahmini yapmamaya dikkat ederim. Bununla bilikte ne önceki gün CHP’nin, ne de dün AKP’nin 1 miyon kişiyi toplamış olduğunu sanmıyorum. Kimin kaç kişiyi toplamış olduğunu bilmem ama AKP’nin mitinginin daha kalabalık olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Her iki parti taraftarları da rakiplerinin “taşıma” yoluna gittiğini ileri sürer. Bunu kontrol etme imkanımız yok ancak hafta sonunda, güneşli bir havada saatlerce bu alanı doldurmak için hakikaten o parti ve o lidere inanmak gerekir. Dolayısıyla toplanan o kalabalıkların hepsini partilerin başarı hanesine kaydetmemiz gerekiyor.
AKP mitinginin daha kalabalık olmasının bir dizi nedeni var. Her şeyden önce iktidar partisi defalarca Kazlıçeşme’de miting düzenledi, yani “patenti onda” diyebiliriz. Buna rağmen CHP’nin AKP’den bir gün önce, aynı yerde ilk kez miting düzenlemesi büyük bir riskti ve dün de yazdığımız gibi bunun altından kalkmasını bildi. Anladığım kadarıyla CHP’nin Kazlıçeşme mitinginin başarılı geçmesi AKP’liler için bir doping işlevi görmüş, onların motivasyonlarını daha da artırmış.

CHP yakın takipte

Dün sohbet etme imkanı bulduğum çok sayıda, değişik kademeden AKP’linin, CHP’yi ve özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’nu tam anlamıyla “yakın takip”e almış olduklarını gördüm. Birçoğu CHP’ye Kılıçdaroğlu aşısının tutmuş olduğunu, Kazlıçeşme mitingi gibi örneklerin temelinde Kılıçdaroğlu’nun yarattığı rüzgarın bulunduğunu ifade ettiler. Başbakan Erdoğan’ın her zaman olduğu gibi dün de esas olarak CHP’nin yeni liderini hedef tahtasına oturtmuş olmasını bu nedenle yadırgamamak gerekiyor.
Tekrar iki mitingin kıyaslamasına dönecek olursak, kimi zamana ortak, kimi zaman farklı açılardan olmakla birlikte her iki mitingin de son derece başarılı olduğunu söyleyebilirim. Kimileri bu tespitimle “ne şiş yansın ne kebap” dediğimi ileri sürebilir. O takdirde yanılmış olurlar. Kazlıçeşme’de peşpeşe düzenlenen bu iki miting bize uzun süreden sonra belki de ilk kez bir seçimlerde iki parti arasında çok çetin bir çekişmenin yaşandığını ve bu çekişmenin kalbinin de İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde attığını gösterdi.

Kampanyanın tadı tuzu

CHP’nin yaptığı atılımın temelinde, partinin tepeden tırnağa yenilenmesi, Kılıçdaroğlu’nun kısa sürede bir lider olarak sivrilmesi, ana muhalefet partisinin ideolojik temelli itirazlar yerine somut projeleri öne çıkartması gibi husular var.

Ya AKP bunca yıllık iktidarına rağmen neden hâlâ bazılarının beklediği yıpranmayı yaşamıyor. Bunun birinci nedeni hiç tereddütsüz Erdoğan’ın kendisidir. Örneğin dün Kazlıçeşme’de onun AKP için ne kadar değerli olduğunu bir kez daha gördük. İkinci olarak halkın hatırı sayılır bir bölümünün AKP icraatından memnun olduğu anlaşılıyor. Son olarak, Erdoğan’ın bu seçim kampanyası döneminde, öncekilere kıyasla daha fazla öne çıkardığı “din” faktörünü göz önüne almamız gerekiyor.

Bitirirken, tatsız, tuzsuz, hayli seviyesiz geçen seçim kampanyasının Kazlıçeşme dönemeci geçilirken ilginçleştiğini vurgulamak istiyorum. Diğer bir deyişle, iki gün burada saatlerce, birbirinden epey farklı iki atmosferi solumuş ve epey yorulmuş olmaktan hiç de pişman değilim.

Yazının devamı...

CHP kendini aşıyor

2009 yerel seçimlerinde CHP, İstanbul mitingini Çağlayan Meydanı’nda yapmış, Genel Başkan Deniz Baykal, partisinin büyükşehir belediye başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşma yapmasına izin bile vermemişti. Aradan iki yıldan biraz uzun zaman geçti, Kılıçdaroğlu bu kez Baykal’ın yerine genel başkan, miting alanı bu sefer Kazlıçeşme ve bu meydanda, Çağlayan’dakinden kat kat fazla ve daha coşkulu bir kalabalık var. Her iki mitingi de yerinde görmüş biri olarak aradaki farkın son derece çarpıcı olduğunu söyleyebilirim. Buradan hareketle Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP” iddiasının hiç de abartılı olmadığını ileri sürebiliriz. Diğer bir deyişle, iki yılda CHP sahiden “kendini aşmış”.

