Herkes elini çabuk tutmalı
.
Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından oybirliğiyle iptal edilmesi akıllara Anayasa Mahkemesi’nin Demokratik Toplum Partisi’ni oybirliğiyle kapatmasını getirdi. Hedefte Kürt siyasi hareketinin kişi ve kurumları olduğunda yüksek yargı makamlarının neredeyse otomatiğe bağlanmış bu “oybirliği” refleksi, Kürt sorunu konusunda toplumda gözlediğimiz yumuşamanın, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “helalleşme” arayışının, devletin tüm kurumlarına sinmediğini bizlere gösteriyor.
YSK bu kararıyla, yeni bir seçimle yeni bir Türkiye özlemlerini daha ilk günden sabote etmiş oldu. YSK daha önce de BDP destekli çok sayıda bağımsız adayı veto etmiş ve ülke birdenbire karışmıştı. Bereket devletin en tepesi de dahil olmak üzere birbirinden farklı kesimlerin gösterdiği tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştı. Daha bu deneyin izleri silinmemişken Dicle’nin adaylığını iptal etmenin doğurabileceği sonuçları YSK üyeleri görmemiş olabilir mi? Yoksa bile bile yangına körükle mi gidiyorlar? Bu soruları uzatabiliriz, şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Dün siyaset üzerindeki “yargı vesayeti”nden haklı olarak şikayet edenler, zamanla kazandıkları gücü Kürt siyasi hareketini sistem dışına itici bu tür uygulamaları geçersiz kılmak için kullanmalı ve ellerini çabuk tutmalılar. Aksi takdirde doğabilecek kaos kendi iktidarlarını da tehdit eder.
Tutuklu milletvekilleri
Tabii sorunlar Hatip Dicle ile bitmiyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu milletvekillerinin durumu da belirsizliğini koruyor. Savcıların ve onlara kayıtsız şartsız destek veren çevrelerin tahliye taleplerine itirazları şaşkınlık ve kaygı verici. “Tamam kaçma durumları olmaz ama delilleri karartabilirler” gibi basit bir gerekçeyle halkın seçtiği isimlerin hapishane ömürlerini uzatmak istiyorlar. KCK davalarının büyük ölçüde telefon ve ortam dinlemelerine dayanılarak kotarıldığı düşünülürse bu milletvekillerinin neyi karartabilecekleri de pek anlaşılamıyor.
Öte yandan KCK sanığı milletvekillerinin serbest bırakılmamasında ısrar edenlere şu soruyu sormak hakkımız: KCK operasyonlarını, Kürt hareketinde “şahinler”i tasfiye edip “ılımlılar”ın önüne açma gibi bir hedefi gözeterek önce hükümete, ardından kamuoyuna pazarladınız ama kısa süre içinde bu operasyonların Kürt hareketini tam tersine daha da sertleştirip kuvvetlendirdiği ortaya çıktı. Yanlışınızdan dönmemekte neden inat ediyor, seçim sonuçlarını neden bir “yumuşak dönüş” imkanı olarak görmüyorsunuz?
Nedim ve Ahmet’in durumu
Tutukluluğun bir cezaya dönüşmesi noktasında Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın durumlarını ele almamız kaçınılmaz. Arkadaşlarımız 110 günü aşkın bir süre tutuklu ve daha ortada iddianame yok. Dün Silivri Cezaevi’nde dostum ve meslektaşım Ahmet Şık’ı ziyaret ettim ve kendisini karamsar gördüm. Karamsarlığının bir nedeni adli sistemin ağır işlemesiyken diğeri bazı meslektaşlarının (ki içlerinde Ahmet ve Nedim’den dostane söz edenler de var) tutukluluklarını meşrulaştırmak için bin dereden su getirmeleriydi.
Gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret verici bir durumla karşı karşıyayız. Bazı gazeteciler Ahmet ve Nedim’in bir an önce özgürlüklerine kavuşmaları için herhangi bir çaba göstermedikleri gibi, alakasız eski defterleri yalan yanlış açarak “iyi oldu” demeye getiriyorlar. Bazıları da, kamuoyuna Ahmet ve Nedim’i Ergenekoncu olarak sunamadıkları için onlara destek verenlerin samimiyetini sorgulamaya çalışıyorlar. Onlara göre birileri Ahmet ve Nedim’i kullanarak AKP hükümetini ve Fethullah Gülen hareketini köşeye sıkıştırmak istiyormuş. Sanmıyorum. Nedim ve Ahmet, onların yakınları ve dostlarının ezici bir çoğunluğu bağcı dövmek değil üzüm yemek peşinde. Yani biz Nedim ve Ahmet’in bir an önce aramıza dönüp mesleklerini yapmaya devam etmelerini istiyoruz. Kuşkusuz onların tutuklanmaları ve ardından geliştirilen tepkiler siyasi bazı sonuçlara yol açmıştır. Eğer bağcılar bu sonuçlardan rahatsızlık duyuyorlarsa yapacakları çok basittir: Bu haksızlığa son vermek ve arkadaşlarımıza özgürlüklerini iade etmek. Gerisi yalan!