Gençler, kadınlar ve solcular

Bu yenilenmenin ipuçlarını miting alanında aradığımızda öncelikle gençlerin ve kadınların gözle görünür hakimiyetinin altını çizmek gerekir. Kurulduğu andan itibaren AKP’ye dinamizmini esas olarak kadınlar ve gençlerin verdiğini gözleyen biri olarak CHP’nin gecikmeli de olsa iktidar partisini bu konuda yakalama noktasına gelmekte olduğunu görüyorum. Kuşkusuz daha fazla sayıda genç ve kadını CHP’de siyasete yönelten esas unsurun Kılıçdaroğlu’nun liderliğidir. Onun lider olarak iyice öne çıkması, “siyaset esnafı” diye tanımlayabileceğimiz unsurların CHP’de yıllardır süren egemenliğinin aşınmasına yol açıyor ve böylelikle parti tabanı ile tavanı arasındaki uçurum adım adım kapanıyor.

Kazlıçeşme resti

CHP’de yenilenmenin ana motivasyonlarından birinin “solculuk”a dönmek olduğunu düşünüyorum. Merkez sağdan ve Ergenekon sanıklarından gösterilen adayların da gölgeleyemediği bu “sol” ruhu miting alanının her köşesinde görmek, hissetmek mümkündü.

Son olarak, CHP’deki yenilenmenin kanıtlarından birinin mitingin organizasyonu olduğu kanısındayım. 2007 genel seçimleri öncesi İstanbul’da miting yapmaya çekinen CHP’nin bu kez, AKP mitinginden bir gün önce, onunla aynı meydanda miting yapmaya kalkması başlıbaşına kaydadeğer bir durumdu.
Ne demek istediğimi açmaya çalışayım: Başbakan Erdoğan’ı Kazlıçeşme’de defalarca izledim. Bu mitinglerin herbiri, hem kalabalık, hem coşku, hem de organizasyon açısından AKP seçim ve referandum kampanyalarının zirvesi olmuştur. Bugünkü AKP mitinginde de bu geleneğin devam edeceğini sanıyorum. Bu nedenle Kazlıçeşme’de miting yapmanın CHP için hayli riskli olabileceğini düşünüyordum. Fakat gördüğüm kadarıyla bu işin altından kalkmayı becerdiler.
Tabii en doğru kıyaslamayı bugünkü AKP mitingini izledikten sonra yapabiliriz. Tıpkı iki partinin Diyarbakır mitingleri sonrasında yaptığımız gibi yarınki yazımızda Kazlıçeşme mitinglerini kıyaslayacağız.

Yazının devamı...

Diyarbakır halkının en çok merak ettiği soru

Diyarbakırlılar en çok Başbakan Erdoğan’ın 12 Haziran gecesi yeni bir balkon konuşması yapıp yapmayacağını merak ediyor. Erdoğan’ın ‘demokratik açılımının’ yeniden kaldığı yerden başlatacağını düşünüyorlar

12 Haziran Genel Seçimleri’nde gözler büyük ölçüde Güneydoğu’da olacak. Güneydoğu denilince akla ilk olarak Diyarbakır’ın gelmesi de son derece normal. 2007 genel seçimlerinde 10 milletvekilinin 6’sını AKP kazanmış, DTP destekli 4 bağımsız aday da TBMM’ye gitmişti. Diyarbakır’da bu sefer bir fazla milletvekili seçilecek ve gözler öncelikle, tıpkı 4 yıl önce olduğu gibi yine AKP’nin ve BDP destekli bağımsız adayların üzerinde olacak. 2007’de bağımsız adaylarla seçim yarışına girme konusunda başarılı sayılabilecek bir tecrübeye sahip olan BDP’liler, geçen 4 yıl içindeki siyasi gelişmeleri de hesaba katarak bu defa tam 6 bağımsız adayı Meclis’e yollamaya çalışıyorlar. İlginçtir bunlar arasında 2007’de Diyarbakır’dan seçilmiş 4 isimden (Aysel Tuğluk, Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Akın Birdal) hiçbiri yer almıyor. Bu 4 isim başka seçim bölgelerinde yeniden aday gösterilirken yerlerini Diyarbakır’da Leyla Zana, Hatip Dicle, Emine Ayna, Nursel Aydoğan, Altan Tan ve Şerafettin Elçi ’den oluşan hayli güçlü ve iddialı bir liste almış durumda.

Seçim kampanyası sırasında bağımsızlardan en fazla öne çıkanların Leyla Zana, Altan Tan ve Şerafettin Elçi olduğunu görüyoruz. Eğer KCK Davası nedeniyle tutuklu olmasaydı Hatip Dicle de etkili bir kampanya yürütebilirdi belki ama Kürt hareketi içerisinde Dicle gibi “şahin” olarak bilinen Emine Ayna’nın nispeten geri planda kalmış olması bu dönemde çözüme odaklı isimlerin daha fazla rağbet gördüğünü düşündürtüyor.

Altan Tan ve Şerafettin Elçi’nin muhafazakâr yönleriyle tanınmaları ve DTP/BDP çizgisinden gelmiyor olmaları, diğer bir deyişle BDP’nin en azından Diyarbakır’da AKP’nin karşısına bir “ittifak”la çıkması bu şehirdeki yarışı daha ilginç kılıyor. Buna karşılık AKP’nin Diyarbakır listesinin pek güçlü ve iddialı olduğu söylenemez. 6 milletvekilinden sadece Mehdi Eker yine birinci sıradan aday gösterilirken, iktidar partisinin Kürt politikasının şekillenmesinde hayli etkili oldukları düşünülen İhsan Arslan ve Abdurrahman Kurt liste dışı bırakıldı. Diyarbakır için adı geçen popüler isimlerden sadece Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Galip Ensarioğlu listede yer bulabildi. Eker ve Ensarioğlu’nun ardından gelen adayların çok fazla tanındıkları söylenemez. Sonuç olarak AKP’nin bu seçimlerde en büyük kozlarının Eker ve oda başkanı olmadan önce DYP Diyarbakır İl Başkanlığı yapan Galip Ensarioğlu olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan AKP adayının amcası, eski Devlet Bakanı Salim Ensarioğlu’nun bağımsız aday olması iktidar partisinin keyfini bir ölçüde kaçırmış durumda.

Ne olur?

Bu seçimlerde Diyarbakır için tahmin yapmanın çok zor olduğu söylenemez. Normal şartlarda BDP destekli bağımsızların tümünün seçilmesi, geri kalan 5 milletvekilinin de AKP’den olması bekleniyor. “Normal şartlarda” derken, BDP seçmeninin sandık başında hata yapmaması, parti yöneticileri tarafından kendilerine işaret edilen bağımsız adaya oy vermelerini kastediyoruz. Çünkü BDP’liler il merkezinin mahallelerini ve ilçeleri çok ince hesaplarla 6 aday için bölüştürmüşler, seçmenin bu ince hesaplara riayet etmemesi durumunda bazı adaylar seçilmek için yetenden çok fazla oy alabilir, bazıları da seçilme şansını yitirebilir.

Bu arada CHP’nin, birinci sıra adayı Salih Sümer’i seçtirme konusunda az da olsa ümitli olduğunu söylemek lazım. Eğer bağımsız adaylar olağanüstü bir oy patlaması yapar ve AKP’nin oyları dramatik bir şekilde azalırsa geride kalan 5 milletvekilinden birinin kendilerine kalma ihtimali olduğunu düşünüyorlar ki Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır mitinginin zaten az olan bu umutları iyice azalttığı görülüyor. Aslına bakılacak olursa Diyarbakır’da “12 Haziran’da ne olur?” sorusundan çok “12 Haziran’dan sonra ne olur?” sorusu öne çıkıyor. İktidar partisine gönül veren Diyarbakırlılar, Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunları vardır” yaklaşımını seçimden sonra terk edeceğini ve 13 Haziran’dan itibaren demokratik açılımı kaldığı yerden yeniden başlatacağını düşünüyorlar.
Evet Diyarbakır en çok Başbakan Erdoğan’ın 12 Haziran gecesi yeni bir balkon konuşması yapıp yapmayacağını merak ediyor.

Yazının devamı...

“İslam kardeşliği” Kürt sorununu çözümün anahtarı olabilir mi?

Başbakan Erdoğan, dün Diyarbakır İstasyon Meydanı’na, CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun önceki gün toplamış olduğu kalabalıktan en az 10 kat fazla insanı biraraya getirdi. Aslında bunda şaşıracak hiçbir şey yok, çünkü dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi BDP ile AKP’nin başrol oyuncusu olduğu, Hizbullah ve hatta Gülen cemaatinin ikincil derecede roller üstlendiği Güneydoğu’daki siyaset oyununda CHP’ye herhangi bir rol düşmüyor. Zaten Kılıçdaroğlu da partisini yıllar sonra bölgede siyasi bir aktör yapmak için gayret gösteriyor.

Dolayısıyla dünkü AKP mitingini değerlendirmek için önceki günkü CHP mitingiyle kıyaslama yapmak pek mantıklı olmayabilir. Fakat bunun yerine pekala Erdoğan’ın yine aynı yerde daha önce yaptığı mitinglere bakmak hiç fena fikir değil. Bu bağlamda aklıma ilk olarak 2004 yerel seçimleri öncesindeki Diyarbakır mitingi geliyor. Kısa süre önce tek başına iktidara gelmiş olan ve yine kısa sürede pek çok şeyi değiştiren AKP’nin lideri İstasyon Meydanı’nda epey sıcak ve coşkuyla karşılanmış ama bu belediyeyi kazanmaya yetmemişti.

Diyarbakır ve Erdoğan sözcüklerini bir araya koyduğunuzda hiç kuşkusuz en tarihi olay AKP Lideri’nin 2005’teki konuşmasıdır. Erdoğan’ın “Kürt sorunu”nun adını açık ve net koyduğu bu konuşmaya, PKK’nın engellemeleri nedeniyle halk fazla ilgi göstermemiş ve belki de bu yüzden çok büyük bir fırsat kaçmıştı.

O konuşmayı maalesef izleyemedim ama 2007 Genel Seçimleri öncesi İstasyon Meydanı’ndaki inanılmaz coşkuya bizzat tanık oldum. Ardından 2009 yerel seçimleri ve 12 Eylül 2010 referandumu kampanyaları nedeniyle düzenlenen mitinglerde, Erdoğan’a Diyarbakır’da gösterilen ilginin gerilemekte olduğunu da gözledim. Bu açıdan bakıldığında Başbakan’ın dün, Diyarbakır’daki söz konusu “gerileme”yi durdurmuş olduğunu söyleyemem. Hele 2007 ile kıyasladığımızda AKP ve Erdoğan’a yönelik ilgi bağlamında, çok belirgin bir azalma olduğunu ileri sürebiliriz.

Peki bunun nedeni nedir? Kimileri Erdoğan’ın Kürt sorununu çözme konusunda samimi olmadığını ve bölge insanının bu yüzden onunla arasına mesafe koymaya başladığını ileri sürüyor. Katılmıyorum. Arada sırada tereddütler gösterse de Başbakan Kürt sorununu çözme niyetinden vazgeçmedi, hatta çözüm yolunda çok ciddi adımlar da attı. Hele açılımın ilk günlerinde yaptığı birçok konuşma, devletin Kürt sorununa bakışındaki paradigma değişikliğinin tescili niteliğindeydi. Nitekim son Van mitinginde “red, inkar ve asimilasyon politikaları sona erdi” diyerek noktayı koydu.
AKP’nin özel olarak Diyarbakır’da, genel olarak Güneydoğu’da yaşadığını ileri sürdüğüm gerilemenin arkasında, iktidar partisinin, Öcalan/PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketini yanlış, en azından eksik okumasının yattığını düşünüyorum. Diğer bir deyişle, PKK çizgisi, buna bağlı olarak yasal arenada BDP güçlendikçe AKP güç kaybediyor.

AKP ve Erdoğan’ın bu gerilemenin önüne geçmek için Kürt siyasi hareketiyle söylem düzeyinde açık ve sert bir rekabete girişmesi de pek mümkün değil zira böyle bir hareket AKP’yi ülkenin batısında hayli zorlayabilir. İşte bu nedenle bazı akıl hocaları hükümete KCK operasyonlarını telkin ettiler. Fakat bu da bumerang gibi geri tepti ve AKP’nin Güneydoğu’da epey iş yapan “özgürlükçü” imajının yerini “yasakçı” imajının almasına neden oldu.
Tekrar dünkü mitinge dönecek olursak, Erdoğan’ın konuşmasını şöyle özetleyebiliriz: Kardeşlik, kardeşlik, kardeşlik. Tabii “kardeşlik” yerine “İslam kardeşliği” demek de mümkün. Gerçekten Erdoğan dünkü konuşmasında şaşırtıcı ölçüde din vurgusu yaptı. Yine şaşırtıcı ölçüde, her vesileyle defalarca “Kürt” kavramını kullandı.
Buradan belki şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Erdoğan Diyarbakırlılara ve dolayısıyla tüm Kürtlere, “evet Kürtsünüz, ama unutmayın aynı zamanda Müslümansınız, hatta herşeyden önce hepimiz, etnik kökenlerimiz ne olursa olsun Müslümanız” diye seslendi. Bu mesajı beğenen olur, beğenmeyen olur. Ama esas soru şudur: Bu mesaj yaşadığımız sorunların çözümünün anahtarı olailir mi?
Güneydoğu’nun en “ümmetçi” hareketi olan Hizbullah’ın bile adım adım Kürt kimliğini öne çıkardığı düşünülürse, “İslam kardeşliği” ile belli bir yol alınabileceği ama yolun sonuna kadar gitmenin hayli zor olacağı söylenebilir. Bu nedenle şahsen Erdoğan’ın dünkü konuşmasında yeni anayasada ve bunun Diyarbakırlılarla (siz bunu Kürtlerle olarak da anlayabilirsiniz) birlikte yapılacağını söylemiş olmasını daha fazla önemsiyorum.

Yazının devamı...

CHP Diyarbakır’da yok ama Kürt sorununun çözümünde var

Dün Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda düzenlenen CHP mitingi, aynı partinin Hakkari’de düzenlemiş olduğu mitingin bir “yanılsama” olduğunu gösterdi. Şöyle ki, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “küçük” Hakkari’de gördüğü “büyük” ilgiden hareketle, Diyarbakır’da “çok daha büyük” bir ilgiyle karşılaşabileceği yolunda tahminler yapanlar oldu, ama yanıldıkları ortaya çıktı. Aslında yanılsamanın kaynağında ne olduğu aşikâr: Yasal ve yasadışı kollarıyla hep birlikte Kürt siyasi hareketi Hakkari’de AKP’yi cezalandırıp CHP’yi taltif ederek Güneydoğu’nun “yegane otoritesi”nin kendileri olduğunu göstermek istemişlerdi ve bunun büyük ölçüde başardılar. Aynı Kürt hareketi işi tadında bırakıp Diyarbakır mitingine katkıda bulunmayınca CHP İstasyon Meydanı’nda kendi öz tabanıyla, yani birkaç bin kişiyle başbaşa kaldı.

Güneydoğu’da CHP gerçeği

Aynı meydanda son 7 yılda Recep Tayyip Erdoğan’ı tam dört kere, DTP-BDP sözcülerini de iki kere izledim. Her iki siyasi hareket de CHP’nin kat kat üstünde, coşkulu kalabalıkları bir araya getirmişlerdi. Yine aynı yerde Hizbullah’a yakın olduğu söylenen bazı kuruluşların değişik vesilelerle onbinlerce kişilik mitingler düzenlediklerini de biliyoruz. Dolayısıyla dünkü CHP mitingi bize Güneydoğu’nun siyasi gerçeğini bir kez daha net bir şekilde gösterdi: Bu bölgede hakim güç PKK-Öcalan çizgisindeki Kürt siyasi hareketidir. Onun en büyük rakibiyse AKP’dir. Bu arada Hizbullah kimsenin yabana atamayacağı çok ciddi bir olgudur. CHP ise Güneydoğu’daki siyaset oyununun başrol oyuncularından biri değildir.

Fakat dünkü miting, Kılıçdaroğlu liderliğindeki “yeni CHP”nin, bu statükodan memnun olmadığını ve bölgeye girmek istediğini de gösterdi. Kılıçdaroğlu bölgenin tüm illerine tek tek giderek, daha önce uğramadıkları için bölge halkından özür dileyerek ve Kürt sorununun çözümü konusunda samimi açılımlar yaparak CHP’yi yeniden Kürtlerin gündemine taşımaya çalışıyor. Kuşkusuz bu zorlu bir süreç. Örneğin 12 Haziran’da CHP’nin Güneydoğu illerinden milletvekili çıkarabilmesi pek mümkün gözükmüyor ama istikrarlı bir çalışma yürütülmesi durumunda CHP bölgede uzun vadede, BDP ve AKP dışında üçüncü bir güç olmanın imkanlarını zorlayabilir.

İki temel soru

Tabii ki burada karşımıza iki temel soru çıkıyor:

1) Kürt sorunu konusunda samimi mi, bu çizgisini sonuna kadar sürdürebilir mi?

2) Bu yeni çizgi CHP’ye ne getirir, ondan ne götürür?

İlk sorudan başlayalım: Kılıçdaroğlu dün Diyarbakır’da bu sorunun nasıl çözüleceği konusunda pek yeni bir şey söylemedi ama çözüm konusunda kararlılığını her türlü bedeli ödemeye hazır olduklarının altını defalarca çizerek gösterdi. Aslına bakılacak olursa Sezgin Tanrıkulu’nun genel başkan yardımcısı olmasının ardından CHP Kürt sorunu hakkında birçok ilgi çekici çıkış yapmıştı. Pazar günü açıklanan “Demokrasi Raporu”nda da,”insan haklarını temel alan özgürlükçü demokrasi”nin ana hedef olarak saptanmış olmasını CHP’nin Kürt sorununun çözümüne angaje olmasının işareti olarak görebiliriz. Son olarak önceki akşam NTV canlı yayınında sorularımızı yanıtlayan Kılıçdaroğlu, CHP’nin bundan böyle “sorunun değil çözümüm parçası” olacağını ve çözüm için bütün partileri ve sivil toplummkuruluşlarını kapsayan bir “toplumsal mutabakat” arayacaklarını ısrarla vurguladı. Başkalarını bilmem ama şahsen onun samimiyetine inanıyorum. Keza aynı yayında siyasi partilerin saptayacağı ikişer “akil adam”ın masaya oturup çözümün şartlarını enine boyuna tartışması önerisini önemsiyorum.

Kim değişimci, kim statükocu?

Buradan ikinci soruya geçebiliriz. Parti içinden veya yakınından birileri CHP’nin Kürt sorununa fazla angaje olmasının zararının kârından fazla olacağı yolunda propaganda yapıyor ki bu tür çukur kazmaların iş ciddileştikçe daha da artacağı açıktır. Tabii yadırgatıcı olan, başta lideri Erdoğan olmak üzere AKP’nin de CHP’deki bu olumlu değişim arayışlarını, bu partinin batı bölgelerindeki oyunu azaltma hesabıyla suiistimal etmeye çalışmasıdır. Örneğin CHP’yi BDP ile eşleştirmeye çalışmanın ne derece yanıltıcı olduğu dünkü Diyarbakır mitinginde ortaya çıktı. Bu tür propagandaların sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmadığı da ortada. Normalde olması gereken, AKP’nin en azından Kürt açılımını başlattığı noktaya dönmesi ve Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin de çözüm sürecinde etkili bir aktör olarak yer almasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın CHP ve Kılıçdaroğlu ile uğraşmayı bırakacağını sanmam ama bugün Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda CHP Lideri’ni, sahillerin “beyaz Türkleri” ile bozkırın “siyah Türkleri”ne şikayet etmeyi sürdüreceğini de düşünmüyorum. Erdoğan’ın bugün Diyarbakır’da “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” sözünden dönüp 2005’de Diyarbakır’da veya açılım ilk dönemlerinde değişik vesilelerle yaptığı konuşmalara benzer bir çıkış yapması kuvvetle muhtemel. Bu tahminimi, Kılıçdaroğlu’nun son çıkışlarının gördüğü geniş ilgiye dayandırıyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu CHP’si “değişimci” ve “özgürlükçü” bir muhalefet çizgisine kayarken AKP “statükocu” ve “yasakçı” bir noktaya savrulması iktidar partisinin intiharı anlamına gelecektir.

Yazının devamı...

CHP sahiden değişiyor mu? CHP sahiden değiştirebilir mi?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, dün sabah partisinin “Demokrasi” raporunu sunarken yaptığı konuşmanın ilk cümlesi “Biz değişimin partisiyiz” oldu. Bu yazının başlığı da bu cümleden hareketle çıktı. Evet CHP söz konusu olduğunda iç içe geçmiş iki soru karşımızda duruyor:

1) Uzun bir süredir “statüko” ile özdeşlemiş olan bu partinin, bunun yerine “değişim”in öncülüğüne soyunduğu iddiası ne derece inandırıcıdır?

2) CHP statükoculuktan değişimciliğe geçebilecek ölçüde kendisini değiştirebilir mi?

Nihayet kimlik politikaları

CHP seçim sürecinde birbirinden farklı, temel konularda programlar açıkladı, vaatlerde bulundu. Bunlara tek tek baktığımızda, Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP” tanımına uygun bir şekilde, CHP’nin Batı’da örneklerini gördüğümüz türden çağdaş bir sosyal demokrat partiye dönüşme yolunda ciddi adımlar atmakta olduğunu görmüştük. Kuşkusuz dikkatleri en çok, CHP’nin kimlik (Kürt, Alevi) politikalarına sıkı sıkıya kapamış olduğu kapılarını bir ölçüde aralaması çekmişti. Dünkü “Demokrasi” raporunu, bu bağlamda bir tür “zirve” olarak değerlendirebiliriz. Gerçekten bu rapor, CHP’nin statükoculukla vedalaşmasının ilanı olarak okunabilir.

Ama kuşkusuz işler bu kadar kolay değil. Kolay değil, çünkü bu raporda dile getirilen son derece özgürlükçü, sivil ve demokratik perspektifin parti örgütlerine ve tabanına yayılması; bunlar tarafından tartışılıp benimsenmesi ve bir bütün olarak bu raporda çizilen perspektife uygun ilerici/sol bir siyasi çizginin hayata geçirilmesi gerekir.

CHP kimin sözcüsü?

Peki bu nasıl olabilir? Hatırlayalım, Baykal liderliğindeki CHP, değişim iddiasını AKP’nin tekeline bırakmış ve canla başla statükoyu savunmaya çalışmıştı. Yani AKP hükümetiyle birlikte şekil değiştiren iktidar savaşında “kaybedenler”in sözcülüğüne talip olmuştu ve onlarla birlikte CHP de kaybetti. Dolayısıyla “yeni CHP”nin ilk işi, “kaybedenler”le bağlarını kesmek olmalıdır. Fakat aday listelerine bazı Ergenekon sanıklarının yerleştirilmesi, kimi adayların hâlâ eski tür statükocu söylemlerde ısrar etmeleri gibi örneklerden de anlaşılacağı gibi bu hemen olabilecek bir şey değil. Kaldı ki, geçmişteki iktidarlarını yeniden kazanmak isteyen birbirinden farklı kişi ve odakların CHP’ye yatırım yapmış olduklarını da biliyoruz. Ama bütün bunların ötesinde CHP’nin geleneksel tabanı olarak tanımlayabileceğimiz kesimlerin, AKP’ye duydukları alerji nedeniyle her türden değişim ve yenilik arayışına fazlasıyla kuşkucu yaklaşmalarıdır.

AKP’nin doldurduğu boşluk

AKP, başta CHP olmak üzere sol hareketlerin “değişim” iddialarından vazgeçmelerinden sonsuz bir şekilde istifade etmişti. Bugün CHP’nin (veya başka bir sol iddialı partinin) yeniden değişimin motoru olabilmeleri için öncelikle AKP’nin “değişimci”, “reformist” yönünü iptal edip “statükocu” bir çizgiye kayması gerekiyor. Kimi yorumcular (bu arada tabii ki CHP’liler) AKP’yi çoktan “statükocu” ve “otoriter” ilan etmiş durumdalar. Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorunu hakkındaki son çıkışlarının onların iddialarını kuvvetlendirdiğini kabul etmekle birlikte böyle bir kaymanın yaşanıp bitmiş olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden CHP’nin, özellikle AKP’nin tıkandığı yerlerde, tabii öncelikle kimlikle ilgili konularda, örneğin Kürt sorununda, ama bu arada muhakkak başörtüsü yasağı gibi inanç özgürlüğünü ilgilendiren sorunlarda da, daha yenilikçi, özgürlükçü pozisyonlar alarak iktidara alternatif olması mümkündür.

Tekrar başlığa dönecek olursak, CHP sahiden Türkiye’yi ileriye doğru değiştirip dönüştürmek istiyorsa öncelikle kendisinin sahiden değişmesi gekiyor. Yani kendi içindeki, insan haklarına dayalı özgürlükçü demokrasiye kuşkuyla bakan, hatta ona karşı olan unsurlardan hızla arınması; bu türden sızmalara kapılarını sonuna kadar kapatması ve yaşanan iktidar savaşlarında, ne galipten, ne de mağluptan yana olmayıp öteden beri bu savaşları uzaktan seyreden geniş toplum kesimlerini iktidara taşımayı hedeflemesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Kim yapmış olursa olsun sorumlu PKK’dır

Bu ne acımasız bir kısır döngüdür: Büyükşehirlerden birinin en merkezi yerlerinden birinde ya bir intihar bombacısı kendini havaya uçuruyor, ya birileri zaman ayarlı veya uzaktan kumandalı bomba yerleştiriyor ve olan işinde gücünde, genç-yaşlı, kadın-erkek, kendi halinde sıradan insanlara oluyor.

Ve her seferinde tahliller yapmamız bekleniyor. Sorular malum: Kim yaptı? Kim, kime yaptırdı? Neden yaptı? Nasıl yaptı? Kim kârlı çıktı?

Bütün bu soruları bir kenara bırakıp önce şu yaşananın adını açık ve net bir şekilde koymamız gerekiyor: Kör terör. Evet, hiçbir şekilde hafifsenemeyecek, mazur görülüp gösterilemeyecek, çünkü doğrudan masum insanları, yani insanlığı hedef alan bir eylemle karşı karşıyayız.

Bu girişten sonra sorulara geçebiliriz. Biliyorum yine çok farklı çevrelerden farklı provokasyon teorileri üretiliyor ve üretilecek ama şahsen, daha önceki benzer olaylarda olduğu gibi bundan da birinci derecede PKK’nın sorumlu olduğunu düşünüyorum. İşin arkasında Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) gibi bildik veya daha önce adını duymadığımız taşeron bir örgüt çıkabilir. Veya PKK ile bağlantılı olmakla birlikte kendi başlarına hareket ettikleri ileri sürülen bazı militanlar eylemin düzenleyicisi olarak ortaya çıkabilir veya çıkarılabilir. Hatta PKK ile hiçbir şekilde ilişkisi olmayan birileri (iç veya dış bazı odaklar dahil) olayın tezgahçısı çıkabilir...

Listeyi uzatabiliriz, ama hiçbir şey fark etmez: Sorumlu PKK’dır. Çünkü birçok kez tekrarladığım gibi, eğer ortada PKK gibi bir örgüt varsa, fazladan bir provokatör aramaya gerek yoktur. Yani eğer Türkiye’yi karıştırmak isteyen iç ve dış odaklar söz konusuysa, ki herhalde öyledir, PKK’nın silahlı varlığı ve hayli yüklü “kör terör” sicili bunların işini epey kolaylaştırmaktadır.

Seçimlere sabotaj

Yazıyı kaleme aldığım dün akşam saatlerine kadar PKK’dan eylemle ilgili herhangi bir açıklama yapılmamıştı. Ancak Fırat Haber Ajansı’nın sitesinde, Murat Karayılan’ın, bazı köşe yazarlarının da içinde bulunduğu “PKK’nın suikast listesi” haberlerini yalanladığı görülüyordu. Karayılan açıklamasında şöyle diyor: “15 Haziran’a kadar eylemsizlik halinde olacağımızı söyledik. Fakat bazı yerlerde misilleme hakkımızı kullandık. Sadece birkaç misilleme eylemi yaptık diye Türkiye’de PKK ile Ergenekon ortak eylem planlaması yapmış diyorlar ve bunun üzerinden kıyamet koparıyorlar; seçimleri sabote etmek istediğimizi iddia ediyorlar. Bir kez daha tekrarlamak istiyorum. Bu tür iddialar tümden karalamaya dönük yalanlardır.”

PKK, kuşkusuz Etiler’deki saldırıyı kendilerinin yapmadığını söyleyebilir. Ama yukarıda değindiğimiz gibi, kendileri yapmasa bile bu ve benzeri eylemlerin sorumluluğundan kurtulamazlar. Hele bu işin arkasında TAK gibi bir taşeron çıkarsa PKK’nın sorumluluğu katlanarak artar. Bu arada PKK, saldırı yerinin polis okuluna yakın olması ve bir polis memurunun da yaralanması gibi gerekçelerle, Kastamonu’da olduğu gibi “polislere yönelik bir misilleme” olarak tanımlayıp sahip çıkarsa şaşırmamak gerekir. Tabii ki bu tür açıklamaların hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Sonuçta, kim nasıl yapmış ya da yaptırmış olursa olsun, Etiler saldırısının esas amacının “seçimleri sabote etmek” olduğu açıktır.

İmkansızı istemek

Geçen yıl Aralık ayında benimle görüşen Abdullah Öcalan’ın avukatları görüş ve önerilerimi sormuştu. Ben de, daha önce yazdığım gibi, Öcalan’dan iki şey istemiştim. Bunlar:

1) Öcalan, TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri), Devrimci Karargah gibi PKK’nın taşeronlarının lağvedilmesi için kesin talimat versin;

2) Özellikle bu tür taşeron yapıların kullanımına sunulan büyük kentlerdeki patlayıcılar ya teslim edilsin ya da imha edilsin.

Bu tür çağrılar birilerine “gerçekdışı” ve “imkansız” gelebilir, bu tip çağrılar yapmak “saflık” olarak görülebilir ama büyükşehirlerde patlayan her bomba yüreğimizi ağzımıza getiriyorsa, o zaman gerçekçi olup imkansızı istemeye devam etmeliyiz.

Yazının devamı...

CHP Fırat’ın doğusuna geçince...

Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına geçerken ve geçtikten sonra yaptığı konuşmalarda “Kürt” sözcüğünü telaffuz bile etmemesini eleştirdiğimiz zaman bizlere kızanlar çok olmuştu. CHP Lideri’nin son Güneydoğu mitinglerinin yol açtığı sonuçlara baktığımızda hangi pozisyonun doğru olduğu anlaşılmış olmalı. Her şey bir yana, AKP Lideri Erdoğan’ın CHP’yi BDP ile ve dolaylı da olsa PKK ile ittifak yapmakla suçlaması Kürt sorunundaki ezberlerin pekala kolaylıkla bozulabileceğini bizlere gösterdi.

Şemdinli ve Eruh baskınlarını milat olarak kabul edersek, 1984 yılından beri her kim Kürt sorunu konusunda biraz faklı bir tavır almaya kalksa, öneriler getirse açık veya üstü örtülü bir şekilde PKK destekçisi olmak, en azından PKK’nın ekmeğine yağ sürmekle suçlanmıştır. Örneğin, devletin “tavizsiz terörle mücadele” çizgisinin sembol isimlerinden Mehmet Ağar’ın, DYP Genel Başkanı sıfatıyla “düz ovada siyaset” cümlesi kurduğu için başına gelmedik kalmamıştı.

1984’ten bu yana PKK’ya karşı müsamahakâr, hatta sempatik yaklaşmakla suçlananlar genellikle muhalefet partileri ve muhalif siyasetçiler olmuştu. Bu konuda istisnaların başında Turgut Özal gelir ama daha yakın zamanda “Kürt açılımı”nı başlattığı için AKP Lideri Erdoğan da sık sık benzer ithamlara muhatap oldu, hâlâ olmaya devam ettiğini görüyoruz. AKP’ye PKK ile işbirliği suçlamalarının ana odağı MHP olmakla birlikte, Deniz Baykal liderliğindeki CHP’den de, aynı sertlikte ve açıklıkta olmasa bile benzer eleştiriler geldiğini biliyoruz. Sonuçta yakın zamana kadar Kürt sorununda statükoyu muhalefet, değişim, yani çözüm arayışını da iktidar partisi temsil ediyordu. Ama bu seçim kampanyasındaki bir-iki mitingle birlikte roller değişmiş durumda.

Esas yarış büyükşehirlerde

Kuşkusuz iktidar partisinin ve ona kayıtsız şartsız destek veren kesimlerin (özellikle bazı medya kuruluşları ve gazetecilerin) CHP’ye aşırı yüklenmelerinin temelinde büyük ölçüde oy hesapları yatıyor. Herhalde CHP’nin Güneydoğu’da büyük bir oy patlaması yapıp bu seçim bölgelerinde AKP’den milletvekili çalması gibi bir kaygı değildir söz konusu olan. Esas amaçlardan ilki, ülkenin batısında CHP’ye oy vermeyi düşünen milliyetçiliğe yatkın seçmenin aklını çelmek olsa gerek. Bu arada şu ya da bu nedenle MHP’ye oy vermekten vazgeçen seçmenlerin CHP yerine AKP’ye yönelmelerini sağlamak da amaçlanıyor olabilir. Fakat AKP’nin CHP’yi PKK silahıyla vurma stratejisi özellikle büyük şehirlerde geri tepebilir. Dün Radikal’de Murat Yetkin’in de dikkat çektiği gibi, Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununa sahip çıkar tutumu partisinin Güneydoğu oylarını pek artırmasa bile büyük şehirlerdeki Kürt kökenli seçmenler nezdinde kredisini yükseltebilir. Böyle bir durumda en büyük zararı AKP’nin göreceği ortadadır çünkü 1970’li yıllarda başta CHP olmak üzere büyük ölçüde sol partilere yönelmiş olan bu kesimin 1990 ortalarından itibaren daha çok RP, FP ve nihayet AKP’ye destek verdiğini kestirebiliyoruz. Nasıl CHP’lilerin bir zamanlarki aşırı laikçi söylemleri bazı muhafazakârlar tarafından “din karşıtı” olarak algılanıp bunların RP, FP ve AKP gibi partilere yönelişini tetiklediyse, son günlerin abartılı “CHP=PKK” söylemleri de Kürt kökenli seçmenlerin bazıları tarafından “Kürt karşıtı” olarak görülebilir.

İktidar alternatifi olmaya doğru

Bitirirken şu hususun altını çizmek isterim: AKP’nin, CHP’yi PKK ile eşleştirmeye çalışmasını sadece12 Haziran seçimleriyle açıklamaya çalışmak yanlış olacaktır. CHP gecikmeli, utangaç ve ürkek bir şekilde olsa da Kürt sorununa el atarak “iktidar alternatifi” olabileceğinin de işaretini vermiş oldu. Şunu söylemek istiyorum: 1980 ortalarından itibaren Türkiye’de seçmen genellikle, şu ya da bu şekilde Kürt sorununu çözme iddiasına sahip ya da bu yolda az da olsa ümit veren partileri ve liderleri iktidara taşıdı ve her seferinde büyük hayal kırıklığına uğradı. AKP, hep bu sorunu çözüme potansiyeline sahip olduğu için 2002 Kasım ayından beri ülkeyi tek başına yönetiyor ve CHP de bu soruna elini bile sürmek istemediği için belli bir oranın üzerine çıkamıyor. İşte Kılıçdaroğlu çekinerek de olsa bir kapıyı aralıyor ve birilerini ürkütüyor. “Peki bunu sonuna kadar sürdürebilir mi?” diye sorulacak olursa cevabım “neden olmasın, ama bugünden bakıldığında çok zor gözüküyor” olacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.